15 Nisan 2011 Cuma

33. Söz 2. ve 3. Pencere

İkinci Pencere
Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hakîmane öyle bir teşahhus-u vechî veriliyor ki; meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i fârika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.
Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?...

aş. Biz teşahhusatı birbirinden farklılık olarak algılıyouz; alakası yok. Teşahhussat demek, her bir şeye kimlik vermek demek. Bu her bir şeyi, her bir şeyden tefrik edecek ilim gerektirir. Hadsiz insan var ve hadsiz insanın hadsiz sesi var. Her bir sesi bir diğerinden ayırt edebiliyorsun. Aynı şekilde tüm mahlukat için de böyle. Tüm hepsinin sesini birbirinden ayırt edebiilyorsun. Bir teşahhusat vermiş, anlaşılır kılmış. Bu anlaşılır kılmak, tüm mevcudatı birden görmek ve birbirinden ayırt edebilmeyi gerektirir.

Hiç sesin olmadığı bir alemden geliyoruz ve her bir mevcudata ayrı ayrı ses veriliyor. Tüm bu sesler, bir sesi verene işaret ediyor. Samediyete geliyoruz şimdi. Bu seslerin her biri kendi seslerini kendi mi yaptı, yoksa bir başkası mı yaptı? Benim görüntüm, sesim bana verilmiş; hiçbir tercih yapmadım. Dolayısıyla, bir ihtimal gerçekleşmiş, sonsuz imkan ihtimali içinde. Bu ihtimali peki kim gerçekleştirdi?

Ehadiyet ne demektir? Bir şeyde her şeyi yaratmak, demektir. Bir şeyde her şeyi yaratmayı, Allah bize nasıl gösteriyor? O şeyin her şeyden ayrı olarak var olması, her şeyi bilen olduğunu ve her şeyden bağımsız olarak onu yaratması yönüyle, Ehadiyeti gösteriyor.

Herkeste olan bende de var, fakat ben herkesten farklıyım. Bana bütün mevcudatın ötesinde bir teşahhusat vermiş olması, Ehadiyetin kanıtıdır. Bende her şeyi yapmış demektir; çünkü her şeyden beni tefrik ediyor ve her şeyle beni irtibatlandırıyor.

Vahdaniyet. Vahidiyet. Ehadiyet. Vahdaniyet, Allah'ın her şeyi yaratması ve tüm isimleriyle onlarda tecelli etmesi. Vahidiyet, her şeyi bir şeyin yardımına göndermesidir; yani bir şeyin olabilmesi için her şeyin olmasının gerekliliğidir. Ehadiyet, bir şeyde her şeyi var etmesidir.

Küll, külli arasında üçlü bir ilişki var. Küll olarak önce tarif eder kainatı. Yani parçalardan oluşmuş bir bütündür, der. Sonra, tecezzi kabul etmez bir külldür, der, yani parçalarını bütünden ayıramazsın. Sonra da külli der, yani her bir şeyde bütünü gösterir, demek.

Vahdet, bütünde veya çoklukta birlik demek. Vahitlik, teklik demek.

Küll külli meselesini her mesele uygulayabilirsiniz. Adalet-i mahzaya uygulayabilirsiniz, Risale'deki tüm meselelere uygulayabilirsiniz.

Cüz, cüzileştikçe; küll de küllileşir, diyor. Tevhid bu. Allah'tan bir parça gibi, benim ilmim, dediğinde şirk vardır. Benim şefkatim, kainattaki şefakatten bir parçadır, dediğinde, şirk vardır. bütünden bir parça, bana aittir, demek. Cüz, cüzileşmedikçe; küll de küllileşmez. Yani semavi alana çıkmak için, cüzü cüzileştireceksin. Bendeki ilim, sadece tecellidir, yani görüntüdür, dediğin anda, küllileştiriyorsun. Hirçbir şey ilme sahip olmamaz, her şey ilmi gösterir. O zaman her şey ilmi gösterirse, her şey küllileşir.

Ben 4 şey öğrendim, der Üstad: niyet, nazar, ..., mantıktaki külli-cüzi meselesi.

Aristo mantığı burada çöküyor. Onlar hep yatay eksende düşünürler. Tümevarım, tümdengelim.

Üçüncü Pencere
Zeminin yüzünde dörtyüzbin muhtelif taifeden (Haşiye) ibaret olan
(Haşiye): Hattâ o taifelerden bir kısım var ki; bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem'den kıyamete kadar vücuda gelen bütün insan efradından ziyadedir.
---sh:»(S:656) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
bütün hayvanat ve nebatat enva'ının ordusu; bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri, silâhları, libasları, talimatları, terhisatları kemal-i mizan ve intizamla hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki; -hiçbir şübhe kabul etmez- güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad'dir. Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın. Çünki şu birbiri içinde girift olan enva'ları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak. Halbuki: فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ sırrı ile, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.

aş. Niye Vahid-i Ehad dedi? Herkese teşahhusat verdi. Bunun yanında, sana hadsiz ihtiyacını da verdi. Yani birliğin yanında çokluk da verdi. O yüzden Vahid-i Ehad diyor. Önce seni Ehadiyetiyle bir fert kıldı. Sonra sana tüm kainatı yardımcı kıldı. İşte Vahid-i Ehad'ın sikkesi oldun. Tüm mevcudatın ihtiyacı var; fakat hepsi birbirinden ayrı. Onda da bir teşahhusat var.

15. Şua 9. Kelime

"Dokuzuncu Kelime: آمِينَ dir. Buna kısacık bir işaret:
Madem نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ deki "nun" üç cemaat-ı azîmeyi, bilhassa
âlem-i İslâm câmiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediğimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor; biz dahi bu "Âmîn" kelimesiyle, o cemaat-ı muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o "Âmîn" ile bir rica etmemizle, bizim cüz'î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip, küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir. Demek uhuvvet-i îmaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibariyle ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha'daki "Âmîn" külliyet kesbeder, milyonlarla "Âmîn"ler hükmüne geçebilir
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
"

aş. "Biz sana ibadet ederiz"deki biz neyi ifade ediyordu? Her bir insan vücutta 70 trilyon hücre var. Bunun altında sayısız parçacıklar var. Her biri tesbih ediyor. Kendi yapabileceğinin çok çok üstünde kasıtlı faaliyetlere vesile oluyorlar. Dolayısıyla ben bir Mazımın, Muktedirin memuruyum diye zikir yapıyor. Dolayısıyla insanın her bir zerresi ve o zerrelerin mürekebinden oluşan hücreler, organlar hepsi kendi yaratıcısını zikrediyor. Ben de bunun bilinciyle, hepsinin ubudiyetini tasidk etmek manasında "na budu" diyorum. Yani benim vücudumdaki tüm zerreler sana ibadet eder, ben de şahidim buna, der.
Bu birinci anlamıydı.

İkincisi, alem veya ehli islamın hepsi, Allaha ubudiyet ediyorlar, namazda. En başta Kabenin etrafındaki halka. O halka genişleye genişleye, hem zamansaml hem de mekansal olarak genişleyerek, sana ibadet ederiz diye ilan ediyorlar.

Üçüncü olarak, daha külli bir manada, tüm kainatın tüm zerratı, ve tüm parçaları, her biri, bizi bu şekilde yöneten Rabbimizi zikrediyoruz, ona ubudiyet ediyoruz diye ilan ediyorlar.

Burada "dualarına ve söylediğimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor;" diyor ayrıca. Neden şefaat kelimesini kullanıyor? Tüm ehli iman diyor ki, biz müminleriz, bu kainatın sahibinin memurlarıyız. Dolayısıyla, benim tek başıma söylediğim "nabüdü" sözünün derken, kim şahittir denilince, diyorsun ki: başta vücudum, sonra tüm ehli iman bu sözümü tasdik edicidir, şefaatçidir; sonra hatta tüm kainat şefaatçidir. Yaptığın işi anlamlı kılmak anlamına geliyor bir bakıma şefaatçi. Senin o ifade ettiğin mananın doğruluğunun hak olduğunu tastdik etmek manasında şefaatçidir. Resulullah nasıl şefaatçi olacak? Bizim istediğimiz şeylerin hak olduğunu söylemek manasında şefaatçı olacak. Yoksa bize torpil geçilecek değil. Cenabı Hak, ona sorduğunda, o da mı seninleydi, diye sorduğunda; evet o da benimleydi, diyecek adeta. Resulullahın şefaatçı olmasını istiyorsak, veya onun şahsı manevisini temsil eden alemi islamın şefaatçı olmasını istiyorsak, onların ilan ettikleri hakikati biz de ilan edeceğiz ki; onlar da evet o da bizdendir, desinler.

aö. şefaatin özellikle günahkarlara olması ne anlama geliyor?

aş. çünkü büyük günahlar yapan bile, resulullahın şefaatine özellikle ihtiyacı olacaktır. diyecekler ki, seni biz nasıl tanıyacağız, büyük günah işlerdin. Resulullah diyecek ki, ben buna şahidim.

içki ve zina büyük günahtan. sahabeden içki içen biri var. resulullah der ki, o allah ve resulunu sever, ona dokunmayın, der. yani şefaati, ümmetinin büyük günahlarını işleyenlere yöneliktir. onların kendisine olan salavatını işitiyor.

şefaat iman eden kişilere yöneliktir. allahım, ben senin o sevdiğinin yolunda gidiyorum, diyen insanlara yöneliktir.

---
önemli olan burada insanın niyet olarak ait olmak istediği şeyi belirlemesidir. biz bunlardan olmak istiyoruz.
---
ruh nasıl terakki eder?
mesela meyveyi yediniz, bedeniniz terakki etti. fakat meyvedeki ikramı görüp allaha şükrettiniz veya o meyveyi allah rızası için bir başkasına ikram ettiniz, o zaman ruhunuz terakki eder. biz ruhumuzu önceleyeceğiz. maddiyatla muhatap olurken bile, orada ruhumuza bakan yönüne bakacağız.
---
aci. ruhu beslemek var ya, bu sözle kastedilerek olacak bir şey değildir. sen güzel bir şeye bakarken, güzel düşünürsen zaten ruhu beslemiş olursun. ama "ruhumun besleyeyim dersen" olmaz.

8 Nisan 2011 Cuma

33. Söz 1. ve 2. Pencere

Birinci Pencere
Bilmüşahede görüyoruz ki: Bütün eşya, hususan zîhayat olanların pekçok muhtelif hacatı ve pekçok mütenevvi metalibi vardır. O matlabları, o hacetleri, ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasib ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor. Halbuki o hadsiz maksudların en küçüğüne o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz. Sen kendine bak: Zahirî ve bâtınî hasselerin ve onların levazımatı gibi elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. İşte bütün onlar, birer birer, vücud-u Vâcib'e şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcib-ül Vücud'u, bir Vâhid-i Ehad'i, hem gayet Kerim, Rahîm, Mürebbi, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir.
Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil! Bu faaliyet-i hakîmaneyi, basîraneyi, rahîmaneyi ne ile izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz camid esbabla mı izah edebilirsin?...

aş. Bilmüşahede neyi görüyoruz? Bu eşhedü ile aynı anlama geliyor. İmanda nasıl şehadet getirme var; üstad da bunu tefsir etmişz. Bilmüşahede görüyoruz ki, yani şahit olarak görüyoruz. Burada bir tabir kullanmış: Vahid-i Ehad'i, gayet Kerim, Rahim, Mürebbi, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir. Demek aklın da görmesi, şahit olmak anlamına gelir. İlla gözle görmek gerekmez. Akıl çiçeğin güzelliğini düşünmekle, ona şahit olmuş oluyor.

Şahit olmak, insandaki alıcılarla, onu görmektir. Kulakla, gözle, akılla vs. Ben buray geldim, daha önce olmayan bir şeyin burada olduğuna şahit oldum. Buradaki düzene şahidim. Daha önce yoktu, şimdi var. Bu düzene şahitim. Hz. Ali diyor ya, "Görmediğim Zata ibadet etmem." Burada görüyoruz, şahit oluyoruz, Allah'ın fiillerine. Daha önce olmayan neler var: Düzen, tasarım, hikmet... Dolayısıyla, ben düzenin varlığına şahit oldum. İman tasdiktir esprisi buraya bakıyor. Eşhedü'ye bakıyor. O yüzden üstad ısrarla, "bilmüşahede görüyoruz ki" tabirini sıkça kullanıyor. Kuran'da söylenen "Eşhedü enla ilahe illallah"daki eşhedü kısmını burada tefsir ediyor.

İnsanın zorlayarak tasavvurla ulaşacağı bir hakikatten bahsetmiyor. Bizzat görerek, aklıyla ve duygularıyla göreceği bir hakikatten bahsediyor.

İnsanın ihtiyaçları neler? Saydığımızda sonsuza gidiyor. Mesela sağlık. Vücudumdaki sayısız azanın sürekli vazifesini tam yapması gerekiyor. Benim onları fark etmiyor veya bilmiyor olmam, onlara ihtiyacım olmadığını göstermez. Umulmadık yerden geliyor. Elim yetişmediği halde yerine geliyor. Sevgiye, umhabbete, bazen hüzüne, bu hüzne karşı bir ümit tesellisine ihtiyacım var. Bütün bunlar karşılanıyor. İNsana verilmiş bir ihtiyaç var da, onun karşılığı dünyada yok, diyebilir miyiz, yok.

Neticeye bakıyorsun çiçek, nedenine bakıyorsun toprak. Aralarında bir uçurum var. Demek ki, bir hir Hakim var, Sani var, Müdebbir var. Girene bakıyorsun, çıkana bakıyorsun. Çıkanda, girde olmayan özellikler var: zerafet, güzellik, düzen, hikmet, kudret. Bunların nedenlerde olmaması neye işaret eder? Sani'ye işaret eder. Bu manada şahit oluyoruz. İman tastdiktir. Gaybe iman da budur. Gayb görmediğin bir şey değildir aslında. Gayb'den geldiğini diyoruz ya, bilmediğin bir yerden geliyor. Yoksa ben sanatı görüyorum. sanat varsa, Sanatkar vardır.

Gaybe iman ederiz derken, "bu tasavvurdur" değil. Bu iman, kalpte oluşan bir şeydir, insan bunu kabul edecek, değil. Müşahededir, alıcılarını açarsan, insan bunu görecektir.

Pencere kavramı çok ilginç. Ne demek pencere? Dışarıda görüntü var, pencereyi açtığın zaman, sana geliyor ışık. Mevcut olan bir şeyin şahidi oluyorsun. Allah'ın Şafi olduğu, mesela bize malum değil. Meçhul bizim için. ne zaman hasta olurum, bir pencere açılır bize. Allah bize bir pencere açıyor, görmemiz için vesile gönderiyor. Daima şifa bulduğumu anlıyorum. O zaman şifanın ondan olduğunu anlıyorum.

Bu özellikleri başkasına verebilir miyiz? Eşyanın mahiyetini esbaba veremeyeceğimiz çok bariz. O zaman diyoruz ki, bu Vacib-ül vücudun bana açtığı bir penceredir. Örneğin, çiçekse, cemaline, keremine mazhar oluyorum.

Birisi diyebilir ki, "sen çiçeğe güzel dediğin için güzel". Aslında çiçek benim sevebileceğim şekilde yapılmış. Meyveyi yaratmış, benim seveceğim şekilde. Basirane yapılmış. Benim duygularımı bilerek yaratmış.

Atomlar arasındaki çekme, itme kuvvetinin varlığından çiçeğin güzeliği çıkmaz. Ki atomların itme, çekme kuvveti, Allah'ın kudretinin aynasıdır.

Biz her an sağlık buluyoruz. Fiziksel olarak da böyle. Vücudumuzda her gün sürekli yeni mikroplar oluşuyor, bozuk hücreler oluşuyor. Bunlar temizleniyor. Sağlık veya düzen bize niye normal geliyor? Çünkü esmaların tümü yansıyor. Bir esmayı çıkartırsanız, hastalık veya düzensizlik oluşur.

Bütün mevcudatın varlığı, Rahmetin, Keremin, Nazımın varlığına işarettir.

maa: biz hasta olduğumuzda, Şafi isminin vücudumuzda görünmesi nasıl oluyor?

aş: Benim alıştığım tarzdan farklı bir tarz olduğu zaman, izafi bir şifasızlık oratmı yaratıılıyor. Düzensiz bir halv vermekle, düzenin varlığını anlamamı sağlıyor.

Deven var. Allah önce deveni kaybetiriyor, sonra bulduruyor. Böylece deveyi senini nazarında uzaklaştırıyor bir miktar.

Hastalık anında şifayı daha az görüyorum. Bunda az veya perdeli gösterirken, öbüründe daha fazla göstermek sutretiyle, hayatı anlıyorum.

Senin dünyana hakikatler verilmiş. Sen hakikatleri kendinden tanıyorsun. Sende onların karşılığı var. Sen hiç bir kelimeyi işitmemiş bir kişiye, o kelimeyi kullanamazsın. O kişinin o kelimeyi biliyor olması gerekiyor. Yani fıtratımızda olan bir şeyi Allah bir pencereyle açığa çıkartıyor. Sen kendinde olan bir şeyin farkına varıyorsun.


İkinci Pencere
Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hakîmane öyle bir teşahhus-u vechî veriliyor ki; meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i fârika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.
Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?...

aş. İnsanı birbirinden ayıran şey nedir görüntüde?

Teşahhusat nedir? Belirleyici özellikler.

Sabi bir adam bana geldi, "şu kaşığı bana tarif edin" dedi. Bütün kainattan bağımsız olarak bu kaşığı tarif edemezsiniz, dedi. Kainatta olan her bir şeye göre kaşığın tarifi değişebilir. Dolayısıyla kaşığın sonsuzla olan irtibatı var. Kaşık kendi başına anlamı olan bir şey değil.

Dolayısıyla bir insanı farklı bir insan olarak görmemiz bile, mucizevi bir şey olarak görünüyor, bana.

"nihayetsiz imkanat yolları" tabirini anlamamız gerekiyor ki, Mert'e Mert diyoruz. Bu nihayetsiz hadsiz yollardan bir yüz verilmiş.

x: Varlık alemi içinde onun var olması ihtimal dahilinde değil. Çünkü nihayetsiz ihtimal olduğu için, o kişi olamaz.

aş. Yani Mert kastedilmiştir. Mert'in var olma ihtimali, belirli bir ihtimal değil, imkansızdır.

Sen her şeyi her şeyden tefrik edebiliyorsun. Kainatta sonsuz tane farklı fark edilebilir şey olsun.

Sonsuz tane seçenek var. Fakat tefrik edilemeyecek karışıklıkta olabilirdi. Ama teşhis edilebilecek bir şey çıkıyor.

x: Su, 2 hidrojen ve 1 oksijenden oluşuyor. Halbuki, sonsuz ihtimal olabilirdi, 3 hidrojen+ 1 oksijen olabilirdi. 4 hidrojen olabilirdi. Sonsuz ihtimal olabilirdi.

aş. 2 hidrojet ve 1 oksijenin şeklinde ve yapısında da sonsuz ihtimal var.

Kulak, hadsiz şeyin sesini ayırt edebilecek mahiyettedir. Bu bir teşahhusattır. Ses denen olayı, her bir mevcudatı sesle tanıyabiliyorsun. Bu kasıtlı bir tercihin göstergesidir.

24 Aralık 2010 Cuma

Altıncı Şua İkinci Sual

"İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَعَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ

deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâm'dan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki salavatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir? Aynı dua, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri... Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zâtlar musırrane dua etmesi ve bilhassa o şey va'd-i İlahîye iktiran etmiş ise... Meselâ: عَسَى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا Cenab-ı Hak va'dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِى وَعَدْتَهُ deniliyor; bütün ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?

(Orjinal Sayfa:93)

Elcevap: Bu sualde üç cihet ve üç sual var.

Birinci Cihet: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler. Âl hakkında olan bu duanın parlak bir surette kabul olduğuna delil şudur ki:

Üçyüzelli milyon içinde Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan yalnız iki zâtın; yani Hasan (R.A.) ve Hüseyin'in (R.A.) neslinden gelen evliya, -ekser-i mutlak- hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları, عُلَمَاءُاُمَّتِىكَاَنْبِيَاءِبَنِىاِسْرَائِيلَ hadîsinin mazharları olduklarıdır. Başta Cafer-i Sadık (R.A.) ve Gavs-ı Azam (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) olarak herbiri, ümmetin bir kısm-ı azamını tarîk-ı hakikata ve hakikat-ı İslâmiyete irşad edenler, bu âl hakkındaki duanın makbuliyetinin meyveleridirler."

aş. Muhammed asm. daha yüksek olduğu halde, neden onu İbrahim as. ile kıyaslayarak duada talepte bulunuyor? İlk bakışta sanki bir tenzilat oluyor gibi, belagat kaidesine ters düşüyor gibi. Buraaki veçhe, nübüvvet makamann velevliya makamnan her zaman yüksek olması.
Burada vurgu Muhammed ve İbrahim asm.'ın makamları kıyaslanmıyor, onlardan gelen nesillerin kemaliyle alakalı bir mesele.
Ayrıca, Hz. İbrahim'in nesli belirlenmiş, gelmiş. Diğerinin nimeti daha ortaya çıkmamış. Bilinen nimetlerden en güzeli istenir. Hiçbir peygambere nasip olmamış. Baba peygamber, oğul peygamber. İshak'tan, 600'e yakın peygamber gelmiş.
Burada şu vurgu da var: Hz. Muhammed'in nesli, her ne kadar peygamber olmasalar bile, onların kemalatları peygamberler nisbetinde olacaktır. Sürekli yapılan o duanın ne kadar makbul olduğunu ve gerçekleştiğini gösterir.
Allah her şeye bir kaide koyuyor. Sanki bize şunu gösteriyor. İmamlıkta rehber olacak insanlar, Muhammed asm'nin soyundan gelecek. Oradan gelen nesle dikkat edin diye bize ders veriyor.
Salih Özcan ağbi, kendisi bir seyyid. Üstad da ona bizzat kendisi de söylemiş, kendisinin hem Hasan'ın hem Hüseyin'in neslinden geldiğini. Ancak ben ispat edemiyorum diyor.

"İkinci Cihet: Bu tarzdaki salavatın namaza tahsisi hikmeti ise; meşahir-i insaniyenin en nûrâni, en mükemmeli, en müstakimi olan enbiya ve evliyanın kafile-i kübrasının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icmâ ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-ı uzmaya, o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahattur ile, şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyieden kurtulmaktır. Ve bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, onun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem'den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.
Evet Kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gadab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi, hârika ve mu'cizane ve gaybî bir surette mu'cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Birtek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zâhir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delalet eder.
Fatiha'da صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ o kafileye ve غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضّالِّينَ muarızlarına bakıyor. Burada beyan ettiğimiz nükte ise, Fatiha'nın âhirinde daha zâhirdir."
aş. neden namazın sonunda salavat diyoruzun çok güzel bir hikmeti bu. ben de o kafiledenim, demenin bir yolu bu.
Hepimiz bir yolculukta bir yere gidiyoruz. Ama insanların ekserisi, nereye gittiklerini bilmiyor. Hayat yolculuğunda nereye gidiyoruz? Fakat bir kısım insanlar var ki, nereye gittiklerini emin bir şekilde biliyorlar. Ayrıca bu insanlar sıradan insanlar değil. Her biri insanlığın en zirve ahlakında. Yalan söylemeyen, en bilgili, en yardımsever. Fazilet noktasında en zirve insanlar hep o kafilenin içinde. İşte salavat getirmenin anlamı budur: Ben de onlardanım.
yy. bir miting oluyor bağırıyorsun, sana zevk ve emniyet veriyor.
aş. uh

10 Aralık 2010 Cuma

Altıncı Şua

"Hem nasılki o gecede Cenab-ı Hak tarafından اَلسَّلاَمُعَلَيْكَيَااَيُّهَاالنَّبِىُّ demesi, istikbalde yüzer milyon insanların her biri, her gün, hiç olmazsa on defa اَلسَّلاَمُعَلَيْكَيَااَيُّهَاالنَّبِىُّ demelerini âmirane iş'ar eder. Ve o selâm-ı İlahî, o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir mana verir. Öyle de: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, o selâma mukabil اَلسَّلاَمُعَلَيْنَاوَعَلَىعِبَادِاللّهِالصَّالِحِينَ demesi, istikbalde muazzam ümmeti ve ümmetinin sâlihleri, selâm-ı İlahîyi temsil eden İslâmiyete mazhar olmasını ve İslâmiyetin umumî bir şiarı olan mü'minler ortasındaki اَلسَّلاَمُعَلَيْكَوَعَلَيْكَالسَّلاَمُ umum ümmet demesini raciyane, daiyane Hâlıkından istediğini ifade ve ihtar eder. Ve o sohbette hissedar olan Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, emr-i İlahî ile o gece اَشْهَدُاَنْلاَاِلهَاِلاَّاللّهُوَاَشْهَدُاَنَّمُحَمَّدًارَسُولُاللّهِ demesi, bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirane haber verir. Ve bu mükâleme-i kudsiyeyi tahattur ile kelimelerin manaları parlar, genişlenir.

Bu mezkûr hakikatın inkişafında bana yardım eden garib bir halet-i ruhiyedir:

Bir zaman karanlıklı bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde, hal-i hazırda olan bu koca kâinat; hayalime camid, ruhsuz, meyyit, boş, hâlî, müdhiş bir cenaze göründü. Geçmiş zaman dahi bütün bütün ölü, boş, meyyit, müdhiş tahayyül edildi. O hadsiz mekân ve o hududsuz zaman, karanlıklı ve vahşetgâh suretini aldı. Ben o haletten kurtulmak için namaza iltica ettim. Teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ dediğim zaman birden kâinat canlandı; hayatdar, nurani bir şekil aldı, dirildi. Hayy-ı Kayyum'un parlak bir âyinesi oldu. Bütün hayatdar eczasıyla beraber, hayatlarının tahiyyelerini ve hedaya-yı hayatiyelerini daimî bir surette Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a takdim ettiklerini ilmelyakîn, belki hakkalyakîn ile bildim ve gördüm.

Sonra اَلسَّلاَمُعَلَيْكَيَااَيُّهَاالنَّبِىُّ dediğim vakit, o hududsuz ve hâlî zaman; birden Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın riyaseti altında, zihayat ruhlar ile vahşetzar suretinden, ünsiyetli bir seyrangâh suretine inkılab etti.

İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَعَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ

deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâm'dan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki salavatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir? Aynı dua, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri... Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zâtlar musırrane dua etmesi ve bilhassa o şey va'd-i İlahîye iktiran etmiş ise... Meselâ: عَسَى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا Cenab-ı Hak va'dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِى وَعَدْتَهُ deniliyor; bütün ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?"

hş. Burada bizim niçin ibadet yaptığımızı özetliyor. İnsan, kainattaki bütün mahlukat adına, veya tüm İslam cemaati adına, tahiyyatı sunuyor.
Cenab-ı Hak da ona bir karşılık veriyor.
"ve rahmetullahi ve berakatuh" diyor. Rahmet ve berekat. Bereket, bekaya bakıyor. İnsan beka istiyor. Cenab-ı Hak, "ben sana ahireti de veriyorum" diyor. Resulullah, o bekayı salih insanlara müjdeliyor.

aö. "Selamı ilahiyi temsil eden İslamiyete mazhar olur" ne anlama geliyor orada?

hş. Bütün insanlar ve mahlukat kendi içimizden en güzel olanı çıkardık. Bizdeki tüm güzelliklerin özü Resulullah olur. Tüm güzelliklerin onda öz haline gelmesi ve onun da Cenab-ı Hakka gitmesi veya Ona selam vermesiyle, ben de aslında o selama dahil oluyorum. Her namazda da selamlaşıyoruz, Cenab-ı Hakla. Selam deyince, huzur, mutluluk. Kulluğa başladığımız anda, huzurun ve mutluluğun kapısından içeri giriyoruz.

oğ. Resulullah kainattaki tüm mahlukatın manalarını anlaması ve bunları Rabbe sunmasıyla, "sen kurtuluşa erdin" manası taşıyor. Cenab-ı Hakkın da ona ve salih kullara selam göndermesiyle, bu manayı anlayan insanların da kurtuluşa erebilecekllerini ima ediyor.

yy.

3 Aralık 2010 Cuma

Altıncı Şua

Şimdiye kadar Fatiha'nın tefsirini yaptık, şimdi de namaz tamamlansın diye teşehhüdü okuyoruz.

"Altıncı Şua şualar 6. şua


Yalnız iki nüktedir.

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

[Namazdaki teşehhüdde bulunan

اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ

ilâ âhirenin iki noktasına gelen iki suale iki cevaptır. Teşehhüdün sair hakikatlarının beyanı başka vakte talik edilerek bu "Altıncı Şua"da yüzer nüktesinden yalnız iki nüktesi muhtasar bir surette beyan edilecek.]

Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatı, Mi'rac gecesinde Cenab-ı Hak ile Resûlünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir?

Elcevap: Her mü'minin namazı, onun bir nevi Mi'racı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise, Mi'rac-ı Ekber-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm)da söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle, o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz'iyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teâli edip genişlenir.

Meselâ: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gecede Cenab-ı Hakk'a karşı selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُلِلّهِ demiş. Yani: "Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sâni'lerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve îmanımla sana takdim ediyorum."

Evet nasılki Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَلتَّحِيَّاتُ kelimesiyle, bütün zîhayatın ibadat-ı fıtriyelerini niyet edip takdim ediyor. Öyle de: Tahiyyatın hülâsası olan اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesiyle de, bütün medar-ı bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve "mübarek" denilen ve hayatın ve zîhayatın hülâsası olan mahluklar, hususan tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların fıtrî mübarekiyetlerini ve bereketlerini ve ubudiyetlerini temsil ederek, o geniş mana ile söylüyor. Ve mübarekâtın hülâsası olan اَلصَّلَوَاتُ kelimesiyle de zîhayatın hülâsası olan bütün zîruhun ibadat-ı mahsusalarını tasavvur edip dergâh-ı İlahîye o ihatalı manasıyla arzediyor. Ve اَلطَّيِّبَاتُ kelimesiyle de, zîruhun hülâsaları olan kâmil insanların ve melaike-i mukarrebînin, salavatın hülâsası olan tayyibat ile nurani ve yüksek ibadetlerini irade ederek Mabuduna tahsis ve takdim eder."

aş. Burası Miracta Cenabı Hakla Resulu arasındaki konuşma. Cenabı Hakka, Muhammed Asm'nin miraç suresinde geçirdiği her şeyi takdim ediyor.Şu cümle, tümünü özetliyor, tüm mirac-ı nebeviyeyi. Mirac insanın külli ubudiyetini temsil ediyor. Bu cümle de tüm miracı temsil ediyor.

"Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatı, Mi'rac gecesinde Cenab-ı Hak ile Resûlünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir?"

"Elcevap: Her mü'minin namazı, onun bir nevi Mi'racı hükmündedir. "

aş: İnsan gün boyunca şu dört hakikati ne kadar yaşamışsa onları namazda Cenabı Hakka takdim ediyor.

"Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise, Mi'rac-ı Ekber-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm)da söylenen sözlerdir."

aş. Şazeliler halka kuruyorlar. Bunlar devir devir büyüyor. Ortada şeyhin belirlediği biri var. Şeyh de halkanın bir tarafında tutuyor. Ortadaki adam zikri başlatıyor. Halkadaki insanların konumlarını değiştiriyor. Her biri bir mevcudatın bir tespihatını temsil ediyor. Ortadaki bir zikri yönetiyor. Sonra bunları alıp, şeyhin önüne gidiyor ve zikri ona takdim ediyor. Burada kainatın insanın, Cenab-ı Hakla ilişkisini temsil etmişler. İnsan ortada, etraftaki halkalar tüm mevcudat. Onların zikrini dinliyor anlıyor ve bunları Allaha takdim ediyor. Mirac dediğimiz şey de insanın Allah'ın esmasını ne kadar anlamışsa kainatta onu namazda takdim ediyor. Resulullah, bunun külli ubudiyetini Miracda yapmış. Gün boyunca ayetlerle karşılaşıyoruz, onlardan esmayı okuyoruz ve namaz sırasında bütün bunları Rabbe takdim ediyoruz.

Burası, o takdim ediş sırasında insanın ne söylediğini, insanın nasıl bir ubudiyete mazhar olduğunu özetleyen bir yer.

"Onları zikretmekle, o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz'iyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teâli edip genişlenir."

aş. Bir şeyin cüziyetten külliyete çıkması ne demektir? Bir kedinin yavrusunu sevmesi, Rahmaniyetin cüzi bir numunesidir. Bunu kediye verebilirsin, kedi yavrusunu seviyor. Merhametin bir tecellisi.

Bir insan aynalarla dolu bir odaya girdiğinde, kendisi bir kişiyken, aynalar vasıtasıyla sayısız tecelliye mazhar olur. Kendisi cüzi iken, külli mahiyete gelir. Yani her bir aynada o insan gözükür.

Külliyet ile küll arasındaki fark şudur. Küll ile cüz aynı cinstendir. Küllün oluşması için cüzlerin olması gereklidir. Cüzi ise küllinin parçası değildir. Sonsuz tane bile olsa, külliden bir parça değildir. Ama her şey onu gösterir.

Bir kedi yavrusuna merhamet ediyor. Bu merhameti, cüz küll ilişkisinde düşündüğümüzde; merhameti Allah'ın merhametinden bir parça olarak görersek, bu şirk ifade eden bir durum olur.

hş. Ben cüziyi itibari olarak anlıyorum.

aş. Kişi bir fertken, sonsuz görüntü olmasıyla külliyet kesbetmesi ne demektir? Bir özelliğinin her yerde gözükmesi demektir. Ama o yansımalar hiçbir zaman, onun bir parçası değildir.

O yüzden biz panteistlerden farklıyız. Onlar bütün akılların birleşmesinden oluşan bir akla inanırken, bizim anladığımız tevhidde, mevcudat cüzi konumundadır. Cenabı Hakkın esması külli konumdadır. Yani parçası değildir.

Eğer biz anneyle yavru arasındaki ilişkiyi, bir cüzi görüntü olarak görmezsek, o zaman her bir rahmeti sebeplere dağıtabiliriz, bu ise şirk olur.

Ben mesela, kendim namaz kılıyorum; fakat tüm mevcudat, tüm zerrelerim, müminler hepsi Allah'ı tespih ediyor. Sen bir insanken, bir fert olarak ibadet ederken, miracı tahattur etmekle, tüm mevcudatın ubudiyetine dönüşüyor. Ben, zerrelerim, tüm müminler ve tüm kainatla bilikte ubudiyet ediyorum.

"Meselâ: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gecede Cenab-ı Hakk'a karşı selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُلِلّهِ demiş. Yani: "Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sâni'lerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve îmanımla sana takdim ediyorum."

aş. Eğer merhamet cüziyette kalırsa, yok olur. Fakat tüm zayıflara merhamet edenin merhameti şu anda orada yansıyor dedin mi, tıpkı güneşin ışığı bir kabarcıkta görünmesi gibi, tüm kabarcıklarda tecelli eden güneşin yansımasıdır dediğin anda, tüm denizin üstünde tecelli eden güneşle irtibat kurmuş oluyorsun. Yani her zaman her yerde tecelli eden bir hakikatin bir ucu oluyor.

Tahiyyatla, her yerde herkesin yaptığı ubudiyete dahil oluyoruz. Ubudiyetin olmadığı bir nokta bile yok, bunu demek suretiyle külli bir hakikatin içine girmiş oluyoruz.

"Evet nasılki Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَلتَّحِيَّاتُ kelimesiyle, bütün zîhayatın ibadat-ı fıtriyelerini niyet edip takdim ediyor. Öyle de: Tahiyyatın hülâsası olan اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesiyle de, bütün medar-ı bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve "mübarek" denilen ve hayatın ve zîhayatın hülâsası olan mahluklar, hususan tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların fıtrî mübarekiyetlerini ve bereketlerini ve ubudiyetlerini temsil ederek, o geniş mana ile söylüyor."

aş. Hayatı ifade eden ne varsa, hepsini o verdi manasında bir tespihat var.

Mesela bir araba çalışmasıyla, beni yapanın güzel iş yaptığını gösterir. Güzel bir aletin çalışıyor olması, efendisini öven bir hal olur.

Birinci katta, ne kadar hayattar olan ne varsa, ki hayattar olmayan hiçbir şey yoktur, tüm mevcudatın ubudiyetini sana sunarım, diyor.

Bu yetmiyor, sonra el mübarekatuh, diyor. Bir çizgi sonsuz noktadan oluşur, bir düzlem sonsuz çizgiden oluşur. Bir ağaç var, üzerinde sayısız meyve var. Bunların hepsi sana tespih eder. İki, her bir meyvenin içinde bir tohum var, ve onun içinde bir ağaç kadar potansiyel var. Dolayısıyla, ağacı bir tohumun içine koydu, her bir tohum da kainatın ifade ettiği manayı ifade ediyor dedi. Her bir hayat sahibi sayısız hayat sahibi kadar tespih ediyor. Yani bir boyut artıyor. Yatay eksendeki her bir noktayı sonsuz noktalardan oluşan bir doğruya çevirdi.

Mekansal sonsuzluk vardı, zamansal sonsuzluğu da ekleyerek, tespihatın keyfiyetini artırdı.

Ben sana sadece bütün mevcudat ibadet ediyor demiyorum, her bir zerre tüm kainat miktarınca tespihat yapıyor, diyor. Böylece ubudiyeti küllileştirmiş oluyor.

aö. Merkezde Mabud ismi var. Cüzi ubudiyetler bunun tecellisiyken, hepsinin küllileşmesi oluyor.

aş. Peki es-salavatın farklılığı nedir?

"Ve mübarekâtın hülâsası olan اَلصَّلَوَاتُ kelimesiyle de zîhayatın hülâsası olan bütün zîruhun ibadat-ı mahsusalarını tasavvur edip dergâh-ı İlahîye o ihatalı manasıyla arzediyor. "

Ağaç, ağacın tohumları, o tohumların içinde sonsuz ağaç var. Ama ruh dediğim zaman hem zamanı hem mekani içine alabilen, hepsini aynı anda ihata edebilen bir mahluka dönüşüyor. İnsanı düşünün. Her bir dna, bir nesli barındırabilir. Ama ruh, tüm zihayatı ve ziruhu içine alabilecek bir mahiyet kesbediyor.

Ağacın tüm meyveleri tespih ediyor. Tohumlar da diyor ki, bu tesphiat sonsuzdur. Bir de ziruh var. Onun tüm ubudiyetlerini sunabilecek mahiyette. Yani tohumundan ağacına kadar tüm silsileyi içinde barındırabilecek mahiyette. Ağaç dediğimiz zaman bir şahsı manevidir. Tüm ağaçları içine alabilecek bir mahiyet kazanıyor.

Cansızlara baktığımızda çeşit çeşit var. Tohumlu bir canlı, bunu tüm zamana katıyor.

hş. Ziruh farklı varlıkları bir araya topluyor. Mesela bir hayvan et yemekle, başka bir hayvanı da içinde barındırıyor. Herhangi bir ziruha bak, tüm kainatı temsil ediyor.

aş. Ruh, başlangıçtan sona kadar olan tüm insanları bir araya bağlıyor,hem de o potansiyeli de insana bağlıyor. Yani bebekten ölüme kadar tüm anı birbirine bağlıyor, hem de dna'daki potansiyeli de ona bağlıyor.

"Ve اَلطَّيِّبَاتُ kelimesiyle de, zîruhun hülâsaları olan kâmil insanların ve melaike-i mukarrebînin, salavatın hülâsası olan tayyibat ile nurani ve yüksek ibadetlerini irade ederek Mabuduna tahsis ve takdim eder."

aş. Ziruhlar zaman ve mekanı birleştirdiler. Zişuurlar da tüm ziruhların yapmış olduğu tüm ubudiyetleri birleştirip Allaha takdim ediyor. Ziruhların yaptığı ibadetleri fark etti.

aö. Zişuur yerine burada melaike-i mukarrebin demesinin maksadı?

aş. Bir örnek vereyim: Benim ruhum, bedenimdeki tüm zerratın ubudiyetini takdim ediyor. Sen bu cemaatin lideri oldun, bir şahsı manevi olarak anılıyorsun. Ayette diyor ya, o gün imamlarıyla çağrılır. Çünkü o imam tüm hepsini bir parçası gibi görüyor. Cebrail As. da tüm meleklerin toplamı gibi. Bir babanın ailenin bütününü temsil etmesi gibi.

En sonda, Muhammed ASM. tüm peygamberlerin, velilerin, mevcudatın tüm zamanlardaki her halinde potansiyel olarak veya o andaki ubudiyetlerini temsil ediyor. Mirac da bunun gerçekleşmesi. Mirac'da ona tüm zamanlar gösteriliyor. Tüm peygamberlerin makamında terakki ediyor. Cebrail As. mertebesinde mülk ve melekutu terakki ediyor.

26 Kasım 2010 Cuma

15. Şua 9. Kelime

"Dokuzuncu Kelime: آمِينَ dir. Buna kısacık bir işaret:
Madem نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ deki "nun" üç cemaat-ı azîmeyi, bilhassa
âlem-i İslâm câmiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediğimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor; biz dahi bu "Âmîn" kelimesiyle, o cemaat-ı muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o "Âmîn" ile bir rica etmemizle, bizim cüz'î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip, küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir. Demek uhuvvet-i îmaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibariyle ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha'daki "Âmîn" külliyet kesbeder, milyonlarla "Âmîn"ler hükmüne geçebilir
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
"

aş. "Biz sana ibadet ederiz"deki biz neyi ifade ediyordu? Her bir insan vücutta 70 trilyon hücre var. Bunun altında sayısız parçacıklar var. Her biri tesbih ediyor. Kendi yapabileceğinin çok çok üstünde kasıtlı faaliyetlere vesile oluyorlar. Dolayısıyla ben bir Mazımın, Muktedirin memuruyum diye zikir yapıyor. Dolayısıyla insanın her bir zerresi ve o zerrelerin mürekebinden oluşan hücreler, organlar hepsi kendi yaratıcısını zikrediyor. Ben de bunun bilinciyle, hepsinin ubudiyetini tasidk etmek manasında "na budu" diyorum. Yani benim vücudumdaki tüm zerreler sana ibadet eder, ben de şahidim buna, der.
Bu birinci anlamıydı.

İkincisi, alem veya ehli islamın hepsi, Allaha ubudiyet ediyorlar, namazda. En başta Kabenin etrafındaki halka. O halka genişleye genişleye, hem zamansaml hem de mekansal olarak genişleyerek, sana ibadet ederiz diye ilan ediyorlar.

Üçüncü olarak, daha külli bir manada, tüm kainatın tüm zerratı, ve tüm parçaları, her biri, bizi bu şekilde yöneten Rabbimizi zikrediyoruz, ona ubudiyet ediyoruz diye ilan ediyorlar.

Burada "dualarına ve söylediğimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor;" diyor ayrıca. Neden şefaat kelimesini kullanıyor? Tüm ehli iman diyor ki, biz müminleriz, bu kainatın sahibinin memurlarıyız. Dolayısıyla, benim tek başıma söylediğim "nabüdü" sözünün derken, kim şahittir denilince, diyorsun ki: başta vücudum, sonra tüm ehli iman bu sözümü tasdik edicidir, şefaatçidir; sonra hatta tüm kainat şefaatçidir. Yaptığın işi anlamlı kılmak anlamına geliyor bir bakıma şefaatçi. Senin o ifade ettiğin mananın doğruluğunun hak olduğunu tastdik etmek manasında şefaatçidir. Resulullah nasıl şefaatçi olacak? Bizim istediğimiz şeylerin hak olduğunu söylemek manasında şefaatçı olacak. Yoksa bize torpil geçilecek değil. Cenabı Hak, ona sorduğunda, o da mı seninleydi, diye sorduğunda; evet o da benimleydi, diyecek adeta. Resulullahın şefaatçı olmasını istiyorsak, veya onun şahsı manevisini temsil eden alemi islamın şefaatçı olmasını istiyorsak, onların ilan ettikleri hakikati biz de ilan edeceğiz ki; onlar da evet o da bizdendir, desinler.

aö. şefaatin özellikle günahkarlara olması ne anlama geliyor?

aş. çünkü büyük günahlar yapan bile, resulullahın şefaatine özellikle ihtiyacı olacaktır. diyecekler ki, seni biz nasıl tanıyacağız, büyük günah işlerdin. Resulullah diyecek ki, ben buna şahidim.

içki ve zina büyük günahtan. sahabeden içki içen biri var. resulullah der ki, o allah ve resulunu sever, ona dokunmayın, der. yani şefaati, ümmetinin büyük günahlarını işleyenlere yöneliktir. onların kendisine olan salavatını işitiyor.

şefaat iman eden kişilere yöneliktir. allahım, ben senin o sevdiğinin yolunda gidiyorum, diyen insanlara yöneliktir.

---
önemli olan burada insanın niyet olarak ait olmak istediği şeyi belirlemesidir. biz bunlardan olmak istiyoruz.
---
ruh nasıl terakki eder?
mesela meyveyi yediniz, bedeniniz terakki etti. fakat meyvedeki ikramı görüp allaha şükrettiniz veya o meyveyi allah rızası için bir başkasına ikram ettiniz, o zaman ruhunuz terakki eder. biz ruhumuzu önceleyeceğiz. maddiyatla muhatap olurken bile, orada ruhumuza bakan yönüne bakacağız.
---
aci. ruhu beslemek var ya, bu sözle kastedilerek olacak bir şey değildir. sen güzel bir şeye bakarken, güzel düşünürsen zaten ruhu beslemiş olursun. ama "ruhumun besleyeyim dersen" olmaz.