28 Mart 2008 Cuma

Onüçüncü Lema 13. İşaret 3. Nokta

13. Lema 13. İşaret 3. Nokta
"İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter"
A: Bir tartışma anında dostunuzun bütün iyiliklerini yok sayıyorsunuz. Birçok iyi yönü var, onu düşünmüyor sadece o an ilişki kurduğu yanlış bir nokta varsa, onu dikkate alıyor. Aslında insanlar arasındaki kavgaların özünde de ub var. İnsan insaflı bir şekilde bakmıyor. Halbuki bu insan bu kadar zalim olabilr mi diye düşünmesi lazım.
Ct: Saldırdığı zaman tüm yönlerine saldırıyor.
A: Evet. Veya tavır olarak saldırıyoruz veya soğuyoruz. Özellikle evlililiklerde veya birlikte kalan arkadaşlarda bu çok sorunlara sebep olabiliyor.
"Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler. "
A: İnsafsızlık olduğunu söylüyor.
Af: İnsaf ne demek?
A: İnsaf hakkı teslim etmek anlamına gelir. Hakkın hakkını vermek. Vicdanın hükmetmesi manası verebiliriz. Ama en temelde hakkı teslim etmek anlamına gelir.
C: Yarılamak demek. Paylaşmak hakkı.
A: Evet. Haklı davranmıyor manasında, insafsız diyor. Çok ilginç bir örnek vereyim. Nefis Tezkiyesi diye bir kitap çalışıyordum, Humeyni'nin. İnsan bencil olup olmadığını nasıl anlar? Eğer aynı tavrı gösteren bir dostunuz ve bir düşmanınız, birinin kusurunu görmezlikten geliyor, birinin de kusurunu görmezlikten geliyorsanız, siz bencilsiniz. İnsaf, hak nazarında her şeyi yerli yerine koymaktır. Bencil olmadığımızın ölçüsü nedir?
Burada daha genel bakıyor. Dost mu, düşman mı olduğuna bakarken, daha bütünsel bakacağız. Adamın 100 parçasından 49 parçası kötü, 51 parçası iyi. O adamı iyi göreceğiz. Hadislerde, kardeşinize yardım edin diyor. Zalim de olsa yardım mı edeceğiz diye soruyorlar. Evet onu zulmünden alıkoyarak yardım edin.
Gazali, İbni Sinayı küfürle itham etmiş. Ama Sait Nursi, onun istifade edilebilecek hakikatlerini görüyor ve ami bir mümindir diyor. Çok insaflı davranıyor. Ama bir yandan da şeyhi gibi gördüğü İmam-ı Rabbaniye Hz. Yusuf meselesinde, burada aşk değil, şefkat var diyor imamım diyor. Çok talı bir şekilde ona itiraz ediyor. Bütün bütün silmiyor onu. Biz olsak çok katı bir şekilde itiraz ederdik.
Bir zamanlar, Gazaliyi konuşuyorduk bir derste. Gazali bir örnek veriyor: Allah, siyah gecede, siyah kayanın üstünde, siyah karıncanın ayak sesslerini duyar diyor. Biz de ona amiyane bir yazıyla eleştirdik. Bu çok belli zaten demiştik. Benim dünyamda o zaman, Gazali'nin makamı biraz düştü. Sonra anladım ki, o çok hikmetli ve belagatlı bir ifade. Avam nazarında çok hikmetli bir ifade şekli. Işık olmasa bile görür manasını, güzel bir temsille anlatmış. Sonradan anlayınca, bizim geçmişteki tavrımızın çok toptancı bir tavır olduğunu fark ettik.
Mesela geçenlerde Humeyni'yi çalışıyoruz. Eskiden biz ona "Humeyni mi İslam mı" diye onu tamamen İslam dışında görüyorduk. Halbuki onun da önemli hakikatleri var. Ondan gelebilecek güzel fikirleri engellemiş oluyoruz.
Mn: Ya kötülük gelirse. Mesela bütün bir kitabı, ehli sünnete ters bir düşnceyi açıklamak için yazmışsa.
A: Burada mümine karşı insaflı olmaktan bahsediyor. Müminin öyle bir niyeti olamaz. Velev ki öyle bile olsa, o adamın iyiliklerini örtmeyi gerektirmez. 100 kötülüğü olsa, 1 tane iyiliği bile olsa, adalet-i mahza sırrıyla, o kötülüklerin içinden iyiliği seçeceksin.
Mn: Seçici bir insan ayrıştırıyorsa bu faydalı olabilir. Ama avamdan birinin onların eserini okuyarak, batıla düşme ihtimali çoktur, diye düşünüyorum.
A: Avam için konuşmadık zaten. Ben kendi dünyamdaki etkisini söyledim. Birkaç söz duymuşsun, onunla adamı toptan siliyoruz. Yoksa mesele Humeyni veya başka bir şahıs değil.
Md: Humeyni aşırı bir misal, ama gerçek bir misal. Humeyni'den de konuşulabilir de, tersinden bakacağım ben. Bahsi anlayabilmek için, herkesin eksi tarafı varmış, benim de eksi tarafım var mı acaba. Eğer kendi eksi tarafımızı görebiliyorsak, benim kusurum olduğu gibi, bu kardeşimin de kusuru olabilir. Ama kendi kusurlarımızdan dolayı, kendimizi kötü görmekte bir hata.
Mesela ben sabah namazına kalkacağım dedim. Ama kalkmaadım. Ondan sonra bütün günümüzü zehir etmenin lüzumu yok. O günde bir eksiğimiz var deyip, günümüzün tümünü karartmak da kendimize bir haksızlık.
A: Adam sigarayı bırakmak istiyor. 3 ay içmiyor, sonra bir gün içiyor. Şeytan ona diyor ki, sen bu işi yapamazsın. Halbuki insaflı bir nazar der ki, ben 3 ay düzgün davranmışım. 1 gün ayağım kaymış.
Md: Başkalarına insaflı olabilmemiz için, önce kendimize insaflı olmamız lazım. Böyle bakarsak, hakikaten Humeyni'nin de eksiği gediği vardır, Fethullah Hoca da çok saygın ama onun da eksiği vardır. Ama saatlerce eksiğini konuşarak, hiçbir iyiliğini konuşmamak insafsız bir tavır olur. Merhametsiz bir insan olmak lazım. Hakperest bir tavır değil.
Bunun gibi, ticari ilişkilerimizde de böyle. İnsaflı olmak çok önemli birşey. Bazen öyle oluyor ki, hesaplarken ben hata yapıyorum. Bazen müşteri hata yapıyor. Başkası hata yaptığı zaman müsamaha göstermek lazım. Çok ince bir nokta.
A: Birinci dediğiniz de çok önemli. Bende hata yok mu?
Md: Bazen bu tip şeylerin olmaması, bazen insan kendini öyle bir radikal, yüksek, çok ince bakışlar, insafı, nazar-ı müsamahayı kaldırıyor. Bunlar çok basit görünüyor, ama bu basit şey, dünyanın en harika prensibi. Yani benim bir kusurum var. Zaten dünya demek kusur demektir. Bugün 5 tane 10 tane kusurum olmuş. Kusurlarımdan dolayı tövbe ederim, Rabbim beni affeder. Kendisiyle barışık olmak lazım. Kendisiyle barışık olmayan insanlar, karşılarındakilerine karşı insafsız davranıyor.
Sait Nursi'inn en önemli tavrı budur. Süleyman Çelebiyi bizim İmam Hatipliler gazelci diye küçümserken, Said Nursi onun insanlara Resulullahı sevdiren bir velidir diye bakıyor. Küçük kusurlara takılmıyor.
A: Ubudiyetin özü adalet olduğu için, ve bir yerde adalet-i ubudiyet diyor. Yani ubudiyeti adaletle özdeşleştiriyor. Adalet her şeyi yerli yerine koymak demek. Adam kemalata mazhar. Süleyman Çelebi, insanlara Hz. Muhammed'i sevdirmiş. Ona nazar ediyor.
Y: Toptancı yaklaşımın olmaması, insanın genel eğilimi, ya tümünü toptan kabul etmek ya da toptan reddetmektir. Bu insana rahat gelir. Ya sever, ya da hiç sevmez. Ama onun yanlış veya kusurlu özelliklerini ayıklamak, bir çaba gerektiriyor. Değerlendireceksiniz. Bir kıstasa tutturacaksınız. İnsan bununla uğraşmak istemiyor. Falanca alim adam bir laf söylemiş, hemen onu silme tavrında.
A: Araba kullanıyorsunuz. Bir hata yapıyorsunuz, karşı tarafı tehlikeli bir hale düşürüyorsunuz. Kusura bakma bir hata yaptık, buna da kızılır mı diye bir düşünce içine giriyorsunuz. Ama aynı hatayı bir başkası yaptığında ona öfkeleniyorsunuz. Kendime dikkat ettim, öyle gördüm. İnsanın nefsi, sürekli kendini haklı çıkarmaya karşı tarafı da sürekli suçlu görmeye meylediyor. Biraz kendime dönüp, sanki ben yapmıyor muyum, dediğim zaman hemen insafa geliyoruz.
Md: Muhittin Ağbinin söylediği hususu da, bir yanlışı hiç yok kabul etmek ve yanlışı da görmemek de haksızlık, insafsızlık. Ama yanlışı sevgiyle görmek, insafla görmek gerekliliğini söylüyoruz.
Af: Genellikle üstad deliller getirirken, somut şeylere bakıp, sonra ahiretle ilgili deliller getiriyor. Burada ise önce ahireti örnek verip, sonra bize ders veriyor sanki.
A: Allah'ın adaletiyle ahlaklanalım gibi. Biz ne bekliyoruz? Hesaba çekileceğimiz zaman, bir kusurumuzdan dolayı, bütün hayatımızın ölmesini ister miyiz? İstemiyoruz. Bu yüzden mümkün olduğunca, sevaplarımızın günahlarımızdan fazla olmasını istiyoruz. O zaman sen de öyle muamele et ki, adaletli muamele etmiş olasın. Vicdan adaletli olmak ister. Burada enfusi bir delil getirmiş gibi gördüm ben. Vicdanın zaten bunu istiyor.
Ct: Bir tek hasene ile çok seyyiatı örtüyormuş.
A: Kendi dünyamızda bile öyle, bir arkadaşımız bize bir hata etse, sonra samimi pişmanlık duysa, hemen affetmeye meylediyoruz.
H: Tersi de olabiliyor. Hasedli insanlara çok iyilik yaparsın. Sonra bir kötülük yaptığımızda, her şeyi silip atıyor. Bu toplumsal hayatı çok kesen bir şey.
Geçen, internette gördüm. Risale-i Nura eleştiriler diye bir yazı vardı. Baktım, üstadın tarihçe-i hayatından parçalar almış, altına da eleştirilerini yazmış. Baktığın zaman, güya Risale-i Nuru eleştirecek. Üstadın ufak tefek hatalarını, alimlere karşı saygılı değildi gibi yanlarını gösteriyor. Böylece buna kanan insanları yönlendirmeye çalışıyor. Ama baktığınız zaman, Risale-i Nurun düşünce yapısına ilişmemiş.
Y: Küçük beyinler kişilerle uğraşırmış diye bir söz var ya.
H: Üstad da özellikle diyor ki, benim şahsımı çürütebilirler. Risale-i Nur bir hakikattir. Ben ise kusurlu bir insanım.
İnsanın nefsi yanı, sürekli kusur aramaya yönelik bir meyli var. Bir başkasını kötüleyeceği vakit, şu adamın da ayağının çorabında bir delik var diye başlayıp, adamı yerle bir ediyor. Karşı tarafta anlamıyor, adama karşı bir soğukluk başlıyor.
Bazen bu tip insanlar, büyük resmi göstermemek için böyle ufak tefek şeylere odaklanırlar.
"Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır."
A: Üstad bir yerde diyor ki, bir adamda sadece iman hakikatinin bulunması bile pek çok kusurunun görünmemesine vesiledir. Sadece kemiyet açısından değil, keyfiyet açısından da bakmak lazım. İman elmastır. Adamın bir imanı var. O imanın hürmetine davranıyor. Bir kelime-i tevhid, bütün günahlara kefede daha ağır gelir. Keyfiyeten mümin bu, iman etmiş. İman etmiş bir insana, ne kadar günahı bile olsa, yine de insaflı bakıp, o imanının hürmetine, bütün bütün silmemek gerekiyor.
Mümin kardeşine yardım eder. Fenalıkta da, fenalığını defederek yine yardım eder. Yine yardım eder. Kesip atmak var bir, bir de tamir etmek var.
Y: İlişkiyi koparmamak lazım.
A: İnsana en ağır gelen de odur. Silinmek atılmak. Bir kavga etsen, yine bir ilişkin oluyor. Ama bağırıyor çağırıyor, sen onu görmezlikten geliyorsun, adam çok öfkeleniyor. İnsaniyete uymuyor.
Sadece sayısal değil, kalite olarak da üstün gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır diyor. Yani içimizden muhabbet gelmiyor, o zaman sevmek için zorlayacağız.
D: Kötülüğü fazla bile olsa mı?
A: Evet. Kötülüğünü sevmek manasında değil ama.
D: Ahirette komşu olacağız, iyi haletli insanlarla ilişkimiz olacak diye bir şeyler okumuştuk.
A: Adamın kendisi mümin seveceksin. Ama küfrunu ayırtedeceksin.
C: Sadece cemaat çevrelerine mi uygulayacağız?
A: Mümin olan herkese.
Y: Mümin olmayanlara da. Peygamber hayatımız, en azılı müşrikle bile belirli düzeylerde iletişimi var. Onları cansız saymıyor.
A: Buradaki bağlam sevgi bağlamıdır. Burası müminlerle olan ilişkiyi anlatıyor. Ama münazaratta o mesele de var.
" Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. "
Affetmeye meyilli olmamız lazım.
H: Yoksa kötülükleri kabul etmek değil.
"Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer. "
Bu çok ilginç. Günahın özelliği. Küfür ne demektir, örtmektir. İyiliklerini örtmüş olduğun için günaha girmiş oluyorsun.
Şimdi bir kardeşine karşı muhabbet hissetmiyorsun. Adama karşı soğudum artık diyorsun. Buna fıtri noktadan yaklaşan bir rehbere bir adam geliyor. Hanımı hakkında, "ben onu sevmiyorum" diyor. Ne yapayım, diyor. O zaman sev onu diyor öbür adam. Çünkü sevgi bir eylemdir, sevginin neticesinde ortaya çıkan duygu ise onun bir ödülüdür. Gerçekten öyledir. İman da bir eylemdir. İnsanın say etmesi sonucunda ortaya çıkan bir şeydir. Bizim yapmamız gereken, hoşumuza gitmese de çalışmaktır.
Y: Biz genelde bizim hoşumuza gitmedi, diyoruz ya, bu bizim nefsimizle ilgili bir şey pek çok zaman.
A: Burada bir eylem göstermemiz gerekiyor.
"Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. "
Küçücük bir şey bile örtebiliyor.
"Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur."
Garaz çekememezlik. Çok ilginç bir şey. Bir yerde ben çocuklara bir şey anlatmadığım halde, çocukların dünyasına konuşurken, her gün televizyonda kötülükler anlatılıyor. Bunlar niye böyle yapıyor diye sordum. Halbuki, bir sürü iyilikler var. Çocuk dedi ki, bunlar Allah'ı bize kötü mü tanıttırmaya çalışıyorlar? Çünkü her şeyi yaratan Allah ya, hep kötülük kötülük, sonunda Allah hakkında dahi negatif düşünmeye başlıyor.
Y: Her yerde zulümat var. Toptancı bakınca, Allah da haşa zulmediyor gibi bir sonuca götürebilecek bir izlenim veriyorlar.
A: Allah 7 milyar insan var, 200 milyarlık insanın doyabileceği nimet yaratıyor. Ama ne oluyor, kimisi çöpe atıyor, kimisi harcıyor.

"Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor. Şöyle ki:
Bir hakikat-ı imaniyeye dair yüzer delail-i isbatiyenin hükmünü, nefyine delalet eden bir emare ile kırmak ister. "
Gerçekten kainatın her tarafında bir güzellik, hikmet var görüyorsun. Ama senin şer, zulüm gibi gördüğün olaylarda, bir rahmeti göremiyorsun. O zaman, bütün öbür rahmeti siliyorsun, burada çok zulüm var diye odaklanıyorsun. Şeytan bir şeyi dikkate vererek, Allah'ın bütün yaratışlarını itham ediyor.
Hristiyanların şer/teodize problemini aşamamasının özünde bu var.
Allah mutlak güzel. Fakat burada kötülükler var. Bunları Allah'la nasıl özdeşleştireceğim? Acaba Allah o kadar iyi değil mi, diye onun rahmetini sınırlandırmaya başlıyor. Hristiyanlar şere vücut veriyorlar. Eşyanın özünde şer var gibi görüyorlar. Halbuki eşyanın özünde şer yoktur. Senin nazarında öyledir.
Y: Bütüncanlılarda öldürme içgüdüsü vardır diye bunu meşrulaştırıyorlar.
A: Hatta aslanın bile vazifesi, ölü leşleri yemektir aslında.
Timsah gözyaşları sözü vardır ya. Bir adam bunları incelemiş. Timsah kendi yavrularını ağzına alıyor. Zannediyorsun ki, onları yemiş. Bir müddet takip ediyorsun, onları taşıyor daha müsait bir ortamda onları bırakıyor. Hatta gözlerimle gördüm, kaplumbağayı dahi öyle taşıyor.
Ameliyathaneye vahşi bir insan gelse, pencereden seyretse ne görecek. Bir adamı bağlamışlar, diğerleri de onu makaslarla kesiyorlar. Zulüm gibi görünüyor. Halbuki hakikati tam tersi.

"Halbuki kaide-i mukarreredir ki: "Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor." "
Gerçekten öyledir. Trafik kazasını gören bir görgü tanığı var. 100 milyon insan görmedi. 100 milyon görmedi diye, bir kişinin şehadeti iptal edilir mi? Onlara sorulmaz. Tek görgü tanığının şehadeti delil kabul edilir. O yüzden bir hakikate dayanmayan sözlerin çokluğunun önemi yoktur.
Güzel bir misal var. 100 kapılı saray var. 99 kapısı ileri doğru açılıyor. 1 tanesi geriye doğru açılıyor. Sen o kapıyı ileri itiyorsun, açılmıyor, diyorsun bu saray kapalı. Ama kardeşim, 99 kapısı daha var.
Bazı deliller dünyadan gider. Bazı deliller ise, ahiret nazarıyla bakarsan açarsın. Bazı iman kapıları dışarıdan kapalı görünür, ama içeriden açılmak üzere açıktır.

Yirmibirinci Lema Ihlas Risalesi

Yirmibirinci Lem'a
İhlas hakkında
(Onyedinci Lem'anın Onyedinci Nota'sının yedi mes'elesinden Dördüncü Mes'elesi iken, ihlas münasebetiyle Yirminci Lem'anın İkinci Nokta'sı oldu. Nuraniyetine binaen Yirmibirinci Lem'a olarak Lemaat'a girdi.)
Bu Lem'a lâakal her onbeş günde bir defa okunmalı.
(ayet):
Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz: Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır. Madem ihlasta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten

A: Kendimizi böyle bir vazife ile yüklü görüyor muyuz? Allah bu sorumluluğu üzerimize yüklemiş. Bunların taşıyıcılığını yapmak zorundayız. Halimizle, etvarımızla.
Md. Kendimi eskiden bu havada hissediyordum. Şimdi o havayı yaşıyorum ama o heyecanı kaybettiğimi hissediyorum. Bir müşterim var, oturuyoruz bazen. Bizim şıh Allah razı olsun, herhalde şıhı anlamak zaman sonrası olacak, derdi ki, bu zamanda en büyük tehlike, dünyevilik. İsnsan dünyayla o kadar meşgul olacak olacak, dünyadan başka bir şey konuşamaz hale gelecek. Yutuyor. Belki siz o kadar hissedemezsiniz.
A: Bir rüya görümştüm. İnsanlar televizyonun ve bilgisayarların karşısına geçiyorlar. İBilgisayar böyle helezonik bir şey oluyor, insanları yutuyor. Ben de kendi dünyamda direnmeye çalışıyorum. Şimdi bilgisayarın karşısına bir geçiyorsun, haydi her şeyi unutuyorsun. İnsan vazifesini unutuyor, kul olduğunu unutuyor. Bilmiyorum...
Md: Ben Muhittin Abiyi görünce o atmosferi hissediyorum. Fakat bir de şu var. Tabi bizim onu tam bir sert rijid yapmamız, yani o sorumluluğu hissedip o şekilde dvranmak. Sanki olamıyor.
A: Ben buraya geldiğim zaman farklı bir aleme geldiğimi hissediyorum. Sanki dünyadan çıkıyorum. Hatta salı günü gitmedim derse, içimden bir şeyin eksildiğini hissettim. Rahatsız olmaya başladım. Gıdanı alırsın da eksiklik hissedersin. Buraya gelmesem sanki yaşadığımı bile anlamayacağım hissediyorum kendi dünyamda. Şevk dediğin şeye gelince, bu hizmeti başkalarına anlatmak. Dışarı çıkınca bir isteksizlik var.
Ct: Abi zamana duruma göre hizmetin şekli değişmesi gerekiyor. İlk zamanlarda abiler sadece yazıyorlarmış. Şimdi biz kendi olayımızı nereye koyduğumuzu da gözden geçirmeliyiz.
D: Hizmet bir yere geldiği zaman insanların gururu küçülüyor çünkü insan sayısı azalıyor. O zaman insan eskisi kadar rolüne kendini kaptıramıyor da. Gebze'de bir kardeş var, bir gün dedim, ne yapıyorsun da bu kadar şevklisin diye sordum. Abi elimizde bir hakikat var, bunu anlatmazsak mesuluz dedi. Böyle bakmak lazım.
Md: Biz de şöyle bir gaflet mi var. Hakikaten imansız dünya bir zindan. ilişkiler bir zindan. Lakin şimdi biz bunun Risalei nur ve belirli bbir tefekkürle çok farklı bir şekilde kendimizi kurtarıyoruz bir derece. Acaba imanın o derecelerinin nimetleriyle, dünyanın o karanlıktan aydınlığa geçerek, o rahatlamayla biz dünyeviliğe mi geçiyoruz? O rahatlamayla çıkan enerjiyi dünyevi işlerimizde mi kullanıyoruz? Mesela, tabi ki aile çok güzel bir şey, ama nasıl olsa o nimet deyip, hasr-ı nazarımızı orada geçirmek. Diğer hayatımız da bunun gibi mesela. Hakikaten diğer şeyleri yapmazsak, bunun mutlaka dengeli olması lazım, o hareket aslında insanın kendisine ayrı bir cevvaliyet veriyor. İşadamlarının da anlamadığım bir sırrı vardır. Cahit bu konuyu merak etmiştir, bir genç olarak. Şimdi işadamları çalışmışlar kazanmışlar, yığmışlar yedi sülaleye yetecek malı var. Şimdi bugünlerde Kadir Has mevcu ediliyor. 70 yaşlarında bile hala aynı tempoyla çalışıyor. Neden çalışıyor diyordum. Hayat tarzı değişmeyecek. Neden insan çalışmaya doyamaz? O da şu geliyor bana: Çalışmanın içindeki o şevki hisseden bir insan, onu diğer insanlara taşımak onu göstermek, kendine şiar ediniyor. Şimdi imanın bu nimetlerini hissediyoruz, hakikaten bu nimeti hissedip de başkalarına da bunu sunmayı yaşamak gerekiyor. Kıymetli görüyorsak, onun kıymetini anlatmamız lazım. Bu manada, şahs-ı manevi olmakla beraber, benim asker arkadaşım anlatmıştı. Bir gün öyle bir hücum var, biz burada çoluk çocuğumuzu nasıl koruyacağız? Dedi ki,bunu bir müddettir soruyordu. Ancak cemaat şevkiyle korunabilir. Hakikaten ona bakıyorsun, belki algılamaarı kıt ama cehdi ve gayreti çok olan yerlerde daha büyük bir hareket oluyor. Ben bile, müspet bir şeyle ilgilenmek için bir telefon açmayı, duygusal olarak müspet bir bereketini yaşadım.
A: Hulusi Abinin özelliği olarak, kendisi bunlara ihtiyacını hissetmiş, başkalarının da bu ihtiyaca ulaşmasını sağlamak için, mahalledeki gençleri topluyor, onalara ders yapıyor. Bu hakikatler çok hoşuna gidiyor ve bunu başkalarıyla da paylaşmak istiyor. Elazığlı. Çok seviyorlar ve çok tanınan biri. Herkes onu tanıyor. Bakıyorsun 70 yaşlarında bile o canlılığı taşımış.
Md: Bafralı Pamuk Dede vardı. Muharrem amca mıydı? Ben öğleye kadar rızık için uğraşırım, öğleden sonra risale için çalışırız. Ama orada öğleden sonra hayat zaten duruyor. Ama bu şehir hayatı çok farklı. Bugün Muhtittin Abinin oraya gittim. Gittim. Camide. Daha camiden gelmemiş. O sokakta biraz hissettim.

"elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz "
A: Bu yük bize Cenab-ı Hak tarafından yüklenmiş. Artvin gibi bir yerden buraya geliyorum, burada risalelerle tanışıyorum. Allah'ın ihsanı olarak insana onu veriyor. Gerçekten bu kadar kıymetli bir şeyi veriyorsa, o zaman bir yükümülülüğümüz olmalı.
Mn: Bir ayet var: "siz insanlığın içinden seçilmiş olduğunuz" söylenmmiyor mu?
A: Hayır en çok sen muhtaçmışsın ki, sana verilmiş. Gerçekten biz öyle bir zindan yaşıyorduk ki, Cenab-ı Hak onu bize veriyor.
Vazife: umumi bir iman hizmeti vazifesi. Bütün ehl-i imana ulaşması için bir vesile kılmış.
H: Başta diyor çok ağır bir yük. Orada ihsan-ı ilahiye demesinin bir anlamı var. Hem üzerimize yükleniyor, burada ihsan-ı ilahi tarafı üzerimize yüklenmiş.Bu biraz daha irdelenmesi gerekir. Peygamber Efendimiz öldükten sonra kendi mirasını yüklenecek, o silsileyi devam ettirecek insanlar gönderiliyor. Ulema olsun vs. Bunlar çok şöhretli adamlar da değil. İhsan-ı ilahi tarafından yüklenen kendilerini aciz gören insanlar.
D: Halife Ömer, halife seçildiği zaman istemiyor. Beni seçmeyin, başka layık birin iseçin diyor. İnsanlar ısrar eiyor. O anladım ki başım belada. Bu bir zorlama ama aynı zamanda bir ihsan. Mertebesi yükseliyor.
H: Bu bence bir lütfu. Dünyada bundan daha güzel bir paye olabilir mi? Resulullah'ın mirasını üstlenmek. Üstad ve talebelere bakıyorsun müthiş bir rahmetle karşılaşıyor. Bütün doğa hareketlerini risale-i nura yoruyor. Sanki ihsan başladığı zaman bütün kainatta o ihsanın etrafında dönmeye başlıyor.
A: Nasıl bir bereketse ilginç, üstad öldükten sonra da bir sürü insan onun kitaplarından besleniyor. Ona sahip çıkan herkesi canlandırıyor. Ben kendi dünyamda da söyleyeyim. Üstad ben nur talebelerine kefilim diyor. Kendi hayatıma bakıyorum. Ne kadar çok risalelere yönelmişsem o kadar çok dünyevi hayatımda rahatlıyorum. Orada bile bir ihsanı ilahi var. Sana bir ihsan göndermiş. Layıksın, değilsin önemli değil. Ben layık görmüyorum kendimi, hele o yaşadığım ortamda bulmamam müknü değildi diyorum. Ama Cenabı hak istanbula getiriyor, bir ruhi bunalım yaşatıyor. aratıyor ve birileriyle karşılaştırıyor.
İhsan var ama ihsanın da bedeli var. Ağır görünüyor ama aslında kolay bir bedel.
"ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi' olur"
biz bir hizmet yapıyoruz, kainatın yaratıcısı kendisini mevcudat aracığlığıyla tanıtıyor, sen de buna karşı ayinedarlık yapıyorsun. bir cumhurbaşkanı gelecek birkaç kişiyi seçecek kendisini tanıttırmak için. o insanlar kıymetli insanlardır. kkainatın sultanı bütün her şeyin sultanı hadsiz güzelliklerin yaratıcısı, seni kendi görevi için, kendisine hizmet etmek için görevlendiriyor. ne kadar büyük bir şeeref. bu şerefe mazhar olduktan sonra da bunu korumanın bedeli var.
hizmet-i kudsiye: öyle bir hizmet ki, burada verdiğin bir an, ebedi bir ana dönüşecek. yani bir lira sayısız lira olacak. bir elhamdülilillah orada baki bir mal olacak. ona iliştirdiğin her şey onunla beka bulacak. bunu yaptın yaptın, sonra bir kelimeyle batırdın. öyle bir insan düşnünük i tarlayabir tohum ekiyor. aldığı hasatla da tonlarca ürün geleecek. sonra afedersiniz kezzap öküyor üsten.
sultan kendine bir veliaht secçecek bir sınav yapıyor. herkese bir tohum veriyor. bu tohumu en güzel yetiştiren benim tahtımın varisi olacak diyor. herkes bir şeyler yapıyor. bir gariban adam deniyor hiçbir şey çıkmıyor. ötekiler çok güzel çiçeckler sunuyor. herkes bir şeyler sunuyor. bu gariban da gidiyor. herkes sunarken, kendisine sen ne yaptın diye soruyorlar. sben ektim, ama çıkmadı. sen veliahtım olacaksın diyor. niye? çünkü ben tüm touhmalır kaynatmıştım diyor. ama sen samimiyetle doğruyu söyledin diyor.
biz de aslında ekiyoruz. o ektiğimiz şey belki çok mükemmel olacak. ama onu kaynatmışsak, ağaca ulaşamayacağız. ne kadar kıymetli olursa olsun tohum, yine de sonunda kezzap döndük, hiçbir şey elde edemeyeceğiz. ihlassızlık, ameli yakan bir şey.
H: dürüst bir adam, bir gün birine karşı yalan söylüyor. hatta yalan yere şahitlik ediyor. bu adamın bütün geçmişteki doğur sözleri artık bitmiştir. bir kere yalanlık şahitlik edenin bir daha şahitliği de kabul edilmiyor. islam'da bu var. geçmiş zayi olur dediğin zaman kazandın kazandın bir samimiyetsizlik gösterdiğin zaman bir anda her şeyi yakıyorsun.
at: ama o herhalde hukuka bakan yönü. buradaki ihlastan kasıt, bir de zayi olması. kim zerre kadar iyilik yaparsa elbette karşılığını görür.
burada da insanlarla muhatabiyet yönünde, siz insanlara karşı o fedakarlığı göstermeyi bıraktığınız zaman, artık itham edilirsiniz. mesela üstad bazı yerlerde hediye almayı yasaklamasının sebebi, dinlerini geçimlerine alet ediyorlar ihtamından kurtarmak için. burada da öyle geliyor bana. insanların nazarında belli bir yere gelmiş. geçmişte bir hizmet yapıldı, onun elbette bir karşılığı olur. ama insanlar nazarında o ithamların altında kalmamak için yapılıyor.
a:
"hem şiddetli mes'ul oluruz. (ayet) âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı kederli, hodfüruşane, sakil, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi'-i cüz'iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz."
bak hem kardeşlerimizin hukukuna tecavüz. nur talebeleri bir imajla çıkmışlar. bir bakıyorsun biri tam tersini yapıyor, bütün o cemaatin imajını sarsıyorsun. temsil ettiğin grubun imajını sarsıyorsun. oradan gelecek bütün zararın sebebi oluyorsun. çok ağır kelimeler geliyor.
ct: Ben kendi dünyamda onun şiddetini azltmak için, onu kendi tarihsel bağlamı içinde okuyor gibi yapıyorum :) o sözleri abilere yazıyor, şimdi biz daha az buna muhatabaız gibi.
kendi nefsime okusam ben bunu insan çıldırır.
a: sayı azken ihlas daha önemli.
h: Hatası da çok önemli. o zamanki gruplar bir ayrılık yaşasaydı, çok büyük sıkıntı olurdu. çok ciddi tahribat yapardı. yaptığımız davranışlar, nurcular böyledir diye yansıyor.
a: o zaman o vazifede gerçekten ne kadar esiri vardı. bizim hizmetimizin tesirsizliği de o zamanki ihlasımızdan kaynaklanıyordu. o zamanki insanlar büyük bir kesimin risalei nuru tanımasına vesile oldular.
h: Bizim şu anki hizmetimiz ve imtihanımız onlardan farklı. bizim konumumuzda, ihlasa ters bir hareket yapsak, o imtihana göre değerlendirilir.
ct: o abiler kendi hayatlarını vakfetmişler. biz çok ihlaslı olsak haftada en fazla 3 defa derse gidiyoruz.
a:
"hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz"
canını feda ettirebilecek derecede ihlas gerektiriyor hakikatın büyüklüğü. üstadın ölüme meydan okuması, hakikatin kendi dünyasındaki yüceliğini gösterir. öyle bir hakikat için değil dünyam ahiretim de feda olsun diyor. o hakikatin yüceliğini o kişinin şahsında da görüyoruz biz. ufacık bir sıkıntı bir gün boyunca canımızı sıkıyor. çok basit bir şey. üstadı hem zehirliyorlar, hem sıkıştırıyorlar, hiç hareket etmeyeceksin diyorlar. bir fotoğrafını gördüm. ağladım. hapiste çekilmiş. saçları dağınık, hapiste bir köşede zayıf. ki 80 kusur yaşında dp zamanında. o insan bu kadar eziyetlere bu kadar ızdıraplara... dışarıda buz tutmuş, camlar kırık, çok büyük bir koğuşa koyuyorlar. ve zehirlenmiş. bu eziyetleri çeken bir insan, büyük bir hakikat için kendini feda etmiş.
sahabeler de öyle. yarın ne yiyeceğini düşünmeden bütün sermayesini veriyor. bu nasıl bir şeydir? biz üç kuruş para vermekte on kere düşünüyoruz.
hz. osman anlatılıyor. kuraklık her tarafta açlığa sebep olmuş. 150 deve gönderiyor ve yüküyle beraber geri dönüyor. yahudiler hemen gidiyor, gerçekf iyatının iki misline satın alalım diyor. ben onları sattım diyor. herkese develeriyle birlikte hepsini bağışlıyor.
o insanlar hakikati öyle yüce görmüşler ki. şimdi ben burada ölsem cennete gider miyim diye soruyor. evet diyor. atıyor hurmaları hemen cihada gidiyor ve ölüyor.
" Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm (ayet) demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın. İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun."
İnsanlar gerçekten fedakar olmak istemiyor. hepimiz gönlümüzden sahabeleri takdir ediyoruz. biz de keşke yapabilsek diyoruz. ama şu şeytanlar, etrafımızdakiler, bizi zorluyor. maddi manevi hastalıklarda dikkat edin, genellikle dindar insanlara geliyor. niye? çünkü şeytan zaten diğerleriyle uğraşmıyor ki.
md: ille böyle çapraz almak gerekmez. bir minarenin üstüne çıktıkça, riskiniz artar. veya iş yaptıkça tehlikeniz artar. dolayısıyla böyle değerli bir şeye sahip olmanın getirdiği faydalar olduğu gibi tehlikeler de oluşuyor. insan bunun farkında olursa, allah o farknıdalıkla bereket verir.
a:
"bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz"
samimiyetsizlik ifade edecek tavırdan kaçınmak gerekiyor.
"Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm (ayet) demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın. İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun"

" BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk'ın rızasını esas maksad yapmak gerektir."
Ben niçin yapıyorum, Allah'ı razı etmek için, başka kimse için değil.
Y: Bu düsturlar bazen farkına varmadan bizi, topulmun hassasiyetlerini tamamen dışlayarak, çok böyle keskin tavırlar içine girebiliyor insanlar. bu da biraz yumuşatılması gereken bir nokta var.
e: veya doğru diye her doğru her yerde söylenmez.
a: ihlas zaten allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan bir iştir. illa o işi yapmak sorunu değil. belki söylememek daha ihlaslıdır. elinde bir yara varsa. mikrobu oradan atarken çok dikkatli olursun ya. tebliğ yapacaksan dahi, onu yok etmeye çalışmıyorsun, onu kazanmaya çalışıyorsun. nefsimin değil de rabbimin isteği nedir?
h: çoğu insanlar etrafın kınamasından korkarlar. biz namaza ilk başladığımızda gizli kılardık. birisi görürse bizden arkadaşlığı keser diye. ama onlar ne derse desin sen allah'ın dediğini yapacaksın. sebepler dairesined düşünmeye baladığın zaman yanlışa giriyorsun. zaten yusuf abinin dediği biz sebepler dairesine takılmasak, cenab-ı hak bizi öyle tavırlara yöneltmez. sivri konuşmalara yöneltmez. öyle konumalar yapanlar genellikle nefsi arzulara yenilmiş olabiliyorlar.
a: burada temel mesele, acz ve fakrınla yapmak. allahım ben bilmiyorum, sen bana göster tavrıyla yapmak lazım. ne zaman kendine güvenirsen mutlaka tökezliyorsun. ama ne zamanki acziyetini anlayıp, allaha sığınıyorsun, çok bereketli ders oluyor.

14 Mart 2008 Cuma

Yirmialtıncı Lema: Dördüncü Rica

DÖRDÜNCÜ RİCA: Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi' ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,
Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.
O vakit gurbette idim. Me'yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim. Birden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye'si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.
Evet ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halkeden bir Sâni'-i Zülcelal, mümkün müdür ki; o şehirde, o sarayda en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin. Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş; elbette nasılki "yapan bilir" öyle de "bilen konuşur". Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebatını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.
İşte o kudsî defterin en mükemmeli; kırk vecihle mu'cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on sevab ve on hasene ve bazan onbin ve bazan Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuzbin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'dır. Bu makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kur'an, Semavat ve Arz'ın Hâlık-ı Zülcelalinin rububiyet-i mutlakası
--- sh:»(L:226) ¯ ----------------------------------------------------------------------------------------------
noktasından ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır; bir maden-i rahmetidir. Ona yapış. Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye'se bir rica, içinde vardır.
İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.
Md: Son cümle:
"İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır." Eskiden benim en çok iman dikkatimi çekerdi, fakat bir süredir en önemli yerin teslim olmak olduğunu düşünüyorum.
Yaptırım burada teslim olmakk.
Mn: Şöyle diyebilir miyiz: Kuranın anahtarı imandır, İslamdır. Teslim, İslam kelimesine karşılık.
A: İslam dersen teslimin vurgusu gider.
Md: Yok güzel oldu.
A: İman, tevhidi. Tevhid, teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktida eder. Saadeti dareynin olması bunları iktiza eder. İman en başta. Bütün mevcudatın doğrudan doğruya Allah'a itaat ettiğini gösteriyor. Tevhid bu manaya gelir. Sonra, teslim. Madem her şey onun elinde, o zaman sen de kendi fiilini ona teslim et. Emri de nedir? Hem Kurandan gelen emirleridir, hem de büyük kitabı olan Kainattan gelen emirlerine teslim ol demektir. Teslim yetmiyor. Sonra tevekkül edeceksin. Yani onun koyduğu kurallara bizzat riayete edeceksin. Sonra saadet-i dareyn olur.
Md: Şimdi çırak gelir biz esnaflara. Birisi ustaya öğretmeye gelir. Daha ilk günden itibaren. Birisi de der ki ya, bir ustanın yanına geldim, böyle elini sallayışından bakışından tutuşundan bir şeyler seyreder. Onun yaptıklarını görmekten, çok memnun olur. Ve devamlı soru sormaya başlar. Ne yapalım, neden böyle yaptın der.
A: Hatta ilginçti. Çocuklar namaz kılmaya başlıyor ya, bazen kafanı kaşırsın onlar da kafasını kaşır. :)
Mn: Öyle çırak nerede kardeşim :)
Md: Gerçekten ustayı büyütmek için değil, kendi mesleğine saygısı, kendi kabiliyetlerini geliştirmenin ciddiyetidir. Eskiden kendimi çok yeterli görüyordum, şimdilerde çok yetersiz olduğumu hissediyorum. Ama teslimi nasıl artıracağız? Benim şıhım olsaydı, bu konuların üzerinde dururdu. Kendimden şöyle hissederim. Bir radyo dinlemek aynı haberi 10 defa dinlemek, şıh çok gıcık olurdu. Şimdi çok iyi anlıyorum. Çünkü insanın konsantrasyonunu bozuyor. Çünkü radyo dinlediğin sürece tespihat yapamıyorsun, Kuran okuyamıyorsun. Cin çarpması gibi bir şey geliyor.
A: Internet de. Bu sıralar biraz internete bakar oldum. Türkiyede bir dönüşümler oluyor, biraz gözlemlemek için bakıyordum. Baktım benim her ssabah virdlerim var. Virdlerim gitmiş. Geceleyin 15-20 dakika derken 1 saati buluyor. Geç yatıyorsun. Zor kalkıyorsun sabah. Virdler gidiyor.
Md: Risale-i Nur, malayani şeylerle meşgul olmayın der. Medeniyet fantazileri mesela. Benim yaptığım iş itibarıyle, resim. Assan ne olur asmasan ne olur. İnsan artık tatminsiz oldukları için artık fantazilerle meşgul oluyor. Elinde bir ton da olsa, her hafta bir tane almak istiyor. Bilemiyorum ama ciddi olarak, teslim olmak, teslim olalım demekle olmuyor. Teslim olmamızı engelleyen bazı alışkanlıklar var. Mesela bazı genç arkadşlarımız var, çok futbolu seviyor. Bazen dersi bile geciktirebiliyor. Şimdi ben anlıyorum, benim de böyle dalgalarım var. Kimseyi eleştirecek halim yok. Şu şahs-ı manevi var ya, bir cemaat oluşturması, onun bereketi çok farklı. Samimiyet ve ihtiran denilen şey oluşuyor ya, onun sayesinde Risale-i Nurun benim dünyamda çok farklı açıldığını görüyorum. Buradaki gerçekten bir bereket.
Af: Başından beri teslimiyet diye söylüyoruz ya, ne teslim olmamıza engel oluyor, dedin. Onu biraz geçiştirdin diye geldi bana. Gerçekten teslimiyetimizi engelleyen ne? Şimdi gençlik olunca, insan kolay uyanamıyor gafletten. Gaflet haliyle bayağı mesafe katetmişiz. O yüzden teslimiyetimiz de zorlaşıyor. Üstadda bu kadar kendine laf etse bile, belki bu sıkıntıları yaşamasa da teslimiyeti yaşadığını düşünüyoruz.
Md: Bu konuda itiraz ediyorum. Gerçi etmek istemezdim. Benim dizime bir sıkıntı geldi, şimdi o bile beni çok etkiliyor uyandırıyor.
Af: Ben de bunu demek istiyorum. Böyle bir gaflet halinden uyandırıcı bir hal yaşamayan birisinin gafletten uyanması zorlaşıyor.
Md: Yok, onu da müspet söyleyelim. Her yaşın bereketi ayrı. Cenabı Hak gençlikte de bir heyecan vermiş. Bir bayarağı dalgalandırmak, gibi.
Af: Her yaşın bir bereketi vardır, ama burada İhtiyarlar Risalesinin kounsu içinde, başına bir şey gelecek ki, bu uykudan uyansın. Burada bir musibetle bir şey anlatıyor.
Md: Ama fiziken biyolojik yaşlılığın söylediği söz, bambaşka bir şey.
Mn: Bir de şöyle söylemiyor mu: "Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi' ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. " Yani çocluk çocuk varsa, biraz mazeretin var mı :)
A: Yok daha güç oluyor.
O: Üstad gibi bir zat gençliğini zayi ettim diyorsa, biz öldük bittik demek değil mi?
A: O da bir nefis taşıyor, kendince doğrudur. Yapabileceği çok şey vardır, ama kendine göre az yapmıştır.
Md: Bunlar eksiklik değil, o duygular olmasaydı kamil olamazdı. Eskiden "soru sorun ne diyorsanız lan" gibi bir tarz takınıyorken, sonra "bakın bakalım benim kitaplara, eksiklik varsa bir düzeltelim" tavrı alıyor.
H: Her insanın yaşayabileceği bir tecrübe. Kendin bizzat yaşadığın zaman, vücudunun sıhhati bozuluyor, dünyanın sona ereceğini anlıyorsun, o zaman anlıyorsun ki, ben gençliğimi daha iyi harcayabilirmişim. Keşke şunları şöyle yapsaydım diyebiliyorsun. bunu her insan der. Demesi de lazım. İhtiyarlığa ayak bastığı zaman demesi lazım.
A: Bir adamın 100 Lirası vardır, 10 Lirayı sarfetmiştir, onun için çok büyüktür. Öte taraftan, çok fazla parası olan bir adam vardır. Onun yapabileceği çok büyük işler vardır. Onu yapamadığı için üzülübeliri. Hayırlar Allah'a mahsustur. Ancak insanın nefsi hayırlardan eksiltmiştir. Üstad kendi payına düşeni düşmüştür. Hatiat, eksiklikler noksanlıklar. Yoksa Allah'ın kendine verdiği hayırlar yönüne bakımyor. Kendi nefsine ait gaflet anlarına bakarak söylüyor. Yoksa bizim gibi değil. Birine 1 Lira vermiş, diğerine 1000 Lira vermiş.
Cümlede diyor ki: "ihtiyarığa ayak bastığımdan gafleti idame eden bedenim bozulmaya başlamıştı". Çok ilginç, bedenim zarar görmesi, ahireti daha fazla düşünmeyi sağlıyor. Öldükten sonra kabir alemi var, kabirden sonra 50000 senelik bir yolculuk var. Sonra kıyamet var. Ben çok bariz hissedebiliyorum, eskiden hiç aklıma gelmezdi kabir hayatı.
Af: Gurbetteyim diye bir tabir kullanıyor. Sonra Kuranın yetiştiğini söyleyince, ilaç olarak sunduğu şeyde, bir misafirhaneden bahsediyor. Yani insan kendine uzun ömür biçmişken, kendini misafir gibi görmüyor. Ama ihtiyarlıkla birlikte, artık gidici gibi hissettiği için, ahireti daha fazla düşünmeye yönlendiriyor. Gerçekten kendini gurbette olayı, çok hissediliyor. Senin yerinin burası değil. Devamında şehir derken...
A: O senin gurbet tabirin çok güzel bir kavram. Genellikle tasavvufta gurbet kavramı çok önemli. İnsanın Allah'tan uzaklaşması anlamında kullaanırlar ve ona geri dönmenin özlemiyle yaşarlar. Gurbet hali güzeldir, insanın duygu iştiyakını artırır.İ nsanın ahirete şevkini artırır.
Y: Memleketinden bu yana gurbete gelen insanlar, ağır eşya almak istemez.
A: Ama burada yapma gerekeni en iyi şekilde yapıp da oraya daha fazla götürmeye çalışıyor.
Y: Hastalıkla bağlantısı, gafleti kırıyor ya, bizim için dışarıdan bakıldığı hzaman kötü gibi görünse de burada anahtar gibi. Beden bozulduğu zaman gaflet de bozuluyor. Bu hal, zannediyorum o kadar öğretici ki, dinlediği sohbetlerden aldığı nasihatlardan daha fazla etkili. Çünkü insanın bedeniyle ilişkisi, tamamen bana ait. Biz hep başkasının başına gelirmiş gibi algılarız. Ama birebir bedeninde hissettiği zaman, bir şeylerin yolunda olmadığını daha yakın öğrenmiş oluyor.
A: Dünyanın kalıcı olmadığını çok bariz hissediyor.
Md: Çoluk çocuk mal da insanda iktidar duygusu, ve tul-i emele sokan bir şey.
A: Bir de onlarla iştigalden dolayı, gafleti kalınlaştıran bir tarafı da var. Onların idamesini karşılamam lazım diye öyle bir dalıyor ki, buradan geçici oludğunu göremiyor.
Y: Bir de kendi bedeninin uzantısı olarak görüyor. Onları kontrol etme çabası da girince, gaflet kalınlaşıyor. Ama bunun artısı nedir? Malına çocuğuuna bir şey olduğu zaman, da insanı gafletten kurtaıryor.
A: Kendi sorumluluk alanı genişliyor, yani benliği genişliyor. Ben deyince çocuğunu da kastediyor. Gafletin uyanması için de, yararlı olabiliyor.
Size dünyanızdan üç şey sevdirildi diyor ya, "namaz" diyor ya. Namazı bile dünyanızdan diye tarif ediyor. Sizin dünyanızdan.
O: İnsan evreler olarak incelendiğinde, yaşlılıkta eserler bırakmış olmak ister. Yani haz duyabilecek, ya da ömürnü mümin bir şekilde yaşamış bir insanın illa ihtiyarlık sabahına uyandığında eyvah gaflet içindeymişim gibi düşünmesi mi gerekir, yoksa haz duyması normal midir? Çünü üstad hazretleri yaptıklarından dolayı çok haz duyabilecek bir insan.
A: Kendine sahiplenmiyor.
Keşke diyorsunuz risaleleri önceden tanısaydım diyorsunuz ya, biz nefsimizin alanına bakınca bayağı bir vahlarımız var. bir sürü yanlışlarım var, bunları biliyorum.
Y: O yanlışların var demenin bu dünyana verdiği enerji, inşallah şimdi tamamlama gayreti içinde olalım.
A: Evet, geçmişteki hataları görünce şimdi daha fazla gayret edersin. İstiğfarın anlamı şudur: Eğer tövbeden sonra günah işleme meylin artmışsa, af dilememişsin demektir. İstiğfar olmazsa, yeis olur. Bu istiğfarın tam olmadığını gösterir. İstiğfar olmazsa, daha kötü hale gidecektir.
O: Benim sorumun altında bu bakış açısı bizi yeise götürür mü?
A: Tam tersine götürmez.
Y: Şimdiye kadar kimseye kötü bir şey yapmadım, iyi müslümanız demek. Allah korusun, amaele güvenmek.
O: Bir büyük günahı işlememek bile cennete vesile olabilecek bir şey değil midir?x
A: Güvenmeyeceksin, ama yeise de düşmeyeceksin. En kilit nokta, gurbet kavramı. Gurbette olan bir insan. Ben 6 ay Ürdünde kaldım. Eve bir şey alırken, sadece bırakabileceğimiz şeyleri aldık. Taşınıp giden ikinci el eşyalar aldık. O zaman çok verimli geçiyor.
Af: Yaptığın şeyden memnun oluyorsan, ben diyorum ki, Rabbim de aynı nazarla bakıyordur.
Md: Burada hep yaşadığımız genelde, burada Said Nursi çocuk aile ve malın insanın dünyaya bağlayarak galfete sokma yönünden inceliyor. Ama dünya hurisi bir eşiniz var. Hurileri bile aratmayacak birisi. :) Onu seyrediyorsunuz.
A: Bu zamanda aile hayatı bir nevi cennetidir diyor.
Md: Böyle bir arkadaşınız var ki, sizi her gördüğünde ve siz onu gördüğünüzde, Rabbinizi hatırlatan bir arkadaşınız varsa, şükretmeyi, ve rabbinize bağ kurmak yönünde bir ilişkidir. Mal varlığında, çocuklarımızda da böyle olabilir. Toplum genellikle eski sisteme göre düşündüğü için, benim çocuğum diyorsun, aslında o Rahmetin bir mucizesi. Çok şükredilmesi gereken bir konu.
Bu bağlamımı var diye gaflete götürebilecek ilişkileri olmadığı yönünde algılamamak lazım. Bağlam itibarıyle bu yönünü inceliyoruz. Şimdi Muhittin abi gülecek ama, hakikaten kalkarken yarı büklüm ihssediyorum.
Af: Allah iki türlü sınav yapıyor: bir verirken sınav yapıyor, bir de alırken sınav yapıyor.
Md: Aslında ikisi de nimet.
Af: Sınav kelimesini çok iyi açmak lazım. Sınav deyince, insan müspet bir tavır içinde olmuyor insan. İkisi de nimet. Alarak veya vererek nimetlendiriyor.
A: Okuldaki sınavın bir cezalandırma anlamında değil, tam tersine kabiliyetin gelişmesi için yapılıdğını anlamak lazım. Yaşlılık insanın ahirete hazırlamak için bir araçtır. Gençler üzülmeyin yani :) Deseler ki, şu zamanı gençliğinle değiştirir misin, ben değiştirmem abi.
A: "Nakdi ömrüm oldu heba."
Bu kamil insanların anladığı bir fikir. İnsan ilim öğrendikçe, farkındalık arttığı zaman, alan genişliyor. Deryanın büyüklüğünü görüyrsun, ben istidatlarımı geliştirseydim, şimdi nerede olurdum diyorsun.
Y: Bu mütevazilikten kaynaklanmıyor.
A: Mevlanaya Şems geliyor. Mevlanayı gördüğü zaman, sen "Mevlana mısın" diyor. Anlamak için, Sana bir sualim var. "Beyazıd-ı İstami mi daha büyüktür, yoksa Hz. Muhammed mi? " Mevlana, "öyle söz mü olur diyor" Diyor ki, "Rabbim benim içimde diyor biri. Diğeri ise, Sen öyle bir deryasın ki, seni tanımak mümkün değil." Mevlana da diyor ki, birinin küçücük bir kabı var, suyla dolunca zannediyor ki, su ondan ibaret.
Yaşlılık biraz da böyle bir şey. Ufkun genişliyor, o zaman eksiklerini çok daha iyi görüyorsun.

10 Mart 2008 Pazartesi

Yirmialtıncı Lema 1-5. Rica

Yirmialtıncı Lem'a
İhtiyarlar Lem'ası
(Yirmialtı rica ve ziya-yı teselliyi câmi'dir.)
İHTAR: Herbir "rica"nın başında manevî derdimi gayet elîm ve sizi müteessir edecek derecede yazdığımın sebebi: Kur'an-ı Hakîm'den gelen ilâcın fevkalâde tesirini göstermek içindir. İhtiyarlara ait bu Lem'a, üç dört cihetle hüsn-ü ifadeyi muhafaza edememiş.
Birincisi: Sergüzeşt-i hayatıma ait olduğu için, o zamanlara hayalen gidip o halette yazıldığından; ifade, intizamını muhafaza edemedi.
İkincisi: Sabah namazından sonra gayet yorgunluk hissettiğim bir zamanda, hem sür'ate mecburiyet tahtında yazıldığından ifadede müşevveşiyet düşmüş.
Üçüncüsü: Yanımda daim yazacak bulunmadığından, yanımda bulunan kâtibin de Risale-i Nur'a ait dört beş vazifesi olmakla, tashihatına tam vakit bulamadığımızdan intizamsız kaldı.
Dördüncüsü: Te'lifin akabinde ikimiz de yorgun olarak, manayı dikkatle düşünemeyerek, gayet sathî bir tashihle iktifa edildiğinden, tarz-ı ifadede elbette kusurlar bulunacak. Âlîcenab ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsamaha ile bakmak; ve rahmet-i İlahiye boş olarak döndürmediği mübarek ihtiyarlar, ellerini dergâh-ı İlahiyeye açtıkları vakit bizi de dualarında dâhil etsinler.
(ayet)
Şu Lem'a yirmialtı ricadır.
BİRİNCİ RİCA: Ey sinn-i kemale gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında arasıra bulduğum ricaları ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teşrik etmek arzusuyla, başımdan geçen bazı hâlâtı yazacağım. Gördüğüm ziya ve rastgeldiğim rica kapıları, elbette benim nâkıs ve müşevveş istidadıma göre görülmüş, açılmış. İnşâallah sizlerin safi ve hâlis istidadlarınız, gördüğüm ziyayı parlattıracak; bulduğum ricayı daha ziyade kuvvetleştirecek.
İşte gelecek o ricaların ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi; imandır.
İKİNCİ RİCA: İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazîn ve bir cihette karanlıklı bir halet bana geldi. Gördüm ki; ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamanı yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı. Birden rahmet-i İlahiye öyle bir surette inkişaf etti ki; o rikkatli hüzün ve firakı, kuvvetli bir rica ve parlak bir teselli nuruna çevirdi. Evet ey benim gibi ihtiyarlar! Kur'an-ı Hakîm'de yüz yerde "Errahmanurrahîm" sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve daima zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların imdadına rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharı hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve za'f u acz derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlık-ı Rahîmimizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmeti bulmak, iman ile o Rahman'a intisab etmek ve feraizi kılmakla ona itaat etmektir.
ÜÇÜNCÜ RİCA: Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî'nin
Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber...
dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümidlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O manevî ve çok derin ve devasız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:
Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim,
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber! (Haşiye)
O vakit birden merhamet-i İlahiyenin lisanı, misali, timsali, dellâlı, mümessili olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, o dermansız hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı ye'simi, nurlu bir ricaya çevirdi.
Evet ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalaletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbabların mecmaıdır. Başta şefiimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir. Evet bin üçyüz elli senede, her sene üçyüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbisi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde (ayet) sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenatın bir misli, sahife-i hasenatına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlahiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlisinin sebebi olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada "ümmetî ümmetî" rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes "nefsî nefsî" dediği zaman, yine
(Haşiye): Yani: Benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde; hikmet-i İlahiye, cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekim-i Lokman da çaresini bulamadığı dermansız bir derde düştüm. "ümmetî ümmetî" diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlık ile, yine şefaatıyla ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.
İşte o zâtın şefaatı altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi: Sünnet-i Seniyeye ittibadır.
DÖRDÜNCÜ RİCA: Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi' ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:
Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,
Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.
Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,
Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.
O vakit gurbette idim. Me'yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim. Birden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye'si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.
Evet ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halkeden bir Sâni'-i Zülcelal, mümkün müdür ki; o şehirde, o sarayda en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin. Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş; elbette nasılki "yapan bilir" öyle de "bilen konuşur". Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebatını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.
İşte o kudsî defterin en mükemmeli; kırk vecihle mu'cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on sevab ve on hasene ve bazan onbin ve bazan Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuzbin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'dır. Bu makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kur'an, Semavat ve Arz'ın Hâlık-ı Zülcelalinin rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır; bir maden-i rahmetidir. Ona yapış. Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye'se bir rica, içinde vardır.
İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.


Md: İhtiyarlık iki türlü. Bir biyolojik ihtiyarlık. diğeri insanın ümitleriyle ilgili. İnsan gençken çok büyük arzular, ümitlere sahip oluoyr: İhtiyarlıkla insan o hırslarından ve ümitlerinden kopuyor.
Y: Aslında bir anlamda yüklerinden kurtulmuş oluyor, değil mi?
Md: Gençlikteki o cismani haşmet ve kudret, ihtiyarlıkta kendine has bir olgunlukla, birçok şeyleri güç yerine sabır, selimiyetle hoş davranmakla, bir çok engeli aşabiliyor. Dolayısıyla her yaşın, Amerikalıların kullandığı bir tabir var, kendine has bir güzelliği var, bereketi var.
İhtiyarlığı anlatırken, gençliği kötülemiyoruz.
Y: Fiziksel anlamda ihtiyarlama ve aynı zamanda gün içinde inanın çaresiz, gücü bitme noktası da ihtiyarılğın bir parçası gibi. Şimdi medeniyet hep gençliği, enerjiyi ön plana çıkarıyor. Sanki ihtiyarlık kötü bir şeymiş gibi. İnsanlar ihtiyarlamaktan korkuyor, yok cildimiz bozuldu, saçımız beyazladı. Sanki genç olmak en güzeliymiş gibi bir tablo çiziliyor. üstad da ihtiyarlığın bir dert olmadığını, bir sürü rahmeti de açtığını dile getirmiş. O yüzden yaşla bir takıntıya gerek yok.
Md:
"BİRİNCİ RİCA: Ey sinn-i kemale gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında arasıra bulduğum ricaları ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teşrik etmek arzusuyla, başımdan geçen bazı hâlâtı yazacağım. Gördüğüm ziya ve rastgeldiğim rica kapıları, elbette benim nâkıs ve müşevveş istidadıma göre görülmüş, açılmış. İnşâallah sizlerin safi ve hâlis istidadlarınız, gördüğüm ziyayı parlattıracak; bulduğum ricayı daha ziyade kuvvetleştirecek.
İşte gelecek o ricaların ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi; imandır."
Y: Yani iman yoksa, ihtiyarlamak da güzel değil.
Md: Müspet cümleler kuralım. İmanla ihtiyarlık güzelleşiyor. Böylece insan kendini köt zannetmiyor.
Diğer bağlantı yerleriyle söyleyelim, yeniden genç olma arzusunu yaşamaya başlıyor. Yeni bir dünyaya, rahmete tekrar mazhar olmanın kapısının açıldığını, o ümit ve coşkuyla yaşamanın sevincini taşıyor. Öyle ihtiyarlar var, imanla gençlerden çok daha coşkulu, sevinçli, hatta bu coşkunun fiziki hareketlerine akseden insanlar gördüm.
C: İnsan ne kadar ihtiyarlarsa ihtiyarlasın, nefsi genç kalıyor.
Md: Öyle olması lazım, yoksa ahireti cenneti arzulamayız. O zaman Rabbi Rahime arzularımız azalırdı. Biz genellikle Rabbi Rahime bakmaya alışmadığımız için, ihtiyarlığı çok sefil görübeliyirozu. Hakikaten iman olmayan ihtiyarların ihtiyarlığı çok sefih oluyor, çünkü bazı ar damarları da kalkabiliyor. Nefis ölmüyor, ama nefsin olgunlaşarak Allah'ı arzulamasını istiyoruz. Hakikaten yaş olarak ihtiyar olmama rağmen, duygularımla sanki daha 13 yaşındaymış gibi.
H: Cennete olan ümidi kamçılıyor, genç olduğumuzu hissetmek.
Y: Duygular ve istekler değişmiyor insanda. Sürekli yaşama var olma, hiç ölmeme gibi azular.
Z: Şu hadisi nasıl yorumlamalıyız: "En bahtiyar genç odur ki, ihtiyar gibi ahiretini düşünür. En bahtiyar ihtiyar odur ki, genç gibi dünyaya çalışır."
H: Şeytanın en önemli tesirlerinden biri umutsuzluk aşılamasıdır. Yoksa gençler gibi sefih bir hayat yaşamaya çalışsın. Özellikle bayanlara bakıyoruz, pörsümüş ama yine de makyaj yapıyor, insan huzursuz oluyor. Ama ahiret yönüyle sonsuzluk isteiğimiz canlı kalıyor, bu da bizim umudumuzu artırıyor. Üstad hiçbir zaman umudunu kesmemiş.
Mn: Birinci ricada özellikle üstünde durmuş olduğu iman. "menbaı, madeni, çeşmesi; imandır." Yani imanlı insanların ihtiyarlasalar bile, her zaman ondan çok büyük lezzet alabileceklerini söylüyor. Yani Allah, öldükten sonra hesap gününe, yani imanın altı esasıyla alakalı güzelliklerin insana bambaşka bir boyut verdiğini, insanı bu karışıklıktan nura çıkardığını, bedenin eskime duygusunu hissettirmeyecek dereceye getirdiğini anlıyorum. Birinci ricanın en çok üstünde durduğu imana külli bakış, imanın 6 esasının insanı daima diri tutttuğunu anlıyorum.
H: İkinci paragrafta belki şeydir, ama başta mesela birisi üzüntülü bir olay oldu, bu insana teselli vermek için ne yaparsınız? Nasıl bir başlangıç yapılır? Üstad diyor ki, ben de ihtiyarım. İhtiyarlığı insanlar kötü görüyor. Üstad diyor ki, ben sizi anlıyorum.
D: İkinci dünya savaşındaki çocuklar için üstad onlar da ihtiyardır diyor.
H: O farklı bir durum. Akıl olarak o haleti yaşadığını söylüyor.
Şimdi ihityalrara baktığımızda, artık göçmüş gitmiş bir hastalık musibet gibi bakıyoruz. İlk önce ihtiyar insan, daha doğrusu ihtiyarlığından hüzünlendiği içn yazıyor. Teselli için, ben de ihtiyarım diyor. Bu çok iyi bir yöntemdir. Ben ihtiyarım dediğin zaman benim de aynı sıkıntıyı çekme halim var. Ve kendime göre bir rica buldum. Başında diyor, bunu ben nefsime diyorum, kim istiyorsa beraber dinlesin. Tavır olarak, karşındakiyle empati kuruyor her zaman. Senin derdin benim derdim. Ortaklaşa dertleri paylaşıyoruz. Ben kendime göre bunların böyle çarelerini buldum, o zaman dinlemede çok rahat oluyor.
Z: Başlarken, "Yirmialtı rica ve ziya-yı teselliyi câmi'dir". Bu kavramları biraz açmak lazım.
Md: Sana ne düşündürüyor? İhtiyarlar teselliye muhtaçtır. İnsan gençliğe göre bazı konularda tercih hakkı doğuyor fiziki olarak. İkincisi, ricayı ne düşündün?
Z: Ziyayı düşündüm. Rica da belki rica etmek manasında.
H: Rücudan geliyor sanki derde karşı çıkış yolu bulmak. Necat bulmak gibi bir şey.
Md: Baştaki ayet çok enteresan. Zekeriya AS'nin duası.
H: O zaman çocuğu olmuyordu, Rabbim diyor, bedenim çürüdü diyor. Ondan sonra bir çocuk istiyor, Cenab-ı Hak Yahya AS'ı bahşediyor.
Bu Kuranda geçiyor. Ben bazen, mutsuz olduğum zaman bu duayı ediyorum ki çok güzel bir şey. Sen ihtiyarlamışsın, esbap sükut etmiş, Allah'a dua ediyorsu, Yarabbi sen beni hiç geri çevirmedin.
Mn: Yani şefkatli bir yaklaşım değil mi? Şefkatle alakalı, rica. Yani gerçekten dünyadan ayrılmaya fiziki yönden az bir zamanı kalmış insanlara ricada bulunuyor. Yani emir cümlesi değil, şefkat, merhamet, sevgi dolu rica ediyor. Yani onlara çeşitli ricalarda bulunuyor.
H: Yaraya merhem gibi bir şey. Ve ziya diyor.
Y: Ama yaklaştırma anlamında da olabilir. İhtiyarlık onu imanla da birleştirince, Allah'a yaklaştırıyor gibi.
H: Rica ümit demek. Şeytanın vesveselerine karşı ümit. Bu dünyada da sebepler olarak tükendiğimiz şey de ihtiyarlıktır aslında. Şeytan ihtiyarlıkla insanları korkutur.
Y: İhtiyarlarsanız mahvoldunuz. O yüzden emeklilik gibi şeyler satıyorlar. Bu korku üzerinden satıyorlar.
Md:
"İKİNCİ RİCA: İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazîn ve bir cihette karanlıklı bir halet bana geldi. Gördüm ki; ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamanı yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı. Birden rahmet-i İlahiye öyle bir surette inkişaf etti ki; o rikkatli hüzün ve firakı, kuvvetli bir rica ve parlak bir teselli nuruna çevirdi. Evet ey benim gibi ihtiyarlar! Kur'an-ı Hakîm'de yüz yerde "Errahmanurrahîm" sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve daima zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların imdadına rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharı hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve za'f u acz derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlık-ı Rahîmimizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmeti bulmak, iman ile o Rahman'a intisab etmek ve feraizi kılmakla ona itaat etmektir."
Y: Gün, mevsim, o anki zaman, medeniyet hepsini algılıyor.
Bütün yönleriyle sözel soyutlama yapıyor. Heppsinin ortakl yönlerini görüyor.
Mn: "İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım"
Acaba nerede bu oluyor?
H: Bunu yazdığı tarih Barla da olabilir, Kastamonu da olabilir.
Z: Geçmişte yaşadığı bir zamanan bahsediyor.İfadeler biraz müşevveş olmuş, bunun sebebi de geçmişe gitmemden kaynaklanıyor diyor. Dolayısıyla daha önceki bir zamanı anımsıyor.
H: İlk başta bir ihtiyarın ruh halini ortaya koyuyor. Karanlık bir tablo çiziyor. Sonra hemen onun ümidini veriyor. Rahmet-i ilahiye bir kurtuluş getiriyor.
Y: Kendi hayatımızda da olyuor bu hisler.
H: Karanlık içinde karanlık. Berk var, deniz dalgası var, gece karanlık, karanlık içinde karanlık. Bir anda ümit geliyor. Nur-un ala nur.
Y: Dönüştürüyorsun.
C: İhtiyarlıkla ilgili hep bir ruh halinden bahsediyor gibi. Sanki fiziki halinden bahsetmiyor. Sanki ihtiyarlıkla dünyaya bakış arasında bir bağlantı kuruyor gibi. Sanki ihtiyarlıkla insanlar, dünyaya olan bağlarını gözden geçiriyorlar. Çağ nereye gidiyor, ben nereye gidiyorum? İman olmazsa, dünyayayla bağlantısını doğru bir yer oturtmasına imkan yok. Çünkü baştan beri yapılan vurgu hep bir üzüntü üzerine. Girişte de manevi derdimi sizi müteessir edecek yazdığımın sebebi, Kuran-ı Hakimden gleen ilacın fevkalade tesirini ortaya koymak istiyor. Bu bitmiş bir insanda görünmez mi? İnsanların sık sık yaşayabileceği ruh halleridir.
Z: Her şeyin imansız bakıldığında sürekli yokluğa gittiğini görüyor. Bir insan ölümü düşünmeye başladı mı, ihtiyarlamıştır.
C: Her halde, firakı hisseden bir insan için ihtiyardır demek yanlış bir tabir değil.
H: O bir vechi.
Y: İlk ricada imanı vurguluyor, ikinci ricada Rahman ve Rahimi vurguluyor. Sonra bakıyor ki, Rabbim bütün canlılara yardım ediyor, onların tüm ihtiyaçlarını karşılıyor. O zaman korkulacak ne var ki diyor.
Z: İlk kesimde vurguladığı imanda ben şöyle bir şey anlıyorum. Mesela üstad bir şeyi ispatlayacaksa bir delil koyar. Burada imansız biri bu teselliden faydalanamaz diyor. Önce iman lazım diyor. Ölüme doğru giden bir insanın üzüntüsünü untutturacak şey, Erhamürrahiminideki, nasılki her muhtaca çaresini veriyor, ben de şu an acizim, bana da çaremi verecek.
C: Zaten bütün diğer ricalar, imanın bir vechesini anlatıyor.
H: Susamış bir insana suyla ilgili akli bir delil vermeye gerek yok. Suyu verirsin olur biter. Adam bir hal yaşıyor, bunun bir tesellisini bulmak lazım. Yani suyu vermek lazım. Bazı şeyleri delille sunuyor, ama burada yaşanmış bir hal var. Ha ileride yine gelecek, Allah herkese rahmet ediyor. Kainattan da bunu görüyorsun. Ama daha çok insanın duygusuna incinmiş haline verilmiş bir cevap gibi.
Y: Duygu yönü var, ama kuru bir tesellii de değil. Deliller de var, ama duygular ön planda. Çünkü ihtiyarlıkta duygusallık daha çoktur.
Z: Evet, fakat şu yok, her mevsimde çiçekler olmasının ispatı yok mesela.
Md: Daha doğrusu hayatın içinde kullanımını yaşatarak gösteriyor. Bize de kendi hayatımızda imanı yaşama örneği sunmuş oluyor.
H: Ahiretsiz bir insan, ne olursa olsun, ümitsiz bir insandır. Niye, çünkü belli bir yerde ölecek. Umudu olmayan insandır. Bu umutsuzluktan dolayı, şeytan bu iinsanın bineği olur. Üstad ise, umudu göstermek için, hemen çaresini gösteriyor. Ne diyor, Kadir-i Rahim. Hem kudretli, hem rahmetli. Her şeye gücü yeter. Ben böyle yaşlıyım, ama beni genç olarak sonsuza değin yaşatacak gücü var.
Anen rahmetlidir, ama çocuğun hastalığını engelleyemez. Çünkü Kadir değildir. Ama Cenab-ı Hak hem Rahimdir, hem Kadirdir.
Z: Yapıyor da bunu, sen sadece bunu gör.
H: Bir de yaklaşım çok önemli, üstad bana diyor ki, ben bunları yaşadım size yaşadığım hislerimi ve fikirlerimi anlatıyorum. Genç bir adam yazsaydı, bir anlamı olmazdı.
Z: En tesirli anlatım odur. Birisi bir teoriden bahsettiği zaman, bu adam anlatıyor, ama başına gelmemiş.
H: Bazen imamlara bakıyoruz, çok etkili konuşuyor. Ama adam haliyle mümin değilse, o adam inandırıcı gelmiyor. Hem söylüyorsun, hem yapmıyorsun. Adama işlememiş bana nasıl işlesin ki?
D: İmamlara da taş atmış. Edipler edepli olmalı. İslam edebiyle edepli olmalı.
H: Senin anlatabilmen, karşıdakinin seni anlayabilmesiyle ilgilidir. İmam derken, önder, numune gibi dini yaşayan örnek insan gibi.
Mn: Bu sözlerin çıkışları büyük bir çoğunlukla İsrailliyatla alakaladırı. 4 mezhebe karşı şeyi kırmakla alakalı. Biraz önce söylediğin sözle ilgili olarak.
2. ricada ne diyor? "Bu rahmeti bulmak, iman ile o Rahman'a intisab etmek ve feraizi kılmakla ona itaat etmektir." İmanı ışıklandırıyor. 3. ricada da sünnetle ziyayı biraz daha parlatacak.
Z: Ben şöyle bir şey anladım. Ricadan kastettiği ümitsizliğe düşmeme.
H: Rica eşittir ümit. Sözlük anlamı o. Sana rica ediyorum değil.
Mn: Ümit pompalanıyor. Şefkat merhamet. Ya da istikamette tutup...
H: Üstad bizim bildiğimiz kelimeleri bizim bildiğimizin dışında gerçek öz anlamıyla kullanıyor. Mesela belki, bire olasılıklı anlamında geliyor. Ama hakiki anlamı, bilakis demek.
C:
H: Batı medeniyeti bu tip ihtiyarlığını reddeden insanları çare gibi görüyorlar. Neşeli, sürekli davullu zurnalı. İnsanlara bunu çare olarak gösteriyorlar. Ama kadının iç yapısına baktığınız zaman insan üzülüyor. İnsanlara çözüm olarak bunu gösteriyorlar.
C: Fiziki ihtiyarlıkla beraber bu duyguları hissetmek çok daha farklı olacaktır.
H: Bir hadis var, mana olarak: "Cenabı Hak bir topluma oradaki çocuk ve ihtiyarların bulunmasından dolayı musibet vermez."
D: Bir ağbi diyor ki, "Cenab-ı Hakka dua ederken, Allah'ta olmayan sıfatlarla dua etmeli." Ne yok Allah(ta acziyet yok.
Md: "ÜÇÜNCÜ RİCA: Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor."
Gösteriyor ki, ihtiyarlık bir algılamadır. Dünyadan gittiğinizi algıladığınız vakit, ihtiyar olmuş demeksiniz.

1 Mart 2008 Cumartesi

25. Söz Üçüncü Şavk İkinci Cilve Üçüncü derece

Üçüncü derece: Binler mesailinden yalnız nümune olarak üç-dört mes'eleyi göstereceğiz. Evet Kur'anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. Meselâ: Medeniyetin bütün cem'iyat-ı hayriyeleri ile, bütün cebbarane şedid inzibat ve nizamatlarıyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla, Kur'an-ı Hakîm'in iki mes'elesine karşı muaraza edemeyip mağlub düşmüşlerdir. Meselâ: (ayet) Kur'anın bu galebe-i i'cazkâranesini bir mukaddeme ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:
"İşarat-ül İ'caz"da isbat edildiği gibi bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni, bir kelime olduğu gibi bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi, bir kelimedir.
Birinci kelime: "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne."
İkinci kelime: "Sen çalış, ben yiyeyim."
Evet hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime, avamı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte medeniyet, bütün cem'iyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir. Kur'an, birinci kelimeyi esasından "vücub-u zekat" ile kal'eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını "hurmet-i riba" ile kal'edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. "Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız" diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine "Girmeyiniz" emreder.

N: Birinci karşılaştırma Risale-i Nurdaki müvazenelerdi. İkinci derecede bildiğimiz beş mertebede karşılaştırma vardı. Üçüncü derecede:
" Üçüncü derece: Binler mesailinden yalnız nümune olarak üç-dört mes'eleyi göstereceğiz. Evet Kur'anın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. Meselâ: Medeniyetin bütün cem'iyat-ı hayriyeleri ile, bütün cebbarane şedid inzibat ve nizamatlarıyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla, Kur'an-ı Hakîm'in iki mes'elesine karşı muaraza edemeyip mağlub düşmüşlerdir. Meselâ: (ayet) Kur'anın bu galebe-i i'cazkâranesini bir mukaddeme ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:
"İşarat-ül İ'caz"da isbat edildiği gibi bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni, bir kelime olduğu gibi bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi, bir kelimedir.
Birinci kelime: "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne."
İkinci kelime: "Sen çalış, ben yiyeyim."
Evet hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime, avamı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa'y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte medeniyet, bütün cem'iyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir. Kur'an, birinci kelimeyi esasından "vücub-u zekat" ile kal'eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını "hurmet-i riba" ile kal'edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. "Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız" diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine "Girmeyiniz" emreder."
A: Bazı yerlerde riba bazı yelerde banka diye geçmiş sondaki ifade. Farklı tashihlerde farklı şekillerde geçmiş. Mesela üstad bir kelimeyi çiziyor, onun yerine bu olacak demiş. Baskıları yapanlar farklı olduğundan, hangi tashih edilmiş kitabı temel alıyorlarsa, onu yazıyor. Önemli değil, aynı anlama geliyor.
N: Asıl mesele Kuranın kanunları ezelden gelmiş ebediyete gidecektir. Medeniyet hep değişme şeklinde meydana geliyor. Bugünkü fikir öncekilere dayanıyor, ama her gelen bir öncekini tekzip ediyor, yani kaldırıyor.
A: İnsan hiçbir zaman bütünü göremediği için tam emin olamıyor. Hepsinde bir hakikat noktası var, ama Kuran gibi şumullü bakamadığı için budur diyemiyor. Bilimde de öyledir. Diyorlar ki, böyle olması lazım. Kimse atomu görmediği için net bir şey söyleyemiyor.
N: Onları anlyabiliriz, hukuku anlayabiliriz, beşeri düsturları anlayabiliriz.
A: Bir zamanlar ana sütü yetersiz olarak ilan etmişlerdi, fakat şimdi 2 sene hiçbir şey yedirmeden emzirebilirsiniz diyorlar.
N: Neden böyle? Çünkü beşerin ihtiyaçları değişiyor, buna göre yeni kanunlar çıkıyor. Beşer beşer olduğu için, sürekli değişir, kendisine göre yeni icatlar bulur. Ama Kuranın kanunları beşerin bu tarz ihtiyaçlarına mı hitap eiyor, yoksa daha temel meselelere mi bakıyor? Temel noktalara bakıyor. Gençlik,yaşlılık değişmiyor. İnsanın ruhi yapısı, nefis değişmiyor. Kuran bu değişmeyen yönlerine hitap ediyor insanın. Bu yüzden Kuran yeniden yeniden yaşanıyor ve taze kalıyor.
Mesela bütün cemiyet-i hayriyeler, bugünkü dernekler vakıflar, bütün bunlar niçin var? Toplumda ahlakı tesis etmek için. Ama yine de ahlakı tesis edebiliyor, dirlik düzen oluşturuyorlar mı? Avrupa'ya baktığımızda, bu sorunun cevabı maalesef hayır.
A: İngiliz piskoposu Kuranın bazı hükümleri uygulanabilir diye vurguladı. Mesel adam öldürmeyi, hırsızlığı ortadan kaldıramıyorlar. Nizam çok yaygın ama fırsat bulunca herkes saldırıyor. Nizama uymak altında kendi menfaatini korumak için herkes bunu uyguluyor. Ama mesela Avustralyada akşam vakitleri trene binemiyorsunuz.
O kadar kanunlar var. İslam çok basit mesela hırsızlık için elini keseceksiniz diyor. Mesela insan elini bir şeye uzatırken, bu el gidecek diyor. Adama silahı doğrulttu. Ona silahı doğrulttuğunuzda kendine doğrulttuğunu biliyorsun. Hapisi göze alabilir, ama ölümü göze alamaz. Ürdün'de yaklaşık 20 senedir hırsızlık ve öldürme hadisesi neredeyse yok. İnsanlar zannediyor ki, herkesin eli kesilecek, fakat tek tük insandan başka olmuyor. Kuran insanı yaratan Zat tarafından gönderildiği için, insan için en etkili yöntemin ne olduğunu biliyor.
N: Ahlak kelimesinin altını çizelim. Batı bir ahlak yerleştirmeye çalışıyor, ama olmuyor. Neden? Çünkü insanın yaratılışına uygun değil. Ahlak, hulk kökeninden geliyor. Yani yaratılış özelliklerine uygun olmak. Batıdaysa, ahlak niye vardır? Toplumu düzenli hale getirmek için. Buradaysa, farklı. Allah'ın rızasını kazanmak için ahlaklı oluyorsun. Öbür taraftaysa menfaat ilişkisi için ahlak var. Menfaati bitti mi, ahlak da bitiyor.
A: Batı kendi içinde bu kadar hassas olmasına rağmen, dışarıya karşı nasıl böyle zalim olabiliyor? Çünkü menfaati yok dışarıda. Madem demokrasi o kadar iyi bir sistem, niye btün Arap ülkelerinin başına birer diktatör getirmişsin. İstersen bunu yapabilirsin.
N: İki örnek veriyor: Bir tanesi, "ben tok olayım, başkası açlıktan ölse banane", diğeri de "sen çalış ben yiyeyim." Bütün ihtilallerin sebebi bu. En büyüğü Fransız ihtilali, sonra dünya savaşları ve hala devam eden savaşlar. Hepsi bundan kaynaklanıyor.
H: Ahlak-ı seyyie.
A: Lafla demiyor, ama senin emeğinin üzerinden rant yapmaya çalışıyor.
M: Burada nemelazımcılık var mı?
A: Evet, ilki böyle.
N: Toplumsal hayatta zenginler ve fakirler var. Bunlar arasında muvazene olursa, beşer rahat yaşar. O muvazenenin esası ise, hava tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir.
Bunu ille zengin fakir diye demeyelim. Havas sadece zengin anlamına gelmiyor.
A: Aynı kelimeleri kadın erkek için de kullanıyor. Bir tarafta şefkat olmayınca, diğerinde isyan olunca sorun çıkıyor.
N: Avrupa bir sürü sendikalar kuruyor, yine de çözüm olmuyor. Herkes aşağıdan yukarıya doğru saydırıyor.
Adam sendika başkanı oluyor, altında mesela jaguar var.
H: Sendikalar havaslaşmanın bir aracı oluyor. Ben geçen sendikaya gittim, ne yaptığınızı sordum. Adamlar beni tersledi.
N: Üstün altı daha iyi kontrol etmesi için kurulmuş sendikalar.
M: Yani İslam toplumunda sendika olmayacak mı? Neyle sağlayacaksın?
N:: Benim siyasi projem yok. Bilmiyorum. Biz Kuranın ne getirdiğiyle Batı medeniyetini karşılaştırıyoruz.
H: Dünyanın zenginlerine bakalım. Dünya varlıklarının yarısı 150 aileye ait. Bu adamın malının 1/40'ını zekat verseler fakir kalmaz.
A: Adamlar para üzerinden para kazanıyor. Nereden geliyor, bu paralar? Fakirlerin sırtından.
H: Bir de spekülasyon var. Napolyon ile İngiltere savaş yapıyor. O zamanın en zengin adamı, İngiltere'ye spekülasyon yapıyor, İngilizler yenildi diye. Borsalar düşüyüor, bütün hisseleri topluyor.
D: Zekat zor geliyor insana. 100 Lira bulsak hepimiz veririz. Ama milyon bulsak, düşünürüz. Zor iş.
A: Avrupa denen kavramın altında, say ve sermaye çatışması yatıyor diyor üstad. Batının tüm problemlerinin kaynağının, çalşıma ve sermaye arasındaki dengesizlikten kaynaklandığını söylüyor.

N:
" İkinci Esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur'anın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münafî telakki eder. Evet eğer izdivacdaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvanatın şehadetiyle ve izdivac eden nebatatın tasdikiyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyedir. Madem hikmeten, hakikaten, izdivac nesil içindir, nev'in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telakkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekseri vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkîh bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul etmeye mecburdur."
A: Üstad hiç eziklik göstermiyor. Bizim modern müslümanlar gibi. Çok net konuşuyor.
N: Medeniyet tenasül için uğraşmıyor, kaza-yı şehvet için uğraşıyor, ama yine de taaddüdü istemiyor.
H: Bir kdın hamile kalsa, bir sene bir daha hamile kalmaz. Bazı zamanlar öyle ihtiyaç oluyor ki, toplum tamamen bitme noktasına geliyor. Bu durumda çok üremesi lazım. Bir kadınla olmaz, çok kadın olması lazım ki, doğum çok olsun.
N: Kuranla bugünkü medeniyeti karşılaştırıyor. Medeniyet ne yapıyor, pek çok fahişehane açmak zorunda kalıyor. Kadınlar kendini satıyor. Bir taraftan taaddüd-ü ezvacı kabul etmezken, öbür yandan buna izin vermek bir çelişki. Hatta bunun tartışmasını bile yaptırmıyorlar. Dindar insanlarda da öyle. Allah bir taneyi tavsiye etmiştir, dört tane için öyle bir şart koymuştur ki, sanki yapmayın demek istemiştir.
Diğerleri şart değil, tavsiyedir. Adaletli davranamazsanız evlenmeyin demiyor.
A: Hadis diyor ki, sevgide adaletli olamazsınız, ama maddi işlerde adaletli olabilirsiniz.
Batı medeniyeti kendi refah durumuna göre bunu düşünüyor. Biz Water diye bir film seyretmiştik. Hindistanda bu çok büyük bir problem. 50 milyon kadın kocası öldüğü için, bekar velerinde kalıyorlar. Kadın 4. değil, 5. bile olmak ister. Genelev kadını olarak kullanılıyorlar ve çok zengin bir kadın bile olsa, o evlerde eziyet görüyorlar. O toplum İslam'ın dediklerini kabul etseler, böyle zillet içinde yaşamaktansa, bir adamın dördüncü hanımı olmaya razıyım diyecektir. Dünyaya sadece 500 milyon Avrupalının gözüyle bakıyoruz. Ama her yer öyle dğeil. Mesela Çeçenistan'da erkeklerin sayısı, kadınların sayısının 1/4'ü. Orada kadınlar kocalarına yeni bir hanım buluyorlar. Evet güzel olan, tek eşliliktir. Ama tüm dünyaya baktığınızda bunun yolunun olması lazım.
N: Taaddüdü savunduğunuz zaman, sanki şehveti düşünüyorsunuz gibi görünüyor. Fakat aslında medeniyet o amaçla bir sürü iş yaparken, İslam bunu yapıyormuş gibi gösteriyorlar.
A: Kendileri hayatı boyunca onlarca kadın kullanmış, sonra geliyor seni veya Resulullahı şehvet düşkünü olarak itham ediyor.
M: Gerçekten evlenirken, biz niçin evleniyoruz? Veya dindarlar, ikinci kadını arzularken, hangi arzularla arzuladıklarını sormalılar. Mesela ben bugün evlenirken, şunu söyleyebilirim ki, bu medeniyetten çok etkilendiğimi fark ediyorum. Birçok noktalarımızı bu medeniyetin ölçüleri içerisinde düşünüyoruz. Neslin devam etmesi için, neslimizle çok iyi ilgilenebilmemiz lazım. Fakat biz erkekler esas görevimiz bu olduğu halde, kadınlara bırakıyoruz tüm çocukları. Belki toplum şeriattan uzaklaşması açısından tepki gösteriyor, ama biz de ilişkilerimizde, insanları suçlayamayız ama, hep böyle kaza-yı şehvet üzerine ilişkilerin kurulduğunu. Bunun da dinden kaynaklanmadığını, gayri dini bir medeniyetten dolayı, dindarların böyle düşündüğünü görüyorum.
N: Ben iki şeyi karşılaştırdığımda, bariz bir fark ortaya çıkıyor. Müslüman bir erkeğin birden fazla hanımı var olmasıyla, ehli dünya bir erkeğin birden çok kadını olmasından çok farklı olduğunu görüyorum.
M: Çok çok. Ehli dünyada tamamıyla ar damarı çatlamış tamamen çamura bulaşmış insanlar var. Bu insanlar tamamen kaza-yı şehvet için dört kadınla evlense, şu anki hallerinden daha iyi hale gelirler. Ehli dünya kadınlar bunu biliyorlar, ama ses çıkarmıyorlar.
Kadınlarda şiddetli problemler var.
" Üçüncü Esas: Muhakemesiz medeniyet, Kur'an kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki hayat-ı içtimaiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibariyle olduğundan; ekseriyet itibariyle bir kadın, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur. İşte bu surette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin
eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kız kardeşine müsavi gelir. İşte adalet-i Kur'aniye böyle iktiza eder, böyle hükmetmiştir. (Haşiye-1)"
A: Çok hikmetli. Kadın bir alıyor, erkek iki alıyor. Erkek aldıklarından birini, evlendiği kadına vererek, aslında eşitlik sağlanmış oluyor.
N: Kadın hakkı savunucularına göre, ezilmeseler bile, bir gün ezilebileceklerini düşündüklerinden, bütün kadınları sanki tek bir kadın gibi tasavvur eder. Üstad buna cevap veriyor gibi. Üstad kadın savunucularına karşı yanıt veriyor.
A: Onların dünyasında evlilik ve paylaşma diye bir kavram olmadığından böyle düşünüyorlar. Bir de onlar mücadeleyi öngörüyor, İslam ise paylaşmayı öngörüyor. İslam'da aile hayatını öngören bir anlayış var.
M: Allah'ın kanunlarına karşı kendi kanunlarını icat etme işi var. Üstadın burada anlatmak istediği, bir fert gibi düşünen kadını, onlar için bir kanun.
A: Her toplumda kız, babanın koruyuculuğu altındadır. Nerede olsa, kendini himaye ettirir. Bir şekilde evlenmese bile, babanın himayesi altında.
N: Kadın illa ki, birisini bulur ve evlenir.
H: Evlenmese bile, babasının erkekleri tarafından himaye edilir. Ama erkek için biri tarafından himaye edilmek çok zordur. Burada hürmet ve itaat çok önemli. Feminist kadınlar, hürmet ve itaati kendilerine yediremiyorlar. Kendi maddi bağımsızlıklarını kazanmaya çalışıyorlar. Kendileri için, milyonlarca kadını da mağdur duruma düşürüyorlar. Kadınlar özgür olsun diyorlar. Ama bu doğuda veya geleneksel ailelerde olmaz. İki üç tane haya perdesini yırtmış kadının yaptığını diğer kadınlar yapmaz ki. Kadınların öyle bir derdi de yok. Ama bunun derdi var.
A: Eğitim almış feminist kadınlarda çok ilginç bir sorun var. Boşanmaların büyük kısmı, kadın tarafından çıkıyor.
Af: Bir parantez açmak lazım. Erkekler de pür-i pak, çok adaletli davranmıyorlar.
N: Biz şu anda erkeklere hitap ediyoruz :) Burada sorun biziz.
Af: Erkekler tam böyle üzerine yükümlülük alıp, adaletli davranabiliyor değil. Bir kendimize itirafta bulunacak olsak, bunu söyleyelim. Hadi bunu geçtik. Dışarı çıktığımızda, eş olabilecek erkek sıfatı kimlerin var? Ne oldukları belli değil.
H: Şimdi biz kadınlara has bir şey söylemiyoruz.
Bir yerde ifrat varsa, tefrit çıkacak.
Af: Ortalıkta erkek olmayınca, kadınlık da olmaz.
N: Önce erkekler vardı :)
Md: Miras hukukunu düzenlerken, bütün sorumlulukları erkeğe vermiş İslam. O yüzden mirasın da çoğunluğunu erkeğe vermiş. Ayrıca sistem itibariyle de itaat edilecek taraf olarak erkeği getirmiş. Ancak biz erkekler sorun yaşıyoruz. Bir itaat edecek kadın bulamıyoruz. Ama bu bir yandan bizim de hoşumuza gidiyor. Çünkü sorumlulukların birçoğundan kurtuluyoruz. Ama sonra pişman olan da erkek oluyor.
Af: Bir kadının itirafı şöyleydi: Önceden biz kadınlar birbirimizi kıskanıyorduk, şimdi erkekler de girdi işin içine. Erkekler o kadar bozulduğu birbirine meyilleri çok olduğu için, bir de onlarla uğraşıyoruz. Toplumun halini görelim. Biz bir avuç insan bir şeyleri konuşuyoruz, ama dışarıda olay çok uçmuş kaçmış vaziyette. Adam birini bulsam, hemen evleneceğim diyen kadınlar var.
M: Ben bir şey sormak istiyorum. Bu hukukun, bir hukukçu olarak, Türkiyeye gelen bu medeni kanunun tarihçesini araştırdınız mı? Pagan diniyle bir alakası var mı?
N: Bilmiyorum.
M: Neye göre kurulmuş? Medeni kanun çok farklı. Diğerlerinde karşılaştırma yapılabilir, ama medeni kanunda çok farklı, direkt uluhiyetti inkar tarafı var.
N: Bu kanun nerede üretilmiş? Avrupa'da. 1500-2000 yılları arasındaki Avrupa. Ne olmuş? Rönesans, sanayi devrimi, işçi sınıfı ortaya çıkmış, burjuva ortaya çıkmış, kadınlar eşitlik uğruna mücadeleye başlamış, daha önce insan sayılmayan kadınlar eşitlik uğruna insan sayılmaya başlamış ve işçi olmuş. Ama erkeğin yapabildiği her şeyi yapamıyor. Ondan sonra kadınlarla ilgili özel haklar çıkmaya başlamış. Biz de erkekler gibi yaparız demeye başlamışlar. Kadınlar, erkeklerle aynı yerde çalışmanın sıkıntıları yaşadıkları için, onlara özel ayrıcalıklar çıkmış. Kadın haklarının çıkmasının altındaki en büyük etken, kadınların orada ezilmiş olması. Kadınlar ezildiği için, kadın hakları ortaya çıkmış. Orada ortaya çıkan felsefeyi bu topraklarda uyarlamaya çalışmak, saçmak olmuş. Burada kadının ezilmesi, yok sayılması gibi şeyler olmamış. Olabilir gelenekler ezmiş olabilir, ama Avrupadaki gibi olmamış. Avrupada yüzyıllarca kadınlar insan sayılmamış. Eşitsen, aynı erkekler gibi çalışacaksın. Eşitlik uğruna her şeye katlandı.
H: Çoğu sorunlar müslüman bir kadının sorunu değil. Bu topluma monte edilip, bu toplumun sorunu gibi gösterildi.
N: Hala kadın hakları eyince, Avrupalılar bu tarafa yöneliyor. Kadına yönelik, şiddet Avrupada daha fazla. Burada yoktu, sonradan çıktı. ama orada hala daha çok. Bunca kadın hareketine rağmen, kadın haklarıyla ilgili gözle görünür bir gelişme yok. Medeni kanun böyle bir ortamdan ortaya çıktı. Geldi burada, bu vücuda bol geldi.
H: Kanun dediğin zaman bir dine dayanması lazım, neticede ahlaki bir sistem. ama şu anki medeni kanun, insanın fıtratına karşı bir meydan okuma var. İnsanın fıtratına meydan okuyor.
M: Ben de onun için sordum. Mesela pagan diniyle, o zamanlar hristiyanlığı bozmak için, ateistlerin faaliyetlerinden mi kaynaklanıyor?
A: Batı medeniyetinin temel şeyi, insanın kendi içinden evrensel hakikatleri bulma çabası ve dolayısıyla vahye karşı kendini haklı çıkarma çabası veya iddiasıdır. Erich von da Batının iflası derken bunu kastere, ama bir yandan da demokrasi gibi kavramlarla batının kurtulduğunu söylüyor. Fakat gerçekte hümanizm gibi fikirler, tamamen dine karşı meydan okuma gayretidir.
H: Yahudiliğin en büyük bozulması, Babil dininden alınmış şeylerdir: Talmud, tamamen pagan esaslıdır. Allah'a karşı bir meydan okuma var.
A: Şeytan nasıl itaat et dediği zaman, kendisi bir alternatif üretti ve bu alternatifin üstün olduğunu iddia etti. Felsefe de böyle bir çaba içine giriyor.
H: İnsanlığın yaratılışından beri böyle bir mücadele var.
N: Burada konunun başına dönüp, Kuranın şebabeti nasıldır, diye yeniden sormak lazım. Gerek faizin haram kılınması, gerek taaddüd-ü ezvac meselesi, gerek kadına verilen üçte bir pay, bunlar bugünkü müslümanlarca ne kadar fikren savunulabildiği, tartışılabilmesi lazım. Amelen zaten birçoğunu göremiyoruz. Zekat belki çat pat giriyor. Fakat miras konusunu kimse uygulamıyor. Kimse bunu sana medeni kanundan dolayı zorlamıyor. Yapabilen var mı, çok az.
A: Bu üç tanesi bir misaldi. Bunlar da en çok tartışmalı ve İslamın en zayıf göründüğü gibi konularda İslamın aslında çok güçlü olduğunu gösteriyor üstad. Siz bunları zayıf görseniz bile.
H: Medeniyetin başıboşluğunun sebebinin bunlara mağlup olmasından kaynaklandığını söylüyor. Ailelerin bozulmasının önüne geçecek bir şey yok. Baba, sırf oğulna yazıyor. Müthiş bir zulüm var. Toplum bu yarayı çezecek bir şey getiremiyor. Şebabet bundan geliyor.
A: Prens Charles diyor ki, bizim İslamdan alacak çok şeyimiz var, diye açıkça söylüyor.
M: Peygamber efendimiz diğer ülke emirlerine mektup yazıyor. Bu risaleleri mesela lordlar kamerasına veya diğer dünyayı idare eden makamlara böyle bir tebliği yapılamaz mı?
H: O ütopya gibi bir şey.
M: Niye ütopya olsun ki?
H: Lordlar kamerasıyla başlayacağına, en yakınındaki insandan başlamalısın.
N: Önce camiden başlamak lazım.
Biz hakkıyla İslamı yaşarsak, Avrupalılar fevc fevç buna gelirlerdi.
H: Gerçek anlamda, şekilsel değil, İslamın özünü kavrayacak şekilde uygulasa, adam dine düşman olsa bile, adama hayran oluyor. Birkaç öyle insan olsa, toplumda öyle olma arzusu gelişir. En azından kendi aralarımızdaki ilişkilerimizde bunu uygulamamız lazım. Ticaret yaparken bile, farklı insanl oluyoruz.
Af: Önce kendimize saygımız olması lazım.
H: Zekat önemli, faiz çok önemli.
Af: Uğraşanların çoğunlukta olduğunu düşünüyorum ben.
A: Hangi medeniyetin tarafında olduğumuza karar vermemiz lazım.
Af: Hz. Yusuf'un kıssasını anlatırken, söylediğim gibi, gömleğimiz önden mi yırtılıyor yoksa arkadan mı yırtılıyor onu çıkarmamız lazım. Tekrar haşir olduğumuzda gömleğimiz çıkacak ortaya.
A: Yani faize bulaşıyor muyuz, yoksa kendimiz mi istiyoruz?