26 Nisan 2008 Cumartesi

Muhakemat Dorduncu Mukaddeme

" Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder."
A: Burada iki yönlü bir açıklama yapıyor.
" Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymetdar bir şeyi asilzade göstermek için, o kıymetdar şeylerin cinsiyle müştehir olan zâta nisbet ve isnad etmektir. "
A: Burada anladığım kadarıyla, kendisince önemli gördüğü bir düşünceyi, kendisinden sudur etse çok kıymet almayacağı için, başkasına atfederek, o düşünceyi yüceltmeye çalışıyor. Onun nazarında yüceltmeye çalışıyor. Mesela bir fıkra uyurmuş, fıkrayı topluma mal edemeceyek, onun yerine Nasreddin Hoca adına anlatıyor.
"Yani sözleri revac bulmak veya tekzib olunmamak veyahut başka ağraz için, zalimane ve istibdadkârane, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. "
A: İlginç. Bir milletin düşüncesini, ne yapıyorlar, tek bir kişiye münhasır görüyorlar. Birin yücelterek, o düşünceyi yaymaya çalışıyorlar. Üstat bunu Kurtuluş savaşı için de söylüyor. Herkesin başarısıyken, tek bir kişiye yüklüyorlar. Bunun bir zulüm olduğunu, hem yüklenen kişiye, hem de hakikate zulüm olduğunu söylüyor.
"Halbuki o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede... "
Biri size ait olmayan bir cümleyi size aitmiş gibi gösterse, istersen o söz o kişinin yapması gereken nedir? O sözün kendisine ait olmadığını belirtmesidir. Çünkü hediyeyi müstebidane, ilginç bir tabir kullanıyor, yani size hediye veriyor, fakat sizi o sözün mahkumu kılıyor.
"Zira güzel bir sıfat veya ulvî bir san'atla meşhur olan bir adam, hüsn-ü surînin maverasını görmek şanından olan nazar-ı san'atperveranesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilir ise; "Senin dest-i hattındır" denilir ise; o emir san'atın tenasüb ve müvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip i'raz ve teberri edecektir. "Hâşâ ve kellâ" diyecektir. "
Adam sanatkar, maharetli, burada hat sanatıyla ilgili bir örnek veriyor. Çok güzel bir hat yazıyor. Fakat ilginçtir hattatlara sormuştum, bir hattatla bir yere gittik. Arabistanlı bir arkadaş. O çocukla Ulu camiye gittik. Ulu cami gerçekten hat müzesi gibi, harfi görüyor, harften kimin olduğun söylüyor. Duvardaki yazılara bakıyor, bu falancanın yazısıdır diye hemen tanıyor. İster güzel olsun, ister çirkin olsun, diyelim ki Hattat Affan var, ona atfettiğiniz zaman hemen müdakkik insanlar onu fark edecektir. Eğer o onu iddia ediyorsa yalancıdır o . Eğer birileri yüklüyorsa, hakikat onu reddedecektir. Zaten o tanınıyor. Böyle bir şey olamaz, çünkü onun üslubu bu değildi . Burada bir yere gelecek.
""Senin dest-i hattındır" denilir ise; o emir san'atın tenasüb ve müvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip i'raz ve teberri edecektir. "Hâşâ ve kellâ" diyecektir. Bu seciyeye bina ile meşhur kaideye -"Bir şey sabit olsa, levazımıyla sabit olur."- istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda tahayyülâtlarına"

Bir şey sabit olursa levazımatıyla sabit olur.
"bir nizam verdirmek için muztardırlar ki; çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına merciiyeti mümkün olabilsin. O halde o adam bir u'cube olarak zihinlerinde tecessüm eder. "
Herkes bir şey yüklüyor, o zaman ne oluyor? Bir sınıfta şiir okuyordu öğrenci. sen şunları yarattın, dağları yarattın diye laflar var. Mantığınla düşündüğünde, bir insan bunu yapabilir mi? Yok, ucube affedersin hayal oluyor. Adamı öyle vasıflarla yüklüyorsun, ki, böyle bir şey insan olamaz, acip bir şey çıkıyor ortaya. İnsan üstü bir varlık ortaya çıkıyor ki, bu da hakikati inciten bir şeydir.
"Eğer istersen hayalât-ı Acemane içinde perverde olan Rüstem-i Zâl'in timsal-i manevîsine bak, gör.. ne u'cubedir! "
Bu Rüstemi zal, meşhur İran kahramanıdır. Aslanlarla savaşan, filleri deviren çok güçlü bir insan. Sözde ama, abartılarla yüklenmiş. Birkaç iyi bir şey yapmışsa arenalardaki gladyatör gibi bir şeymiş. Ama öyle abartılıyor ki, çok farklı ortaya çıkıyor.
"Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından kurtulamayan istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini gasb u garat ederek büyülttü. "
İstibdattan kastettiği abartı.
"Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından kurtulamayan istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini gasb u garat ederek büyülttü. "
Bütün İranlıları n övgülerini o üstüne yüklenmiş gibi. Sanki Türkiye’de yapıldığı gibi. Her şey bir şahısa yüklendi. o şahıs tek başına ülkeyi kurtardı. Halbuki böyle bir şey yok.
Md: Aynı şey Fatih için de yapılıyor. Ama peygamber efendimiz "o ne güzel bir kumandan ve ordudur." diyor.
A: Ne güzel adaletli bir şekil.
"Yalan, yalana mukaddeme olduğu için şu hârikulâde şecaat hârikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevabi'leri olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil na'ra vurarak "Ben nev'un münhasırun fi'ş-şahs'ım" der. "
A: Kendi şahsıma münhasırım. Nevi şahsına münhasır, yani tek başına bir acayip insanım.
MD: hiç kimseye benzemeyen çok farklı biriyim.
"Gulyabanî gibi hurafatı arkasına takarak, dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar."
Şimdi asıl şeye geliyoruz.
" Ey hakikati çıplak görmek isteyen zât!.. Bu mukaddemeye dikkat et;"
Burada hakikati anlamaya engel olan on iki tane mukaddeme var. Mecaz, abartı, şöhret gibi. Bizim hakka giden yolda, bizi engelleyen durumları tek tek tahlili ediyor.
" Ey hakikatı çıplak görmek isteyen zât!.. Bu mukaddemeye dikkat et; zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve bab-ı tahkik dahi bunun ile seddolur. "
Demek tahkikin kapısı bununla kapanır. Üstad ne diyor? Risalei nur, tahkiki mesleğidir. Kuran bize araştırmayı emrediyor. Bir şeyin hakikatini tam anlamadan girmeyin oraya. Hatta benim sözlerimi bile diyor üstad "altın çıkarsa alın, gümüş çıkarsa bana iade edin. " Onun gibi bir hakikati de tahkik etmemiz gerekiyor. İşte tahkik ederken, buna engel olan şey neymiş. Bu şöhret hastalığıymış.
"Hem de kıssadan hisse ve meyl-üt terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur."
Biraz zor bir cümle. Kıssadan hisse almak ve terakki meyliyle, müslümanların sonradan gelenlerinin, seleflerin yani önceden gelenlerin üstüne, onların miras bıraktıklarının üzerinde tasarruf... Şimdi izah edecek.
"Hem de kıssadan hisse ve meyl-üt terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin Efendi'ye de:"
Nasrettin Hocaya desen ki, bu garip fıkraların hepsi senin midir?
""Bu garib sözler umumen senin midir?" Elbette sana diyecektir: "Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların zekatını da bana verseler razıyım ve kâfidir. "
Yani bu sözlerin çok küçük bir kısmını bile bana verseler ben razıyım. Yetmez benim ömrüm buna.
" Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder." Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir."
Çok önemli, yapmacıklığa kalbeder, dönüştürür. Demek ki şöhrete insanı tabi olmaktan çıkarıyor, yapmacık tavır takınmasına sebep oluyor.
MD: Kişiliğini abartılmış bir hale sunmayın diyor.
A: Seni çok yüksek zannediyor, mübareklik tavrına girmek zorunda kalıyorsun, ben mesela :)
Md: En önemli husus burada tekrar edeceğim. En büyük insan normal olandır.
"Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir."
A: Çok önemli, bu kökten hurafeler çıkar, doğru şeyin kuvvetini bitirir. Artık doğru kalmaz. Abartı, doğrunun da doğru olmasını kaldırır.

"Hâtime
İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir."
Bir şeyi Allah nasıl takdir etmişse en güzeli odur. sen ona o ihsanın üstüne bir şey yüklemeye çalışıyorsun, aslında Allah'ın işine karışıyorsun bir nevi. Sözde adamı öveceğim diye aslında onu yeriyorsun, yada hakikati yeriyorsun. Bediüzzaman şöyle büyüktür deyince aslında onun kitabı eserleri ne olduğunu söylüyor. Benim abartmama, o benim üstadım olması hasebiyle onu yüceltmem aslında ona veya hakikate zarar oluşturuyor. O Kitabı övüyor mesela, bir arkadaşa çok hoşuma gitti, filmi anlatıyorum. Tabi abarta abarta. Adam gitti, hiç zevk almadım dedi. Çünkü beklentileri çok yüksek oluyor. Bir bakıyorsun, hayalinde çok yüceltiyorsun, çok sıradan bir insanmış. Muhammed ağbinin dediği gibi sıradan olası yeterlidir, ama biz hayal kırıklığına uğruyoruz.
"Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. "
Çok ilginç. bir hakikat, binler hayale karşılık gelir. Diyelim ki, bin tane amerikan doları vereceğiz, ama hepsi sahte. Onun yerine bir tane gerçek yüz dolar, hangisin tercih edersin.
O: Sen hele bir ikisini getir bakalım :)
A:
"İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek farzdır. "
Çok ilginç, lazımdır demiyor"
Md: Yüzüne karşı övmek kötüdür dedi, demin kardeş, halbuki senin dediğin yolda övgüye giden bir yol var.
A: Evet, ihsanı ilahi onu mükemmel yaratmış. Zaten onu ortaya koysan, o güzeldir.
A: Mesela mert kardeşimize Allah bir kabiliyet vermiş, bu mükemmeldir demeye gerek yok. Zaten gözüküyor orada. Onu övmeyeceksin, Allah vermiş ona bu kabiliyeti. Bu parmaklar konuşurken tık tık tık yazıyor. Bu kardeş de ona dua etmiş, Allah da o duasına binaen cevap vermiş. Daha fazlası, abi senin dilinden ne çıkarsa yazıyor diyorsun.
Af: Elinde mevcut olanlar da aşağı iniyor.
A: Kuranın hedefi dörttür diyor üstad. Bir tevhiddir, her şeyi Allah yaratmıştır. İkincisi risalettir, hakikat bize peygamberler vasıtasıyla gelir. Üçüncüsü ahirettir, yani haşirdir. Yani yaptıklarımızın bir neticesi olacaktır hepsini göreceğiz. Dördüncüsü de adalet ve ubudiyet der. Adaleti ubudiyetle özdeşleştirir. Adaletin ölçüsü şudur: İhsan ı ilahi ile her şeyi yerli yerine koymaktır. Bu kabiliyeti sırf bu adama versen ,bu adam onda aciz Allah'ın bir lütfüdür. Önce bunun bir vereceksin. Sonra bu kardeşte bunun tezahür ettiğini söyle.
Mesela, Ahmet kardeş çok iyi pazarlık yapıyorsun. Burada iki durum var: tabi ben iyi pazarlık yaparım. Dediği zaman gurur. Aksine, bende bir şey yok desen, o zaman Allah'ın ihsanını gizliyorsun. Onun yerine elhamdülillah diyeceksin, o zaman vasat. Allahın verdiğini inkar etmeyeceksin.
Md: İhsana ihsansızlık demek takdir etmemek.
A: Evet ben aciz bir kuluyum, ama Allah o kuluna böyle güzellikler de takmış. Topraktaki çiçeğe ne güzel çiçekler takmıyor mu? Allah güzelleştiriyor, bende bir şey yok. Ben çok güzelim dese, ihsanı ilahiden fazla ihsanıdır.
Md: Bence en ince noktalardan biri bu. En adaletli olması. Buradaki ders atmosferimizi, çok abartılı, mübareklik üzerine kurmamamız da bundan kaynaklandığının düşüncesindeyim. ama toplum olarak böyle abartılı şeylere meyilliyiz.
Md: Şeyhi yükseltiriz, cemaati yükseltiriz.
Md: Bu noktadan bize hoş görünüyor.
H: Üstad abisiyle birlikte bir şeyhe gidiyor. Abisi şeyhi yüceltiyor, üstad diyor ben onu kusurlarıyla birlikte seviyorum. Senden daha çok seviyorum hakikatte. Şeyhlerde böyle bir kültür var. İnsanlar onu her şeyden yüceltmek istiyor. İnsan dışı bir yere koymak istiyor. Bu meslekte bir tahkiksizlik mi var? Veya buraya göre bir sakat durum var yani.
A: O mesleğin kötülüğünden kaynaklanmıyor, o kişiye o anlamı yükleyende bir problem vardır. Ben mesela bir mesleği bilmiyorum. Affan'ın mesleği fotoğrafçılık, ben bu işi bilmiyorum. Sen gel bana öğret. Ben ona tabi olacağım. Bu normal bir metottur. Bilmeyen bilene intisap eder, ondan öğrenir sonra çeker gider. Bizde öyle bir duruma gelmiş ki, o kişiye artık yukarı bir yere çıkarmış. bunun sebepleri var. Öneli bir şey.
Peygambere diyorlar ki, sen diyorlar, ne diye bizim gibi sokakta geziyorsun, yemek yiyorsun. Yanında melekler var. Biz kafamızda peygamber veli imajının nasıl koymuşuz? Sürekli dağa çekilen,inzivada biri gibi görüyoruz. Sahabenin bir kısmı, onu ayırt etmek istiyor. Riyazete giriyor falan.
Md: Ben takip edemiyorum. Sen niye insan gibi yaşamıyorsun dediler diyorsun.
A: Ayette diyor müşrikler, bu ne biçimi peygamber? Bizim gibi yaşıyor. Tabi senin gibi yaşacak, çünkü örnek olsun. Sana örnek olacak ya, bu medeniyet içinde nasıl yaşayacağını öğretecek. Yoksa uzakta olursa, o zaman benim ona uymama gerek yok ki, ben hayatımı kendim yaşayacağım, bana örneklik yapmayacak. Peygamber insanların içinden biri gibi olmak zorunda. Gökten mucizeler indiren biri olsaydı, o zaman kardeşim o peygamber biz onun gibi olamayız ki diyecektik. Allah da diyor ki, o sizin gibi, sizden biri. Sizin içinizde bir peygamber gönderdik. Sizin gibi yaşayan, zahmet çeken, biri. Yeri geldiğinde üzerine iftira atılan, bir peygamber gönderdim. Ne demek bu? Biz onu benimseyelim diye. Biz onu hayatın içinden çıkartmaya, onu mistifike etmeye çalışıyoruz. Yani dağda yaşayacak biri. Sahabenin hepsi hayatın içinde değil miydi?
Af: Geçen hafta parantez açıyorum, öyle söylemedin. 40 gün adama oruç tutturdun, kızı ona verdin.:)
A: O bir mecazdı. :)
Biz hakikati abartarak, onu yücelteceğimizi zannediyoruz. Halbuki peygamber dediğin senin duygularını yaşayan, bir insandır. Yoksa, bize örnek olmazdı ki, bir nasıl yapacağız? Hayatın içinde yaşıyoruz. Şu meyveyi yerken nasıl Allah'ın kulu olacağız? Bir insana bir şey dediğinde, elhamdülillah diyeceğiz. Adaletle tahkim edeceğiz. İmam şafi, ilginç bir şey söyler. Allah söylettiriyor. "biri sizi övüyorsa, o insandan korkun der. Bir gün gelip sizi yerebilir. Bir gün gelir sizi olduğundan fazla gösteren biri, adaletli davranmıyor ya, bir gün sizi daha düşük gösterir. O yüzden hakkını verene itimad edin. Ne artıran ne azaltan.
Md: Buradaki, Muhittin abiyi kızdıracağım ama, bu manada, çok güzel bir şey geldi, aslında hürriyet de bu demek. Yani sadece büyük Allah'tır, diğer mahlukların hepsi mahluktur. Eşittir. Eşit olmak kötü değil, Allah böyle yarattığı için eşittir. Sadece Allah büyüktür. Ama bunu kabul etmek çok ciddi ve zor bir olay. Dolayısıyla, hürriyet olunca, risalelerde söylenen bir şey var, eşit olursa insanlar başsız kalırlar, birbirinden etkilenmezler gibi bir kanaat var. İlişki, yüksek alçak olursa, birbirinden etkilenmeleri çok zor. Yan yana olunca, her türlü iletişim akıntının birbirine geçip gitmek çok kolay olur. Aslında Muhittin abi çok kızacak ama kızsın, :), aslında aile hayatında da eşlerin birbirine eşit olması kötü bir şey değil. Biz istiyoruz ki, bir erkek, Allah tayin etmiş. Sen de o görevi hissedebilirsin. Yükümlülükler vermiş. Erkeğe de bu görevi vermiş. Lütfen fantazi yapmayalım :)
Mn: Yaramazlık yaptığı zaman döveceksin, Allah emretmiş. :)
H: Peki peygamber niye dövmemiş?
Mn: Nereden biliyorsun? Okudunuz mu bütün kitapları? Allah yaramazlık yaparsa döveceksin diyor.
A: Demek ki o zaman yaramazlık yapmamış :)
Md:
Mn: Sonra siz kadınların efendisisiniz diyor :)
O: Abi ayete ekleme şimdi :)
Mn: Tamam, kadınların hakimisiniz diyor.
Mn: Allah diyor, erkek ve kadın haklarından o kadar çok bahsetti ki, Allah'tan başkasına ibadet edilmesini isteseydi, kadının erkeğe secde etmesini isterdi zannettim.
H: Yani öyle bir şey olmamış diyor. Kimse kimseye secde etmeyecek.
A. Meleklerin Ademe secde etmesi, Ademin kendisinde olan bir üstünlükten dolayı değildir. Bu Allahın bir görevlendirmesidir. Birine bu görevi verir, diğerine de patronluk görevi verir. Herkes kendi vazifesinden sorumludur. Adamın elinde 1000 dinar var, 1 dinar öyle olur ki, 1000 0 dinardan daha değerlidir. adam 2 dinarı vardır, tamamını sadaka verir. Öbürü ise 1000 dinarın çok küçük bir kısmını verir. Dolayısıyla bu sorumluluk meselesidir.
Mn:
Ama adam diyor ki, kadınlar yemek pişiremez. Kadınların işi yemek pişirmek değil. O kadar çok yaygınlaşmış ki, azdırmışlar kadınları.
H: Yani üstünlük meselesi yemeğe mi geldi :)
A: Mesele üstünlük meselesi değil, herkes sorumluluğunu bilecek. Doğru fıkhen çocuğa bakması sorumlu değil. Vicdanen sorumludur. Allah'a ne hesap verecek? Ben sana bu duyguları verdim, ne hesap verecek. Biz kavvamız ya, bize hesap versin istiyoruz. Onun bize vereceği hesap var, bizim ona vereceğimiz hesap vardır. kavvamız diye canımızın istediğini yapacağız zannediyoruz. Cumhur başkanı da olsan, adi bir nefer de olsan, kendi vazifelerini yaparsa aynı sevabı alır. Bir üstünlük, ne kadına ne hayvana, bir üstünlük taslayamayız. Hepimiz yaratık olarak eşit yaratılmışız. hepimizin farklı sorumlulukları var. Bunlar farklı esmaların ortaya çıkması içindir ,yoksa üstünlük taslamaya hakkımız yoktur.
x: bu üstünlük kadın erkek meselesi midir?
A: Yok her mahluk için geçerlidir.
Her türlü üstünlük yanlıştır.
x: Erkeğin kadına karşı üstünlüğü yoktur, ama yetkilidir.
A: Sorumluluktur işte o.
Md: Yetkili olmak, üstünlük anlamına gelmiyor. Muhittin abinin dediği noktalarda haklılık payı var orada.
A: Sen kadınsın değil mi, bir adam hırsızlık yaptı değil mi, sen o geldiği zaman ona sopa vurabilirsin. Bu yetkili olduğun içindir, yoksa ona üstünlüğünden değildir.
MD: Biz eşitiz demekle, verilen sorumlulukları kullanmamak değil. Tamam yetkiliysen de kardeşim, takan olmadıkça ne olur?

x: Allah kadına karşı erkeğe yetki verdiyse, herke bu yetkisinin yerinin bilecek. Kadın da yerini bilecek, erkek de yerini bilecek. Allah 'a karşı kullukta üstünlük vardır. Erkek görevini yapmazsa, üstün olmaz.
A: Yetkiyi istismar etmeyeceğiz.
Cumhurbaşkanının bir yetkisi vardır, ve bir memurun yetkisinden çok fazladır. Cumhurbaşkanı yetkisinden dolayı, kendisini üstün göremez, kuralları tanımamazlık yapamaz. Bu memur da kim oluyor, diyemez. Yetkiyse, yetkini kullan, emret, kanunları değiştir. Öteki onu yapamaz. Ama yetkisini üstünlük vesilesi kılamaz.
Af: Aslında yetkiler alçaklık vesilesi.
A: Velayetin şeni odur ki, tevazu gösterir. Yoksa olduğundan fazla gözükmek değildir. Bizim kafamızda yetkiyi üstünlük olarak anlıyoruz.
O: Kuvvet olarak algılıyoruz, eziyoruz abi.
Md: Hayatı paylaşmaya mani oluyor. Sıkıntıları paylamaya çekiniyor kadın. Adamın korkusundan adamın zararına olan şeyi söyleyemiyor. Bunun gibi, sonra bedellerini çok fazla ödüyoruz. Bir de kral olsan bile, bir canım ciğerim diyen biri olmadıktan sonra ne olur kardeşim :)
x: Sen işin gırgırındasın, şaka yapıyorsun.
Md: Yok canım, bu da Allahın yarattığı güzel duygular.
At: Peki hiç mi şeyhe yücelik vermekte bir fayda yok? Doğru manasında demiyorum da, kaynaktaki kudsiyet çok delillerden daha fazla tesir ediyor insanlar üstünde. Mesela resulullahın öyle anlatıyorlar ki, sümkürse bile neredeyse sahabeler onu tutacak gibi şeyler var. Bunu delil olarak kullanıp peygamber olarak kullananlar bile var. Söylediği her sözü, vücudundan çıkan her tüyü muhafaza ediyorlar, şekliyle ilgili bir bilim oluşmuş.Söyledikleri de insanları üstünde çok fazla tesir ediyor. Onun gibi şeyhlerin de kudsiyeti insanların gözünde fazla olması iyi değil mi?
A: Kudsiyetin insanların gözünde olması yanlıştır. resulullahın üstünlüğü, onun risaletinden, cenabı hakkın verdiği bir yerden gelir. İnsanlar o kudsiyetten dolayı onu yüceltirler. Biz Kabeyi yüceltmiyoruz, Cenabı Hak öyle emrettiği için yapıyoruz. İhsanı ilahiyle tavsif etmek bu demektir. Şeyhe keramet vermiş, Allah. Adam bir fotoğraf çekiyor çok güzel, ben çekiyorum bir şey yok. Bu keramet işte. Bu vasfı övmem de hiçbir sakınca yok. Ama o bununla övünürse, o onun problemi. Şeyh de kemalatta terakki ede ede, Allah ona bir maka vermiş. Barekallah diyeceğim, ayağına yapışacağım, bir mahsuru yok. Ama olduğundan fazla yükseltmek yok.
Kişinin şahsına yüklemek yanlış.
Sahabaye baktığın zaman üstün insan, ama hayatın içinde insanlar. Onun dünyasında her şey mükemmel.
Çok ilginç mesela, adalar kuran kursuna yardım diye bir şey topluyorlar. Halbuki, öğrencilerden onun için para alıyorlar. O yardımları kendilerine alıyorlar. İnsanlar o makama bir değer yüklemiş onu istismar ediyorlar.
At: Peki Nasrettin Hocaya fazladan söz yüklemenin kime zararı var?
A: Abartı. Onun sözlerinde çok hikmetli sözler var, o hikmet düşüyor. Dünyanın merkezi neresidir, eşeğimin ayağıdır. Aslında çok hikmetli. İnsanın kendisi aslında merkezdir anlamına geliyor herkes için. Ama insanlar gülüp geçiyor.
H: Haz. İsa tanrılaştırılmış. Nasrettin Hoca mezarından çıksa, biz onu tanıyamayız. Anlat da gülelim deriz. Hz. İsa da mezardan çıksa, Hıristiyanlar herhalde onu taşlarlar. Bu insanların tanrılaşmasına doğru gidiyor.
At: Bir üstadın talebesi, insanlara tesir etsin diye, üstad böyle bir şey söyledi desin. Söylediği şey de güzel şey. Ne olacak?
A: Onu umumi dengeye ters bir şeyse, risalenin temelinde bir denge varsa, o zaman bütün risaleye leke düşürmüş olursun. Diyelim ki, o sözde abartıyla o genel uyumu bozuyor. Sana göre bir yerden doğru görünüyor, ama öyle bir ufuk vardır ki, adamın sistemini bozarsın. Her şeyin fazlası zarar.
H: Resulullah demiş, benim söylemediğim bir şeyi, güzel bir şey olsa bile, uyduran, cehennemdeki yerini hazırlasın. Çok lanetliyor. Çünkü onun kendi içinde bir ahengi var. Sen oraya kendi güzelliğini koyabilirsin, ama o ahengi bozabilir.
O yüzden hiçbir zaman, o kudsiyeti lekelememek lazım.
Md: Şimdi kardeşim, bazı damarlarıma bastı da, onun hatırı için bir iki noktaya arz etmek istiyoruz. Sait Nursi'ye eskiden herkes ulaşamıyor. Hükümet engel koymuş, zaten uzak bir yerde. Özellikle ziyarete gelmek istiyorlar. Bazıları ziyarete gelmek istiyor, tren istasyonundan iniyor, hemen talebesini gönderiyor, onu al gel diyor, hemen geliyor konuşuyor. Yine bazıları geliyor, üstad talebesine diyor ki, birisi geldi, hemen onu geri gönder. Üstad uygun değil. Görüşmeden gönderiyor. Ta nereden gelmiş. Görüştüğü kimseler, ders arkadaşı olduğu, bazı hayat arkadaşımız oluyor, bazı da ders arkadaşımız oluyor. Arkadaş olduğu kimseleri kabul ediyor. Mevki isteyen, dua isteyen, karısının dönemsini isteyen :) böyle bir maksat için gelenler, veya çok mübarek bir zattır gidip elini öpeyim diyen insanların hiçbirini kabul etmiyor. Çoğu zaman bunları kavrayamıyoruz. Muhittin abi çok iyi bilir. Hayatı öyle geçmiş biridir. Bir usta, bir mesleğini çırağa aktaracaksa, ilişkisini yakın tutacak. Yoksa çırak ustadan çok uzak kalırsa, o meslek ona sinmez. Ama Ahmet kardeşim de güzel şeyler söylüyor. Evet Sait Nursi'nin söylediği bu yol, bize hoş geldiği için buradayız. Ama tek yol bu yol değil, başka meslekler de var. Onlar da kendine göre tesirli. Adam bir Adıyaman’a gidiyor, içkiyi bırakıyor, üçkağıtçılığı bırakıyor. Belki ana yol, bunlar değildir, bizim caddemiz olabilir, ama bir sürü yollar vardır. Hepsi yoldur.
H: Doğru söylüyor, toplumun kahir çoğunluğu avamdır. Yani şeyhin abartılmasını severler. Peygamber efendimizin saçı çok değerlidir. Bizim de avam tarafı var. Sahabelerin de avam tarafı var. İnsanda da bu duygular var. Bunların da karşılanması lazım, ama çok abartılmaması kaydıyla geçerli olabilir. Ama esas olan tahkiktir.
A: Üstad avama dahi onu söylüyor, abartın demiyor. Benim sözlerimi meşhurum diye almayın diyor. Ama altın çıkmazsa, almayın. biz avamız, nasıl anlarız? Ben size çürük üzümü versem, yutmazsınız diyor. Demek dünya işini öyle biliyor ki, kimse kimseye yutturamıyor.
Md: Hatta aklen kavrayamasa bile, hissen bilirler.
Mt: O zaman risaleleri eleştirel gözle mi okumak doğru olur.
A. Sen ikna oldun diyelim ki, o zaman teslim olacaksın diyor üstad. Ama teslim olmak için, hangisi benim işime daha çok yarar diye düşünürsün. araştırma yaparsın, uygun dersin, uygun dedikten sonra ona tabi olursun. Ama onu kendine rehber seçtikten sonra sürekli onu tenkit etmen ona güvenini engeller. O yüzden risaleye ikna oldun, o zaman artık onun terbiyesine gireceksin. Ama bir terbiyesine gireceksin. Sürekli tenkit, sürekli tenkit, o zaman hiçbir zaman teslim olmuyor.
Öyle adamlar biliyorum, ki, adam dini fıkhı senden benden çok iyi biliyor. Ama adam namaz kılmıyor. Onlar avam işi diyor.
Md: O çok ukalalık da şöyle bir şey var: Gönlünüzü koyabilmek. Gönlünü koyan insanın da hatası kusuru olacak. Ama insanın kalbiyle beraber tümünü bir yöne yönlendirebilirse, o işte kamil dediğimiz, halim selim, kendinden ve başkasından memnun, her ne güzel söz duysa, memnun olan, hep güzel sözler söyleyen bir olgunluk tavrı ortaya çıkıyor. Yoksa kalbi böyle diyor, aklı böyle diyor, o zaman sükunet oturmuyor. Risalei nurun, akıl yönleri var ama aklından geçip, kalbe zikre indirecek şekilde, bir yönü var Risalei nurun.
A: Hatta üstad diyor ki, senin aklı kuvvelerinden sonra, riyazet ve takva kuvvetine göre manalar açılacaktır. Sadece akli melekelerin çalışmasına bağlı değildir, hakikatlerin gelmesi. Bir takım hakikatler su gibidir, ışık gibidir veya hava gibidir. Suyu tutmaya çalışırsan su elinden kaçar gider. Onun akışına kendini bırakacaksın o senin hoşuna gider. Bir takım hakikatler dille anlaşılır, onun tadını akılla anlayamazsın. Sürekli münekkit bir tavır teslimiyet için akıl ön şarttır, ama teslim olduktan sonra başka latifelerin de görünmesi gerekir. Diğer duyguların da hazmetmesiyle birlikte ortaya çıkacak.
Af: Birisi hoca olarak görüyor birini. Ondan bir beklentisi varsa, bir hakikat beklentisi, diyelim ki, o şeyhin özellikle göstermese bile, arayış içine olan insana bir şekilde cevap verebilecek durumda. Orada talebenin niyeti de önemli, ne aradığı da önemli. Bilmiyorum anlatabildim mi? Övmekten yola çıkarak, onun yolundan gidiyor illa ona bir şeyler yağdırmasına gerek yok. Zaten şeyh ona keramet olarak da farkında olmadan yanıt verebiliyor.
H: Ama şeyde istibdat meselesini okurken, şeyhler var diyor mesela, bizim bu insanlara karşı itaat etmemiz gerekmez mi? O zaman üstadın cevabı, eğer şeyh sana istibdatkarane bir tarzda muamele ederse, şeyh kılığında bir çocuktur. O vasıflarını kötüye kullanıyorsa, şeyh kılığında bir çocuktur diyor. Toplumun ona bir hürmeti var, ama şeyhin de onu tevazuuyla kabul etmesi lazım.
Af: Şeyh tarafından değil de ben öğrenci tarafından yaklaşıyorum. Zaten ona samimiyetle bağlanmışsa, ona kazandıracağı bir şeyler var diye düşünüyorum.
A: Evet, ben sana diyelim ki bir çırak gönderdim. Sen ona diyorsun ,çay getir. O sana diyor, ben burada fotoğraf öğreneceğim, dese ne yaparsın? Peki kardeşim, sana eyvallah. Benim tarzım bu. Her şeyden önce sanat demek edeb öğrenmektir. Önce edeb öğretiyorlar, sonra edeblendikçe, daha kolay anlaşıyor. Bir sanatı öğrenmek insanlara hizmet etmek içindir, yoksa o sanatla başkasına istibdat etmek için değildir. O kişiye itimad etmiyorsan, zaten bir şey görmez.
O yüzden eleştirel bakış bunu şey yapıyor.
Md: Tahkik etmekle, eleştirel yaklaşım ayrı şeyler. Siz diyelim ki, para alıyorsunuz, edememe ben sayamam. Saymamanız güven atmosferinden çıkarıyorsunuz demektir. Halbuki bizim toplumumuzda bu ayıplanıyor, bir sürü fitne oluşuyor. Bizim kavramlarımız oturmuyor. Eski adaba göre, bu bisküvilerin kim getirdiği bilinmez. Halbuki keşke bilsek de, Allah razı olsun desek.
Buradaki bereketin artması, önemli olan o. Sadaka nasıl verilir değil ana konu. Karşılıklı ilişki ve güvenin artması. B
A: Senin dediğin tahkik meselesi var ya, bir adam bunu ne hikmete binaen söyledi diye tartarsın, ayrı mesele. Sen ne istiyorsun diye tenkitvari bir tavır takınırsan o hoş değil. Eleştirel akıl, felsefede de hikmeti göremezsin.
Md: ikisi bizim toplumumuzda yanlışmış gibi algılanıyor. Hürriyet konusunda da öyle. Yaratıcının yarattığı olduğu gibi görünmek, ona saygıdır. Abartmak, onun yarattığına itiraz etmek demek olduğunu fark etmiyoruz.

"Cem'iyete dâhil olan, cem'iyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. "
Umumi nizama katılacaksan, kendin nizam koymayacaksın.
Md: Tenkit etmeyeceksin yani.
A:
"Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zâtındadır. "
Kişiyi yücelten kendi davranışlarıdır, babasının asaleti değil.

"Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. "
Bir insan nasıl biridir diye anlamak istersen eserlerine bakacaksın.
"Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur. "
Ahmetin sorusuna bu yanıt.
Yani hakikate başka şeyler karıştırma diyor.
x: Helal kazancına haram karıştırdığın zaman hepsi harama giriyor.
A:
"Şimdi bu noktalara istinaden derim ki: Tergib veya terhib için avamperestane tervic ve teşvik ile bazı ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zâtlara isnad etmek büyük bir cehalettir. "
İbni Abbas insanlara rağbet ettirecek, ya bunu İbni Abbas söylemiş. Gerçekten öyle çok ilginçtir bizzat yaşadım. Şeyhinin söylediği sözü hadis diye bana yutturmaya çalıştı. Bunu hadis kitabında bul dedim. Garip bir cümle. Vallahi dedim bu hadis değildir. Git dedim bunu hadis kitabından getir, araştırmış, şeyhin sözüymüş. Adama hadis diye söylenmemiş, ama kendisi öyle anlamış. Mantık olarak hadisin manasını rencide eden bir tavır var. Biraz benim tavrım edepsizce oldu ama, gerçekten de öyle. Çocuklar dedi bugün hocam takım tutmak haram mıdır? Çocuklara gereksiz şeyler veriyorlar. Çocukların kafasına gereksiz şeyler yerleştiriyorsun. Ben karışmadım.
Haramdır desen, yanlış olacak, haram değil desen hocasına saygısını azaltacaksın. Ben de boş verin dedim.
"Evet hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i kulûba ziyaları kâfidir."
Hakikat zengin, gerçekler aydınlık için yeterlidir. Başka ışığa ihtiyaç duymaz.
"Müfessir-i Kur'an olan ehadîs-i sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz."
Mantığın mizanlarıyla tartılmış olan güvenilir hadisler bize yeter.

11 Nisan 2008 Cuma

17. Lema 13. Nota

Onyedinci Lema
ONÜÇÜNCÜ NOTA: Medar-ı iltibas olmuş olan beş mes'eledir.
Birincisi: Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin." Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki: (ayet)öYani: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû'-i edebdir, ubudiyete münafîdir."
Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet insanın elindeki cüz'-i ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a ait netaici düşünmemek gerektir. Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ­(ayet)ö olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki (ayet)ö sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı.
Öyle ise; işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!

"Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. "
A: Mücahede derken, o yolda nefis ve şeytanla mücahede enfusi anlamda anlayacağız. Zaten bağlam gereği de enfusi mücahedeyi anlatıyor.
"yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. "
6. Sözdeki temslide şu var: Askere kaydolduğunda askerin görevi nedir? Talim ve savunma. Yemeğini kaznmak için çalışmasına gerek yoktur. Burada insan için de aynısının söz konuu olduğunu, Cenabı Hakkın bu dünyaya insanı ubudiyet için gönderdiğini söylüyor. Yoksa rızkını kazanmak. Ama burada rızkını kazanmak için, askerin nasıl ki karavana taşıması gibi vazife olduğundan onu yapar. Yoksa yemeği kazanmak için yapmaz. Sırf emre itaat için yapar. Onun gibi, müminlerin de rızık için çalışması, rızkı elde etmek için değildir, Allah onu taahhüt altına almıştır. Allah Rezzaktır ve ona da gücü yeter. Hatta Allah sizden rızık istemez diye bir ayet var. Yani benim vazifemi üstlenmeyin demek istiyor. Sizin rızkınızı verecek olan benim. Dolayısıyla rızık için endişe taşımak mümine yakışmaz. Ubudiyet maksadıyla yapıyorum. Orada yemek yapma ubudiyeti yapacağım ben. Veya aç birini gördüm, vicdanım diyor ki, git ona yardım et. Hepsi ubudiyet kastıyla yapılan davranışlardır. Ubudiyet yalnızca namaz değil. Hedefimiz ubudiyet olmalı. Yoksa ubudiyetin neticesinde elde edeceğimz şey olmamalı. Yoksa insan gerçek vazifesini unutmuş olur. Zaten rızkımız varsa, verecektir.
Af: Zaten verilen netice çok iyi bile olsa, tatmin etmiyor.
A: Burası çok ilginç:
"Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "
Bu meşhur bir kitap.
""Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; "
Her şey belirlenmiştir. Ecel belirlenmiş olan şey anlamındadır. Kulağımız eceli belli, duygularımızın eceli belli. Her şeyin bir sonu müddeti var.
""Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin."
Bu çok ince bir nokta. Çalışma bakalım rızkın gelecek mi, diyorlar. Burada bir karışıklık var. Soru yanlış. Soru sinsice.
Burada bir edepsizlik tavrı var, onu öğrenmemiz gerekiyor.
"Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki: ­(ayet)öYani: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû'-i edebdir, ubudiyete münafîdir."
Bu nedemektir, açmamız lazım. Allah rızkı vermek için belli bir sünnetullah koymuştur. Bu aslında Allah'ı tanımanın bir vesilesidir. Diyelim ki, sana ne verecek? Çilek. Çileği istiyorsan, benim çilek verme sünenetullahım budur diyor. Çileği alacaksın toprağa ekeceksin. Ne yaparsın, çilek için değil, çileği gönderen Rabbe ubudiyet için onu ekiyorsun. Bu bir ibadettir, o kurala uymakla diyorsun ki, Rabbim ben kafama göre istemiyorum, sen nasıl istiyorsan öyle yapıyorum. Bismillah deyip ekiyorsun. Sonra bekliyorsun.
Peki şu nasıl: Allahım sen her şeye kadirsin, sebepsiz yaratırsın. Bana çilek gönder. Bu edepsizliktir. Allah diyor ki, benden çilek istiyorsanız, burayı ekin. Yoksa toprak sana çileği vermiyor. Fakat ona kulluğun göstergesi budur. Bu ubudiyettir. Yoksa Allahım senin gücün her şeye yeter, bana ver ne olur, olmaz. Ha onu yapabilecek manevi bir merhaleye varırsan, onu yapabilirsin.
Çok ilginç diyor ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun diyor resullullah. Sen Allah'ı çok sevdiğini mi söylüyorsun. iyor ki, Resullullah. Eğer temizsen, onun sevdiği gibi yap. Ben bunun yaptığı gibi yapanları severim. Allah'ım işte, namazı da kılmak, zor geliyor ben seni seviyorum, sen bana cennetini ver. Hayır diyor Allah, gerçekten öyle, eğer beni seviyorsanız, benim sevdiğime tabi olursunuz. Ben seni seviyorum, ama seni memnun etmek için senin istemediğin bir şeyi yapıyorum. Sevgi nedir? Karşıdakinin en çok sevdiği şeyi yapmaktır değil mi? Mesela kadın kocasını seviyorsa, onun en çok sevdiği yemeği yapar. Öbürü ne yapar? Hiç hoşuna gitmeyen bir çiçeği mi getirir?
Edep nedir? Edep şudur: Ben şunu göstermeliyim. Sahabe de evliya gibi keramet yoktur. Aç kalmışlar, sıkıntılara girmişler. ama mucizeleri gördükleri halde demimşler ki, ya reusullah biz aç kaldık, gökten bir sofra indir dememişler. Edepsizlik yapmamışlar. Hiçbiri, hatta çok ilginçtir ki, reuslullaha soru bile sormuyorlar. O zaman edepsizlik olacak diye. Cenabı hak benim ihtiyacımı bilmiyor mu? Biliyor, kalbimde olan ihtiyacı bilmeyecek mi? Çok önemli bir nokta var orada. Siz kendiniz karıştırırsanız, imtihanınız zorlaşır. O zaman Allah diyor ki, o zaman sen kendi yetilerinle çöz.
Af: Buradaki soru sormamayı böyle mi anlayacağız? Peygamber efendimize sorulan sorular yok mu?
Y: Burada Hz. İsa ile şeytan arasında geçen konuşmada. "bakayım öldürecek mi?" Allah'ı sınama tarzında. Sünnete uymak için tarımın gereklerini yapmak, Allah(a güvenmek anlamında. Ama ters yaparsan, o zaman Allah'ı sınıyorsun, bir nevi güvensizlik var. Bir de hangi makamdan sorduğun çok önemli.
A: İnsan elinden geleni yapar, ama olmazsa dua eder.
Y: Evet, ama o bilmeden yapılan bir şey.
A: Burada daha önemli bir mesele:
"Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı."
Kendi vazifesi nedir? Allah'ın kurallarına uymaktır, sonucu Allah'a bağlı.
Y: Sınava çalışan çocuklar, burada çok yanılabilir.
A: "Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."
Allah cihat emri verdi, benim vazifem o yolda hareket etmek. Önemli olan cihatta kazanmak değil, emri yerine getirmek. Ölürsen şehitsin, kalırsan gazisin. Neticesi ne olursa olsun, cihat sevabını alıyorsun.
Y: Hatta sevabını bile hedeflememelisin.
A: Sahabenin birisi, öldürsem de kazandım, ölsem de ben kazandım diyor.
Y: Bir işyerinde adam dükkan açıyor. Sünnete uyarak bir işyeri açıyor. Ama Allah rızık gönderir göndermez, onu hiç bilemez.
A: Sünnetullaha tabi olma gayesiyle yapsa onu, neticesini almıştır.
Y: Esnaf bunu anlıyor. Normalde hiç müşteri yok. Sonra birilerini Allah gönderiyor. Senin hiçbir gayretin olmuyor.
A:
"Evet insanın elindeki cüz'-i ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a ait netaici düşünmemek gerektir. "
Efalde bizim ihtiyarımız var, ama neticede yok. Dolayısıyla efali yapmakla mesuluz. Neticede değil.
"Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. "
İslami bir güzel zafer olduğunda seviniyoruz, sonra kötü bir şey olduğunda yeise düşüyoruz. Halbuki ikisini de yapan O. Genişleten de o daraltan da o.
Y: Şöyle değil ama, insana irade verilmiş. İnsan vazifesi neyse yapacak.
A: Onu demek istiyorum. Ağlattığı zaman da bir zazife var. Sabretmek. Güldürdüğü zaman da vazife var: Şükretmek.
Y: Diyelim ki, adam uğraşıyor ama bir türlü evlenemiyor. Veya çocuğu olmuyor. Vermese de bunu bir nimet olarak bilebilir. Niye olmuyor ki, demek Allah'ı tahkir etmek.
Af: Üstüne düşen vazifeyi yapmaktır. Ama burada biraz inceltsek. Burada ipi biraz yükseltmek., sakıncalı bir şey mi? Biz üstümüze düşen vazfenin en iysini yapabilmek, elimizden geldiğince.
A: Tabi, diyelim ki tarlada ürün ekerken, güzel toprak kullanırsın gibi.
Af: Bu kastı gösterdiğinizde, daha fazla bereketlendiğini düşünüyorum.
A: Çok önemli bir nokta dediğin. Bir insan smesleğini seviyorsa, onun için netice önemli değildir. O insan işi yaparken zevk alır. Sanat da güzel olur. Mesela tarlayı zevkle eken insan, yavaş yapar, ama çok güzel yapar.
Y: Süreç sonuçtan daha güzeldir.
Af: Kendisindeki üst nokta neyse, onu çıkartmaya çalışıyor.
A: Eski sanatkarlar, para kazanmak için yapmıyorlar. Severek yapıyorlar, o yüzden yaptıkları ürünler çok kıymetli oluyor.
"Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. "
Kuvve-i maneviye kırılıyorsa, aracımızı amaç haline getirmişiz.
Y: Hz. Yusuf'un hadisesi gibi.
A: Eğer ümitsizliğe kapılıyorsak, o zaman biz sonucu hedeflemişiz. Bizim yapmamız gereken, işimize yoğunlaşmak. Cenab-ı Hakkın sünnetine uymadım, bu sünnete nasıl daha güzel tabi olurum, onu düşüneceğiz.
Adam anlatıyor, anlatıyor. Ya sen niye anlamıyorsun, demeyeceğiz.
Af: Piyasa durgun, demeyecek miyiz?
A: Hikaye :)
"Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ­(ayet)ö olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki ­(ayet)ö sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı."
Çocuk sana bir hediye. Allah seni çocukla imtihan ediyor. Burada önemli olan, senin terbiye olman. Konumu değiştirdiğin zaman, ben terbiyeci olmaya başladığında, o zaman sorun olmaya başlıyor. Benim onun üzerinde sorumluluğum var, o sorumluluğu benim yerine getirmem gerekiyor. Ben ne yapıyorum? Onu yedirmem lazım, pislenmiş temizlemem lazım. Allah onunla sana mesaj veriyor. Onun vasıtasıyla seni terbiye ediyor. Senin vasıtanla onu terbiye ediyor. Çocuk bu arada kendisi terbiye oluyor zaten. Sen kendi vazifene yoğunlaş, Allah zatenonu da gösterecektir.
Y: Affan Ağbinin dediği gibi vazifeni de en güzel şekilde yapman.
A: Sevdiğin insana bir şey yaparken, bir şeyden kısar mısın, eksiltir misin? Tam tersine. En güzel şekilde yapmaya çalışırsın. En güzelini ortaya koymaktır bu. Zaten onu yaparken çok güzel bir zevk alırsın. Ahiret için yapılan nimetlerde, emeğin içindedir lezzet. Allah ücreti peşin veriyor.
Muvaffak olamadık mı, o zaman daha fazla gayret edeceğiz. Diyleim ki, günah işledik. Ne yapacağız, eyvah ben mahvoldum demek mi? Değil. Daha fazla gayret etmektir. Sigara bırakmadaki gibi. Adam 3 ay bırakmış. Bir gün şeytana uymuş. Ben bu işi yapamam ağbi, diyor. Bir dakika kardeşim, üç aypmışsın, daha da yapabilirsin.
Af: Bir tanesinde bırakmaya niyet ettiğinde, ancak üzerine gidersen yapabilirsin. Öbüründe bırakma ihtimalin yok.
A: Ben artık bırakamam diyor. Şeytan seni ümitsizliğe atıyor. Ben kötü bir adam oldum. Kardeşim işte istiğfar edeceksin.
Y: 99 adam öldüren adamın hikayesi anlatılıyor. 99 kişiyi öldürmüş. Adam katil. Rahibe gidiyor, senin için yapılacak bir şey yok diyor. Sen cehennemin dibine gideceksin diyor. Madem öyle, rahibi de öldürüyor. Ama vicdanı rahatsız ediyor. Bir alime rastgeliyor. Ben 100 kişiyi öldürdüm, ne yapacağım diyor. Vallahi Allah'ın rahmeti çoktur affeder, ama sen bulunduğun yeri terket diyor. Hicret ederken adam ölüyor. Melekler kavga ediyorlar. Bu cennetliktir veya cehennemliktir diye. Cenabı Hakka gidiyorlar. Hangisine yakınsa o tarafa alın diyor. Ölçüyorlar, bakıyorlar ki, gideceği şehre yakın, o zaman cennete alıyorlar.
Komik bir hikaye.
Vazifeyi hedef eden insan hiçbir zaman ümitsizliğe girmez.
Y: Biz Allah'ın işine karışoyurz aslında.
A: Netice nedir? Dua vaktini belirler. Ha gelmdi mi, o zaman dua etmeye devam yani yemek aramak ubuduiyetine devam edeceksin. Ama bulana kadar. Bulamadan öldün. Ne yapacaksın, olsun sen vazifeni yaptın.
Af: dua ediyorsun ediyorsun, olmuyor. Ama Allah senin dua etmeni çok sevdiği için, neticeyi vermiyor.
A: Evet, Üstad da diyor. Üstadın sabah namazından önce 2-3 saatlik bir duası var. Kim olsa o duayı etsin diye bekler. Bir tane talebesi dayanamamış onu izlemeye. Demek ki Cenabı Hak o duasının devam etmesini istediği için neticeyi vermemiş.
Mn: Bir öğrenci diyelim ki, sınava çalışıyor.
A: Not sana ubudiyetin şeklini gösterir. Çalışmışsın, ama iyi not alamadın. O zaman diyorsun ki, duaya devam et.
Af: İçinde bir hedef var, ama sana ait olmayan bir hedef.
A: İnsanın neticeyi hedefleyip hedeflemediği burada anlaşıyıloyr: insan sonuca kötü de olsa razı geliyorsa, o zaman iyi.
Mn: Hedeflememek gerekir diye söylediğin için söyledim.
H: Türkçenin azizliği abi.
A: Notu düşünen insan hep nottadır aklı, dersi unutur. Parayı düşünen insan, iş yapamaz.
Md: Bu hafta Muhittin Ağbiye iltihak edeceğim. İki noktayı hep birleştiriyoruz. Hedf koymamak, Allah'ın hazinesinden bir şey istememek, o Allah'ın hazinesini itham etmek anlamına gelir.
A: Tabi.
Mn: Vermek istemeseydi, istemek vermezdi. Yani neticeye ulaşmamak, o neticeye tabi olmak, onu kabullenmek, onun arkasında daha güzel hikmetlerin olduğunu görmek gerekiyor. Yani mutlaka hedef koymak istemek gerekiyor. Ama neticeye mutlaka rıza göstermek lazım.
A: Verecek olan Allahtır. Senin vazifen çalışmaktır. Çalışırken, neticeyi istememek demiyoruz.
"Çünki (ayet)ö sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı."
Senin vazifen hidayet duasını yapmak. Hidayeti sen veremezsin. Karşıdaki insanın hidayete girmesini istiyorsun. Ama hidayete gelmezse, ümitsizliğe kapılmam. Ben vazifemi yapıyorum.
Md: Fakat bu çok ince ve zor bir nokta. Şıh Geylani, sen diyor kullardan medet bekleme. O verecekse, o verir. Tab, ama şimdi okuyorsun veya dinliyorsun, dünyamızda bunu hazmetmek çok zor olduğunu, çok ince bir nokta.
Af: Hem ince hem kalın.
Md: Evet bir yandan da kalın, çünkü bir çok şeylerin insan iradesinden çok harika şeyler, onun olduğunu. Fakat geçen gün kendi kendimle sohbet ederken, Şıh Geylani ile Said Nursi hazretlerinin farkı nedir diye düşündüm. Şıh Geylani, çok net kestirme, sonuç cümleleri söylüyor. dedemiz Sait Nursi ise, dede gibi çok şefkatla, kokusunu hissettirerek söylüyor.
A: Allah ikisinden de razı olsun.
" Öyle ise; işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!"
Allah'ın işine karışıp da şunu verir misin, vermez misin, deme.
" İkinci Mes'ele: Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir."
Ubudiyete insanı yönelten şey, emr-i ilahidir. Ubudiyeti emri ilahiye tabi olmak için yaparız. Neticesi Allah'ın rızasıdır. Rızası olmalıdır. Ubudiyet namaz, mesela ihtiyaç sahibi bir insanı gördük, içimizden bir iyilik geçti. Kalbimize o emri gönderen kimdir? Emr-i ilahidir. O işi niye yapacağız? Adamı sevindirmek için değil, Allah'ı razı etmek için yapacağız.
Md: Hürriyetimiz kalktı o zaman.
A: Zaten biz hürriyet derken, serbestiyeti anlamıyoruz. Hür ama Allah'a kul.
Md: Bir radyoda birini dinledim: Diyor ki, evliliği de anlatırken, evlilik insanın hürriyetine kavuşmasıdır. Sınırlarından kurtularak, sınırsız bir hürriyete girmesidir. Aslında insan emre itaat ederek de hürriyete kavuşuyormuş.
Bu tip izahatlara çok ihtiyacımız var. Hürriyeti müspet ifadelere çok ihtiyacımız var. Bunu kendi nefsimi ikna etmek için söylüyorum. Şeytanın tahakkümünden böyle telkinlerle kurtulmaya ihtiyacım var.
Af: Peki Muhammed ağbi "bir sınır yoksa, hiçbir sınır yoktur" ifadesini nasıl anlayacağız?
A: Sinir yoksa, sınır da yoktur abi :)
Af: Bir sınırı aştığın zaman, artık durduracak bir şey yok.
Md: Aslında sınırsızlık insan tabiatına çok zıt bir olay. Düşünün ki, uçsuz bucaksız bir çölde kalacaksınız. İnsanın tabiatı, bir sığınmak, kurallar istiyor. Benim Avrupalı şıhlarımdan bir tanesi de Hermann Hesse'dir. Bir kitabında şöyle der: Baba der, bakar, aşağıdaki evlat ne yapıyor? İleri gidiyor geri gidiyor. Onun önüne bazı engeller çıkarır ta ki o yolu dönsün. Böylece onun yüzüne vurmadan, doğru yola gelsin.
Dolayısıyla, hürriyet belirli sınırlardır, ama insan o sınırlarla kendi yolunu bulur.
H: Bir dürbün var. Dürbünün bir ayarı var. O ayar bir yoldur. Nefsi bir takım şeylerimizi sınırlıyoruz, ama ruhumuz sınır tanımıyor. Ama onun sınırsızlığını görmek için de, nefsimizi sınırlamamız lazım. Emirler de öyledir, nefsi sınırlardır.
Md: Güzel bir nokta söyleyeyim: Bir çalışan için en büyük işkence, çalıştığı firmayı tanımaması, veya yöneticiyi kabul etmemesi onun sistemini kabul etmemesidir. Bir eleman için en büyük acı budur. Çünkü sevmiyorsan, veya sistemini kabul etmiyorsan, girme çalışma kardeşim. Hem çalışmayacağım diyor, hem de çalışıyor. Dolayısıyla kul için de en güzeli Yaratıcının sistemini sevmektir.
Mn: Peki bütün latifeler sınırsız değil mi?
Gözün görme alanı sınırsız edğil mi?
A: Belirli bir aralıkta görür.
Md: Bu sınırlar içinde görürsen güzel olur. Mesela Hüsnünün midesinin içini görürsem bu hoş olmaz.
Y: Görme eşikleri var.
A: Kulak her şeyi duymuş olsaydı, uyuyamazdın. Bu sınırlar en güzelidir manasında söylüyor.
Mn: Ama hedef, bütün her şeyi duyabilmektir, huzursuz olmadan.
Md: Bizde sınırlar kötüdür gibi bir imaj var.
Y: Yaratıldığı sınırlar içinde olmak onun özgürlüğüdür.
A: En güzel hürriyet, Cenab-ı Hakkın koduğu kurallar içerisinde kalmaktır. Asıl hürriyet odur.
Y: Felsefeci de diyor ki, özgürlük tanımlanamaz. Tanımlandığı zaman özgürlük olmaz.
Md: Ubuduiyeti biz köle olmak, gibi bir esintiyle tanımlanıyor. Aslında hürriyeti şeytanın esaretinden kurtulmak gibi anlamak lazım.
A: Diğer türlü esirsin.
Md: Eğer sayın dedemizin ubudiyet tarifi, hayatın her bir safhası için geçerliyse, ubudiyet yapan şey, bir şeyi o sınırlar içinde yapmaktır.
Mn: Ama sınırsızlığı yakalamak için onu yapmak. Yoksa şimdi kitabı görüyoruz. Herkesin düşünce ufkunda oluşan şey çok farklı. Hiçbir zaman, o emirler içerisinde bile, sınırsız olması lazım ki, insan kat-i meratib edebilsin.
A: Sınırsızlık, insanın kendisini sınırlaması manasında değil. Göz nedir? İnsan belli sınırlar içinde görür. Göz orada işlev görür. Mükemmel görür. Orada sınırsız zevk alır. Ama belli frekansalrı göremezsin. O zaman lezzet alamazsın. Yoksa insana verilen sınırların, meşru olanların, insanın hürriyeti için, sınırsız isteklerinin gerçekleşemsi için en uygundur.
Md: Keyfe kafi gelecek şekilde sınırlıdır. En geniş keyfi alacak şekilde sınırlıdır.
Mn: Bediüzzamanın veya velilerin görüşüyle, ...
H: O insan da sokağa çıkarken ayakkabısını giyiyordu, bu dünyada sınırlara uymak lazım. Dışarıdan baktığın zaman bellli bir takım sınırlamaları uygulamak zorunda. Bunlar herkese ait bir şey bu dünyada. Cennette bu dünyadan daha büyük bir yer hanesi olabilir diyor. Ama duygusal olarak kalbi olarak hiçbir şekilde bir sınır yok.
Md: Bir noktayı da böyle söylemişken, iki ayak üzerine basmış Yaradanımız. Namaz kıldığı halde, hürriyetin mutluluğunu yaşayamayabiliyorlar. Fakat namaz kılmadığı halde, mutlu olan insanlar olabiliyor. O zaman bunu nasıl izah edebileceğiz?
A: Demek ki, mutlu olduğu alanda doğru olanı yapıyormuş.
Md: Cenabı Hakkın nasılki kurallarına uymak bir ubudiyetse, kainat kurallarına uymak da ubudiyet sınırlarındaki hürriyete sahip olmak demektir. Dolayısıyla iş hayatında başarılı olmak için bir takım kurallar var. Bunları yerine getireceğiz. Kışın atletle dolaşacağım diyorsam, bu yaratırıcının sınırlarına girmeyerek, hürriyetsizlik yapmışo luyorum. dolayısıyla fıtri kurallara uymak da bir ubudiyet.
Ama gerçek ubudiyet iki ayak üstünde. Hem fıtri kurallar, hem Kuranın kuralları.
A:
"Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir."
Yani beka verir. Şu andan başlayarak, sonsuza giden bir faydası vardır.
Uhrevi kelimesini biz öldükten sonra elde etmek anlamınad anlıyoruz. Uhrevilik, kalıcılık demek, sürekli giden anlamına bakar. O andan itibaren onun lezzetini almaya başlarsın. Bu nereye kadar gider? Sonsuza kadar gider. Sadece ahirette anlamında değildir. Devamlıdır manasına gelir.
Md: Ben bunu yeni hissediyorum.
A: Ubudiyetin özünde, bitmeyen bir liezzet vardır. Hatırladığın zaman onu yeniden tadıyormuşsun gibi oluyor.
Baki manasında.
"Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz."
Dünyaya bakan faydaları, ubudiyetin dışında değildir, ama hedeflemeyeceğiz.
"Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder."
Yani netice için yapmak, ubudiyeti zedeler. Allah(ın rızasını kazansan zaten.
Ben bunu şölye benzetiyorum. Saraya davet edilmişsiniz. Bir sürü nimetler veriyor. Siz gözünüze bi kaç tanesini gkestirmişsiniz. Sonra hizmetçilerin birine para sıkıştırıyorsunuz nimeti almak için. Ama saray sahibi her şeyi görüyor. Bir kere sen cömert birinin huzurndasın. Ne kadar istesen verecek sana, onun huzurunda onun hizmetçisinin cebine rüşvet veriyorsun. Neticeyi verecek olan Allahtır. O senin ihtiyacın olan her şeyi görüyor zaten. Sırf o neticeyi elde etmek için dini alet etmek, hizmetçiye rüşvet vermek gibidir.
Önceden senin niyetin Allah'a hizmet etmekti, bir müessese kurdun. sonradan baktın kurum senin için önemli olmaya başladı, dini kullanıyorsun, insanlardan para istiyorsun. Halbuki mesele Allah rızası için insanlara hizmet etmekti. Bu sefer kurum amaç olmuş. Mesela Hacca gidiyorsun, ama çocuğun evlenmesi için yapıyorsun. Bu çok tehlikeli bir şeydir.
"illetin bir cüz'ü olsa"
Benim vazifem nedir? Sofrayı sermek. Şimdi orada beklenti içine girmek dahi yanlış, bir asker için.
"Belki o hasiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez'
Virdi sıkışıklığı gidermek için yaptığın zaman, onun hususiyetini kaçırır diyor.
Maddi neticeyi de kısmen iptal ediyor yani.
"İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur."
Çok kesin konuştu.
H: Evlerde çok dualar var. Hastalık için, evlenmek için... Bunlar çok da yaygın.
A: Ubudiyet maksadıyla yapılmalı. Sıkıştığın zaman o duayı yapmak onun vaktidir. Onu yaparsın. İnsan bunu yapar, ama hedeflenmez.
"Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur'
Saraya gittin, ey Sultanım biz aciziz bizi doyur diyorsun. Yoksa bana şunu verirsen, şunu yaparım değil. O zaten seni doyuracak zaten. Bana şuunu ver, şunu da ver, niye şunu vermiyorsun değil.
"Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için zaîf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkâr da eder."
Y: Cennet için ibadetlerin çoğu yapılabilir demiş değil mi?
H: Genelde de şöyle bir şey oluyor. Hastalık için şu duayı okuyun diyor. Adam okuyor okuyor, ama iyileşmiyor. O zaman gerçekten duayı okumaz olabiliyor. Burada maksat Allah rızası için.
A: Önemli olan rızayı ilahiyi yerine getirmektir. Sen vazifene yoğunlaş.
Y: Sonuç beklentisi var orada.
O: Binlerce kez okunuyor, belki ama sonuncuyu unuttuğu için olmuyor.
A: Bir hikaye vardır. Adamın biri...
Af: Biz şimdi belli bir yere gelmediğimiz için, insan acziyet halinde, ihtiyaç halinde, okuyor. Bizim gibi olanlarsa, sadece sıkıştığı zamanlar ediyor. Burada hassas bir şey var. Biz yanlışlıkla, bir yere gidebiliriz. Bu hassasiyeti gösteremeyebiliriz. Kabul omuyor, makbul değil olmamalı. Duaya devam edeceğiz.
Bunu biraz gevşetmekte fayda var. Buradakilere itiraz ediyor maksadında değil.
H: Adam hasta. Doktora gitmiyor. dua edereke iyileşmeye çalışıyor. Bu iyi bir şey değil. Esbaba başvurmak da bir duadır. Ama bu anda da dua okuyabilirsin. İnsanlarda bu var. Dua okuyalım bitsin. Sonra da niye olmuyor, Allah bize yüzünü mü çevirdi? diyorlar.
Af: Rızık konusunda endişe edenlere, siz üstünüze düşeni yapın diyor.
H: Kuş örenği var. Her sabah kuş boş olarak gider, ve tok olarak döner. Bu onun vazifesi.
Af: Dua eden birisi muhakkak Allah'ı hatırlıyordur.
O: İbadet eden kimisi cennete girmek için edermiş. Kimisi sırf Allah(ın rızasını amaçlar. Hepsinin niyeti farklı olmasına rağmen, cennete giden insanlar var.
Md: Uzlaşalım gelin.
Mn: Duanız olmasa ne kıymetiniz var. Gençelr geliyor, iyi olmak için. Üstad onlara dua etmiyor. Bu haliniz ubudiyete daha uygun diyor. Buradaki ölçü nasıl olmalı? Peygamber efendimiz, tefriciyede, şu kadar okursanız şöyle faydası olur diyor. Burada acaba...
A: Kendi dünyamızda isteyince, haleti ruhiyemiz çok önemli. rabbim ben kaldıramıyorum, sen kaldır diyorum. Ama bir de tarife gibi yapmışlar. Şunu okursan, geçerssin diyorlar.
Mn: Bir sürü hadisler. Her türlü hastalık için hadis söylenmiş.
H: Üstad da onları söylüyor. Peygamber efendimiz seviyesinde bir insan okudğu zaman sonuç alınabilir. Her insan faydalanır, ama o seviyede değil.
Mn: Taşı altın yapma duası var.
Af: Neticeyi kaldıramayacağımı kestirerek, yarabbi ben bu neticeyi kaldıramıyorum, bu neticeyi üzerimden al demekte bir sakınca var mı?
A: Yok, tabi ki. Neticede deidiğimiz gibi, Allahı razı etmek tavrı olması önemli. Şu virdi okurken, sevapmış. Niye? Demek ki, Rabbim onu okumamızdan hoşlanıyormuş.
Bir hikaye anlatacaktım. Adamın biri aşık olmuş. Arkadaşı demiş ki, üzülme, bizim burada bir şepyh var, ona gidelim o çözümü bulur demiş. Gitmişler şeyhe, anlatmışlar. Şeyh demiş ,gerçekten istiyor musun? Evet istiyorum demiş. Bir şartı var: Kırk gün mağaraya kapanacaksın, dua edeceksin demiş. O zaman muardın sana gelir. Tamam demiş yapacağım. Ondan sonra başlamış zikretmeye. Bu sırada padişah da gelirmiş şeyhe. Kızını da evlendirmek istiyormuş. Adam başlıyor, zikir yapmaya. Herkes duyuyor ki, bir adam varmış, Allah için kapanmış zikir yapıyormuş. Namı her tarafa yayılmış. Padişah da geliyor şeyhe souryor, kızı kime verelim. O sırada bizimkikinin diğer arkadaşı 20 30 gün sonra ziyarete gidoyr. Ne oldu? Bir şey yok. Artık son gün geliyor. Padişah diyor ki, bizim kızı sana verelim diyor. Yok diyor, burada çok büyük bir zat var. Ona verelim. Ama o kabul eder mi? Biz bir gidip teklif edelim diyor. Gencin ayağına gidiyorlar. Genç o sırada zikir yapıyor. Padişah diyor ki, damadımız olur musun, lütfen kabul edin. Genç de diyor ki, kusura bakmayın kabul edemem. Ben 40 gün kız için dua ettim diyor, öyle şeyler yaşadım ki, bir de gerçekten Allah için çekseydim, neler olurdu. 40 gün dua ettim, padişahı ayağıma getirdi diyor, hele bir de Allah için etseydim ne olurdu.

Munazarat sf. 19 - Hurriyet Bahsi

"S- Şimdi hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki; o kadar tevilat onda birbiriyle çekişiyorlar? Ve hakkında acib garib rü'yalar görülür?
C- Yirmi seneden beri onu, hattâ rü'yalarda takib eden ve o sevda ile her şeyi terkeden birisi size güzel cevab verebilir."
Md: O günkü toplumun içerisinde, eski medrese ve tekkeden gelme bir eğitim tarzı var, bunun üzerine tanzimat sonrası batılılaşma var. O sırada batılalşma yanlıları hürriyet diyorlar, dindarlar despotluk diyorlar. O ortamda Sait Nursi, ben hürriyetçiyim diyor, dinin hürriyetle yenilenip gelişeceğini sanvunan nadir insanlardan. Diğer insanlar baskıcı bir ortamda dinin gelişeceğini düşünüyorlar.
A: Dolayısıyla üstad orada, İttihad ve Terakki batıcı ve hürriyetçi olarak algılanırken bunları söylüyor. Dindarlar, istibdadı savunan yönde dururken, Bediüzzaman dindarların tarafında durması beklenirken, hürriyetçilerin yanında duruyor, ama orada hürriyeti tadil etmek için duruyor, yoksa hürriyeti nefsine uydurmak isteyenlerin tarafı oluyor. Çünkü bir yerde Abdülhamidin baskısına karşı çıkarken, Jn Türkler belli bir zaman geçtikten sonra, ferdin istibdadı olabildiği gibi, zümrenin de istibdadı olabilir diyor. Ki o daha tehlikelidir diyor.
"" S- Şimdi hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki; o kadar tevilat onda birbiriyle çekişiyorlar? Ve hakkında acib garib rü'yalar görülür?"
A: Böyle midir hürriyet acaba? Senin hürriyetinin bittiği yerde benim hürriyetim başlar. Bunun ölçüsü ne olacak?
" Cevab: Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. "
A: Üstad her zaman kavramların içerisini dolduruyor. Hürriyetin içini doğru dolduracaksın. Şeriat sınırları içerisinde olmalı.
"Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır."
A: Hayvanlıktır, şehvetinin peşine gider. Şeytanın istibdadır, çünkü şeytanın baskısı altına giriyor.
" Hürriyet-i umumî, efradın zerrat-ı hürriyatının
(1): Acele etme, yani şifre gibi işaratı var.
muhassalıdır. Hürriyetin şe'ni odur ki: Ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın."
A: Fertler hür olursa, toplum hür olur. Eğer fertler nefsine esir olmuşsa, toplum olarak hürriyet toplumu oluşturamazlar. Aslına bakarsanız, batı toplumu o noktada hür değildir. Zaten batı toplumu kendisine hürriyeti ister, diğerine istemez. Menfaat eksenli bir hürriyet anlayışına sahiptir.
"Hürriyetin şe'ni odur ki: Ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın."
A: Kendine de zararı dokunmayacak, başkasına da zararı dokunmayacak.
Mn: Panelde bu noktaya hiç değinilmedi.
H: Demokrasi ve hürriyet kavramında bu düşünce yok.
Mn: Onların da ihtiyaç duyduğu bir şey. Adamlar seviniyorlar, içiyorlar. Üzülüyorlar içiyorlar.
H: Üstad Avrupa'da içmeyi açıklıyor. Avrupa'nın kültüründe içme var. Hz. İsa'nın serbest bıraktığı bir olay.
Mn: Nasıl olur?
A: Tabi üstad kendisi söylüyor. Asırlara göre şeriat değişir bahsini anlatırken, Hz. İsa şeriatında içkinin helal olmasından bahsediyor. Ben de itiraz etmiştim de cuma günü bana pat diye gösterdiler :)
Burası önemli: insanın kendine güveni varsa, başkasına karşı da rahat olabilir. Ama kendisine karşı eziklik yaşıyorsa, mesela günahlara batan bir insan başkasına kusurlarını söyleyemiyor. Niye? Çünkü kendi kusurlarını hatırlııyor. Kendisi ezikse, başka tarafta çaaf çıktığı zaman dik duramıyor. O zaman kendi içinde rahat hür olması gerekiyor. Yani kendi iç güvenini sağlaması gerekiyor. Ne aşırılığa, ne öbürüne tenezzül etmiyorum diyor.
Veya hasenatından dolayı kibirlenebilir. Bu sefer başkasına da övgü ve şakşak yapabilir. O yüzden önce kendi dünyamızda hürriyetimizi emrediyor bize Kuran. Ben bunu şöyle özetlemiştim: 1. Allah bana hükmetsin, ben başkasına hükmetmeyeyim, başkasının bana hükmetmesine de razı olmayayım. Başkasının benden hükmedilmeyi istemesine de razı olmayayım. Yani başkası gel bana beni ez dese bile ona razı olmayacağım.
Sokaktaki insan, diyelim ki, güzel ve açık seçik bir kadın, kendi görüntüsünü senin beğenine sunuyor. Sen buna tenezzül etmeyeceksin. Ben sizin geçici olan bedeninize değil, ruhunuza değer veriyorum. Kadının etine bakan insan için, o kadın önemli midir? Onun ruhu var mıymış, kimmiş hiç önemli değil. İşte bu tavra karşı, ben senin kendi ruhuna önem veriyorum diyecek. İşte gerçek hürriyet bu şekilde olur.
Mn: Başkasına hükmettirmek, bu terbiye maksadıyla söylediğin bir söz.
A: O değil. Terbiye maksadıyla söylemedim.
Md: Şu örneğe getirelim. Ticarette bu çok barizdir. Satıcı da alıcı da aynı eşit konumdadır. Her ikisi de birbirine hem muhtaçtır, hem de birbirinden bağımsızdır.
A: Başka bir örnek vereyim. Adam paraya çok sıkışmış. Ne versen satacak. Malının kıymeti 50 Lira. Ama 25 lira bile versen satacak. Sen burada ne yapıyorsun? O adamaa, senin karşındaki mahcubiyetine karşı, onu ezmiyorsun, 50 Lirasını veriyorsun.
Mn: Bu çok istisnai bir konudur. O adamın 25 lirasını bile verse, o adamın o günkü ihtiyacını karşılıyorsa, o adam memnun olur.
A: Adam ezik durumda ve adam malını istemeyerek düşük fiyatta satmak zorunda. Vermek istemiyor, ama başka da çarem yok, keşke imkanım olsa da daha iyi bir şekilde satabilsem diyor. Bu gerçekten hürriyetin çok önemli bir unsurudur.
Md: Satıcı satmaz, alıcı almayabilir. Pazara çıkıyorsun, arabam şu para. bunun sebebini bilemeyiz.
A: Adamın zaafını görüp de onun zaafını kullanmamak bir hürriyettir. Adam sana muhtaç haldeyken, üzerine gitmiyorsun, onu ezmiyorsun.
At: Abi güzel bir haslet olduğunu anladım, ama hürriyetle bağlantısın anlayamadım.
A: Sen onun nefsinin zaafını kullanmayacak derecede hürsün, tenezzül etmiyorsun.
Md: Hürriyet şu demektir: Benim bir şeye ihtiyacım varsa alırım. Zaafı vardır değil. Muhhittin abiye kızdığım için söyleyeceğim, hep Abdürreşit abinin yanında oluyorsun :) Öbürki adam da adamın ihtiyacı olduğu halde düşük fiyat verse o da istibdat olur.
A: Örneğin detayına girersen bir sürü şey çıkarabilirsin. Önemli olan kişinin zaafını kullanmamaktır.
Md: Suistimale girer, hürriyete girmez.
O: Şunu anlıyoruz herhalde değil mi? Hiçbir şartta ve durumda ne olursa olsun, asıl muhatap olduğumuz Cenab-ı Hak başka hiçbir kimseye muhtaç değiliz. Mesela insanlar bazen birbirine yalakalık yapar. Minnet anlamında demek istiyorum. Bu minnete girmemesi lazım.
Md: Hürriyet karış koca arasındaki ilişkidir. Erkek diyor ki, bparayı ben veririm düdüğü ben çalarım. Bu istibdattır. Kadın da diyor ki, ben güller açtırırım, rüzgar estiririm dolayısıyla kral benim. Halbuki hürriyetçi taraf ne? Allah bizi birbirimze muhtaç kılmış, ne sen benden üstünsün, ne de sen benden üstünsün?
Mn: Allah diyor ki, siiz kadınların hakimisiniz.
Md: Evet, biz bunu çok yanlış kullanıyoruz. Biz de öyleydik, ama reçete uymadı :) Kavvamlık, yani yöneticilik, yöneticiler de eşittir. Bir adam yönetici oldu diye, üstün değildir, veya keyfi davranabileceği anlamında değildir. Yine aynı insandır. Yönetici de aynı eşit insandır, o kanunlara göre yönetmek zorundadır. Yönetici de kuralı hatırlatabilir, yönetilen de hatırlatabilir. Bundan dolayı, üst alt ilişkisi yoktur.
Mn: Bir hadis hatırlatayım:
A: Burada Muhammed Abi haklı. Kadın erkeğin zaafını kullanır, erkek de kadının zaafını kullanmaya çalışırsa, hürriyet olmaz.
Md: Benimle çalışan adama ben derdim ki, yanımda çalışan çok kahraman, civanmert, hamiyetli arkadşlarla çalıştım. Hepsiyle iftihar ediyorum ve hepsine teşekkür ediyorum. Derdim ki arkadaşlar fazla takılmayın, ben bugün patronu olurum, yarın siz olursunuz. Bunlar Allah'ın nasibi. Sonra o kardeşler, benden de çok kabiliyetli çıktılar. Dükkan da açtılar. Sonra ne oldu? Öyle günler geçirdik ki, biz tepetaklak attık. Fakat o arkadaşlar, sadece ben oraya geldiğim için, benden alışveriş yaptılar. Ben onların patronuyken, 10 yıl sonra onlar benim patronum hükmüme geçti. Ne o zaman ben üstündüm, ne de şimdi onlar üstün.
A: Ben kendimi üstün görmezsem, o zaman ezmek gibi bir gayretim olmaz. Yani ezdirmek istese de ezmeyeceğim. Karşındaki insan kendisini esir gibi hissediyor. Hür olan insan her zaman hürdür. Hiçbir zaman kendisin başkasından üstün görmez, başkasına tahakküm etme hakkını görmez.
Md: Genç arkadaşlara bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Şimdiki kadınlar çok gelişmiş insanlar oluyor. Biz evliliği algılarken, sanki önden arkadan giden bir takılmışlık gibi görüyoruz. Halbuki evliliği yanyana giden, bazen tek başına giden bir arkadaşlık gibi görmüyoruz. Biz statüko itibarıyle hep önden arkadan diye karşılaştırıyoruz.
Mn: Ben hadisi söyleyeceğim. Madem bu konuda konuşuyoruz. Peygamber Efendimiz buyuyoryarlar ki, eğer birine secde etmeyi emretseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.
A: Ama bu yine üstünlük anlamına gelmiyor.
Mn: Kardeşim Allah bu şekilde emretmiş. Çok açık bir şekilde, vurabilirsiniz diyor.
A: Vurabilirsiniz, demek canınız istediği gibi vurun demek değil.
Mn: Ama şimdi herkes eşit, kadın erkeğin üstüne çıkarmaya çalışıyor.
Ne nefsine, ne gayrına zararı dokunmaz. Allah böyle emredecek, o haklarını bilecek ki,...
A:
" S- (1) Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev'em olarak bizimle doğmuş. Öyle ise başkalar keyiflensin, bize ne?
(1): Hayme-nişinler tarafından yani göçebe, siyah çadırlı bedevilerin sualidir.
C- Evet zâten o sevda-yı hürriyettir ki, sizi tahammül-sûz meşakkatlere mütehammil kılmış. Ve medeniyetin müşa'şa' bu kadar mehasininden, sizin anka-i meşrebaneniz sizi müstağni etmiştir. Fakat ey göçerler! Sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemut ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vakıa, şu bîçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve tesellisi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir."
Bakın bu çok ilginç: "Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir." Her ruh neye aşıktır, hürriyete aşıktır. Dinli veya dinsiz. O yüzdan üstadın ısrarla hürriyeti istemesi budur. Hürriyet iradeyi oratay çıkaracaktır. İrade de imanın en önemli şartıdır.
"cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki" insanın özü hürriyetmiş. O hürriyettir ki, saadet sarayında hürriyet oturmuş. Yani dağ başında yaşamak da yanlış. Buraya geleceksin, medeniyet içerisinde yaşayacaksın.
1. marifet, bileceğiz. O da yetmiyor, 2. fazilet. İnsanlarla fazilet yarışında olacağız. Biz kendimizden fedakarlık edeceğiz, o da edecek. Başkasına kendi hürriyetinden vermek, fedakarlıkta bulunmak. Gerçek hürriyet budur.
" S- Ne diyorsun? Şu sena ettiğin hürriyet hakkında denilmiştir:
(ayet)
C- O bîçare şâir, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibahe mezhebi zannetmiş"
A: Şair, hürriyetin cehennem yolu olduğunu söylüyor. "İnsana karşı hür olmak Allah'a karşı ubudiyeti netice verir. Burada bunu açıklayacak:
"Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid'e ahrardan ziyade hücum ederdi ve derdi: "Hürriyeti ve kanun-u esasîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır." İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve kanun-u esasînin müsemmasız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur. Hem de, yirmi senelik İslâmiyet'in bir fedaisi de demiştir"
A: Adamlar, Abdülhamid'e kızıyor, hürriyeti kabul ettiği için. Fakat üstad Abdülhamid'in mecbur kaldığı için istibdada girdiğini söylüyor. "müsemmasız isminden " yani ismi var ama icraati yapılmamış.
"(*) (ayet)
S- Nasıl, hürriyet imanın hassasıdır?
C- Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat'a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye "
İnsana karşı hürriyet Allah'a ubuduyeti netice verir.
"ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi"
İzzet başkasına tezellülü kabul etmiyor.
"; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi "
Bu sefer ikinci adım. Kendisi başkasına tezellül etmiyor, bunun yanında başkasının kendisine ezmesini de razı değil. Eğer sende iman varsa, şefkat gelişecektir. İmanın göstergesei, insanlardan ve esbaptan hür olmaktır. Onun yanında iman sana şefkat verecektir. O şefkatle sen başkasına hükmetmeyeceksin. Eğer hükmediyorsan, o zaman imanın şefkat yönü sende gelişmemiştir. O zaman esbaba karşı zaafın vardır. O yüzden onlar hiçbir şeyden korkmazlar. Bu patavatsız anlamına gelmiyor. Onlar yanlnızca Allah'tan korkarlar. Başkasına zulmütmekte, Allah'ın gazabından korkarlar. İzzet başkasına tenezzül ettirmiyor, şefkat de başkasına tecavüz etmeye izin vermiyor.
H: Babalar veya şeyhler varmış, kendince doğru yolu bulmuş. Bu insanlar, görüyor bu adam kesin uçuruma gidiyor. Belli yani. Ona tahakküm etmemesi mi lazım. Onu yoldan çevirmemesi mi lazım? Babası çocuğunu eve kapatsın mı?
A: Ahkam-ı diniyede onun yeri vardır.
H: İlla çocuk değil. Ben bir insanım. Toplumun bir büyüğü var, biz herhangi bir adamız ama o büyüğü takmıyoruz.
Mn:Abicim zaten şeriat varsa, hürriyet vardır.
A: Kendini eksik gördüğüm anda, başkasına istişare ediyorsun.
H: Padişah istibdatla, toplumun cahil bir kısmını kayıt altına alıyor. Çünkü toplumu serbest bıraktın mı, her yöne gider. Yanlış olan bu mu?
Md: Bu hayatımızın önemli noktası. Baba misalini verelim. Benim küçük iki oğlum var. Hangisinin daha sevimli olduğuna karar veremiyorum. OSoba yaktık, oğlum bu yakar diyoruz. Bizim sevgili Yusufçuğumuz parmağını uzatır. Ondan sonra, anlar babam doğru söylemişti. Ama ben Yusufçuğuma zincir vursam, yanmaması için, bunu hiçbir zaman kabul edemem.
Mn: Biraz önce üstad söyledi onu, şeri ölçüler içinde. O insanların, şeri meselelerde hem kendisine hem başkasına zarar vermemesi için terbiye alması gerekiyor.
Md: Bizim kendi sınırlarımız var. Burada birkaç tane konum var. Devlet yönetimi başka bir şeydir, aile yönetimi ayrı. Veya arkadaşımızdır. Abdürreşit beni ikaz edebilir. Ama ben onu o seviyede görememiş olabilirim. Ama beni zorlan zincirlen alıkoyamaz.
Mn: Ama hürriyetin gereği olarak, Abdürreşit sana der ki, bu hürriyettir.
A. Buişin topluma bakan yönü var, ferde bakan yönü var. Mesela adam içki içti. Adama söylersiniz, belki engel olursunuz. Ama evinde gördünüz onu, yapacağın bir şey yok. Toplumu eğitmek istiyorsan da yine istibdatlan olmaz, yine eğitmekle olur.
Ben bir keresinde sobaya doğru gidiyordum, babam giderdi, sobanın en az sıcak yerine elimi sürtürürdü, anlardım bitti.
Md: Bazı noktalar ince bakın mütalla edebilmemiz için. Diyelim ki, Yusufa 3-4 defa ikaz ettim, gitti sobayı yaktı. Demin bir şey söyledi. Ulan şeerefsiz, ben sana söylemiştim, demek edğil. Orada imanın gerektirdiği şefkatla ona acıyıp, ona güzel bir söz söylemek, hürriyetin manasıdır.
Mn: Bahsedilmek istenen şu değil mi Hakkı haykırmak yani.
H: Hz. Ömer bir evin kenarından geçiyor, baktı cümbüş çalgı sesi geliyor. Bahçeden atlıyor, adamı yakalıyor. Sen ne yapıyorsun? Ben kendi evimin içerisinde kimseye dokunmadan bir şey yapıyorum. Suçlu olan sensin, evimin sınırlarına girdin. Günah ediyorsam, Allah'la benim aramda senin içeri girmen doğru değil.
A: Sen diyor üç hata yaptın: evlere kapıdan girmedin, mümin kardeşinize selam vermedin, mümin kardeşinizin günahını araştırmayın üç kuralı ihlal ettin.
H: Burada çok önemli bir denge var da. Muaviye devrinden gelmiş istibdat. Muaviye tamamıyle kötü bir adam değil.
Mn: Tamamıyla değil, hiç kötü değil.
H: Bir takım kusurları olmuş, tarihten görüyoruz. Burada bir istibdat var, ama bu adamlar istibdadın olması gerektiğini savunuyorlar. Benim tahminim, bu toplumdaki insanları tamamen serbest bıraksak, toplumda bir kesim yanlış yöne gidecek onları kurtarmak için istibdat altına alalım. Toplumu bilinçlendiremedin mi, adamın dediği noktaya geliyoruz.
Md: Demin verdiğim misalde o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...
"