24 Nisan 2009 Cuma

19. Lema Iktisat Risalesi 3. Nükte

" ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zaika kapıcıdır dedik. Evet ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfata ve bir dereceden on derece fiata çıkmamak gerektir. Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zaikası -Altıncı Söz'deki müvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zaikası- rahmet-i İlahiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zaikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlahiyenin enva'ını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zaika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkınde hükmü var, makamı var.
İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve enva'-ı niam-ı İlahiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takib edebilir. Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikata işaret eden bir hâdise ve bir keramet-i Gavsiye:
Bir zaman Hazret-i Gavs-ı A'zam Şeyh Geylanî'nin (K.S.) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine; bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan za'fiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!" Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum biiznillah!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemed ve mevsuk çok zâtlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak manevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin." İşte Hazret-i Gavs'ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir..."

"ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zaika kapıcıdır dedik. "

yy. kapıcı şimdi kim? şimdi daha çok kapıcı var. kimlik kontrolü falan.

aş. kapıcı girip girmemeye izin veriyor. tatlı bir şey geliyor, hoşunag idiyor alıyor. çirkin bir şey gelince tükürüyor. fıtratı bozulmamış bir dil, zararlıyı zararsızdan ayırt edebilecek mahiyette. zehirli mi, pis mi... seçici geçirgen yani. terbiye edilse tam manasıyla, öyle ki, bir şeyi önceden yemiş olsanız bile o an istemeyebiliyorsunuz. hatta çocuklar için deney yapmışlar, ihtiyaçları olan, yemek ve sebzelere doğru gitmişler. bir bakmışlar, hakikaten o besinler vücutlarında eksikmiş.

yalancı ihtiyaçlar oluşturulmazsa, bunlar tiryakilik gibidir. mesela, normalde sigara bir ihtiyaç olamaz. kendi dünyamda biliyorum, bir defa nefes aldım, hiç hoşuma gitti. vücudum çok rahatsız oldu. fakat vücut onu alışınca, ihtiyaç gibi hissediyor. zaruri olmaya başlıyor. dolayısıyla, yalancı iştah olmamak kaydıyle, dil neyin içeriye girip girmeyeceğine karar veren bir mercidir. çok da başka bir şey değil, çok önde değil, beden için. fakat bu bedenin uzantısı olarak böyledir. ne var ki, kalp ve ruhun uzantısı olarak da çalışır.

"Evet ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. "

aş. bu insanlar için kapıcı hükmünde.

"Onun telezzüzü hatırı için israfata ve bir dereceden on derece fiata çıkmamak gerektir. "

aş. zaten beden ne yerse, ihtiyacını karşılar. gerçekten kendi düyamıza bakalım, beden açısından söylüyoruz. bir sürü güzel şeyler yedik, şimdi hiçbirini hatırlamıyoruz bile. belki bedenimiz için daha faydalı şeyler olabilirdi. şükretmemek şartıyla söylüyorum, şimdi hiçbir şey kalmadı. belki zararları kalmıştır, ama faydaları yok. bir şey ne oldu? geçmişimize bakalım, sanki yedim meselesi gibi. adam her seferinde bir şey çektiğinde, sanki yedim deyip, vereceği parayı diğer cebine koymuş. ve onunla bir cami yapacak kadar para biriktirmiş. "sanki yedim" camisi. fatih'te.

"Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın "

aş. ehli şükür, ehli hakikat demek. çünkü insanın asıl vazifesi şükürdür. namaz ve ibadet, şükür demektir zaten. demek ehli hakikat olan kişiler, şükreden kişilerdir. doğru olan nedir? bu kadar nimet var. bir sürü şeyler bize gönderilmiş. niye verilmiş bunlar? teşekkür etmek için. başka bir şey değil.

"ve ehl-i kalbin"

aş. burası çok önemli. kalp fani olanla tatmin olmuyor. batın olanla memnun olur. eşyadaki batını görmemek, hakikatsizliktir. mesela ne güzel çiçek dedin. çiçek soldu gitti. hiçbir şey kalmadı. kalp onda bekayı görmek istiyor. ne güzel yapılmış deyince, güzelliği yapan biri var. kalp ondan tatmin oluyor. ehli hakikat, kalbiyle hükmeden demektir. kalp de bekadan başkasına razı olmaz. şükür kalbin fiilidir. o yüzden risalei nur talebeleri, en az ehli tarik kadar ehli kalptir. kalbi işlettirmek zorundadır.

mk. yani kapıcılık kötümüdür?

aş. meslek olarak değil. allah vazife vermiş onu yapıyor.

kapıcı şükür vesilesi olursa, çok güzeldir.

mk. kötü değil yani kapıcılık. her şey kapıcılıkla mı başlıyor?

aş. evet.

mk. çok önemli bir meslek yani.

" kuvve-i zaikası -Altıncı Söz'deki müvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zaikası- rahmet-i İlahiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir."

aş. allah mutfakta bir sürü nimetler, kainat mutfağında bir sürü nimetler pişirmiş. onlara nazır. bazıları damak tadıyla çok gelişmiş oluyor. bunda şu var hemen diyor. aslında her sanatın bir uzmanı, anlayanı var. onun gibi insan da sanatkar olan allahın nimetlerini tartabilecek, görebilecek bir mahiyette donatılmış. çok güzel bir konum. o yapıyor sen tadıyorsun. hem o sanattan lezzet alıyorsun, hem nimetten, hem onun ne kadar güzel bir yaratıcı olduğunu anlıyorsun.

oğ. nazır kelimesini kullanıyor ya, hakikaten kendim de, o güzel yemekleri yemesem bile seyretmek bile zevk veriyor.

aş. yemesen bile, böyle bir nimete mazhar olmanın zevki var.

bugün durağın arkasında çok güzel hercai menekşeleri dikmişler. camın arkasından güneş vuruyor, öyle güzel ki, orada oturup da kalkmadan seyretmek istedim. seyretmenin ayrı bir lezzeti var. o anda ışıktan dolayı, öyle özel bir güzellik anı göndermiş. camın dışından öyle güzel görünmüyor. sanki bana özel o anda bir sunum yapıldı gibi. yani biz nazırız. nezaret ediyoruz.

müfettişin görevi nedir? teftiş eder. nasıl? insan böyle bir vazifesinin olduğunun bilincinde olması gerekiyor. burada pişen nimetleri teftiş etmeye gönderildik.

oğ. bu bana biraz ağır geldi. yani, teftiş eden kişi, çalışanları gözetleyen manası var. şimdi bizim bir kul olarak, yaratıcının yaratmış olduğu her şeyi, bu uygun mu yaratılmış, sanki denetliyormuşuz gibi, bir şey canlandı. bu bana biraz abes geldi.

hş. müfettişin anlamını farklı anlıyoruz. müfettiş buradaki anlamıyla, oradaki lezzetlerin, fark edip, haber veren demek.

rz. müfettişlik bir üstünlük oluyor.

aş. seni biri vazfelendirdi, kendisi neler koydu bilioyor. sana git gör onlara bak diyor. sen gidip görmezsen, ne diyeceksin ona? hepsini tek tek fark etmesi gerekiyor ki, döndüğünde utanmasın.

hş. bir de burada maddi bedenin sıhhati önemli. dilin birinci görevi olarak. elma yerken farklı bir lezzet alıyoruz, baklava yerken farklı lezzet alıyoruz. onu görüp, her biri için özel şükretmek manasında.

rz. ama bir de bayat nimetler oluyor. onların da ayırt edilmesi gerekiyor. sırf nimet açısından değil de, insanın sıhhati açısından da lazım.

hş. ilk önce zararlı şeyleri teftiş ediyor, ayrıca yararlı şeylerin de farklı lezzetlerini fark ediyor.


"Ve o kuvve-i zaikada taamlar adedince mizancıklarla"

aş. çok ilginç. insan bazen hayyretler içine düşüyor. sadece dilimiz değil. geçen dokunma hissimize baktım. bütün cisimleri, suyu havayı, metali, insanları, insanların tenlerini, ısıyı sıcaklığı, bütün bunları ayırt ediyor, parmaklarım. bir parmağa o kadar çok maharet verilmiş ki, sadece dokunma açısından. çiçekleri düşünün, hercai, tüylü, gül teni, pürüzlü, yumuşak yaprakları, elastiği hepsini dokunmayla nasıl ayırt ediyor.

şu ele binler özellik verilmiş.

aci. nasıl oluyor sınırlı bir şeyde sınırsız bir özellik bulunuyor?

aş. her şeyde böyle bir özellik var. ve sınır yok. şu dokunmayla kaç farklı nimet bana veriliyor. bitmez ya. şeftalinin tüylü, elmanın tüysüz halini, armudun hafif soğuk ve eğik halini hepsini hissedebiliyorsunuz.

ama halil ağbimiz, bir çam kozalağını aldı, görmediği halde bir tarif etti, hayran kaldım. şaşırdım kaldım. meğerse adam görüyormuş :) demek sadece yemek için verilmemiş bunlar. allah bir şey söylemek istiyor. allahın nihayetsiz isimleri olduğunu bize tanıttırmak için bu verilmiş. o kadar çok göze nimet verilmiş ki, saymakla bitmez. bir odanın içerisinde, hatta. yarım saat durmadan odanın içindeki farklılıkları ayırt edeyim dedim, bitmedi.

yy. amma boş vaktiniz varmış sizin? :)

aş. siz ona boş vakit diyorsunuz, üstad bahçedeki çiçeklerin özelliklerini tek tek saymış. öyle ki, bunların kasıtla yaratıldığını belirtmek istemiş. bir kardeş takılmış nurculara, böcek çiçek edebiyatı yapıyorsunuz diye. bir gün bir gelinciği seyrettik. define gibi. içini açtık. üstünde kapak, altı bölüm var. süslenmiş. kapağı kaldırdık, içinde de süsler var. yarım ay şeklinde. içinde altı tane odacık var. içinde sıra sıra dizilmiş tohumlar var. çocuk dedi ki, gerçekten umhteşem. allahın her şeyi, özenerek yarattığını, kasıtla yarattığını ve bizim de o kastı görmemizi istediğini görüyoruz. bize bu kadar donanım vermesinin sebebi o. kendi sonsuz sıfatlarını bize bildirmek istiyor. insan da o duygularının gereği olan, tanımayı yapacak, ve onunla şükrü manevi yapacak. ibadet bu demek zaten.

bizim nazarımızda, kemal ve sanatlarını görmek istiyor. biz adeta, allahın kendisine cemalini gösteren bir ayna oluyoruz ki, güzeller güzelinin karşısındayız. ona ayinedarlık ediyoruz. bundan daha büyük bir letafet, olabilir mi?


" nimet-i İlahiyenin enva'ını tartmak ve tanımak;"

aş. yani ölçeceksin. tatmak, ne olduğunu, ne kadar kıymetli olduğunu fark etmek.

" bir şükr-ü manevî suretinde"

aş. demek manevi şükür bu şekilde yapılıyor.

" cesede, mideye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zaika, yalnız maddî cesede bakmıyor. "

aş. insan düşünecek, bu dil niye bu kadar donanımlı yaratılmış. sadece bu ceset için değil. insanda verilen başka ihtiyaçlar var, onları anlamak için. kalp sonsuz nimet, beka istiyor. onu ancak ne doyuracak. sonsuz nimetleri fark edecek, ancak öyle kalp tatmin oluyor.
sayısız olmasıyla, kalp anlıyor.

"Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkınde hükmü var, makamı var."

aş. neyin tat alma duygusunun. kalbe, ruha baktığı için, mideye üstünlüğü var. kalp onun gösterdiği marifetin kendisine işaret ettiği yaratıcıyı tanımaktan lezzet alıyor.

" İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek"

aş. yani israf etmemek demek, şükretmek demek. zaten insan şükretmek vazifesiyle yerine getirirse, israf edemez.

" ve enva'-ı niam-ı İlahiyeyi hissedip tanımak "

aş. allahın çeşitli nimetlerini hissedip tanımak

"kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, "

aş. demek zillete vesile oluyorsa, meşruiyet problemi oluyor, çünkü allahtan başkasına vasıta olarak bakıyorsun. ona minnet duyuyorsun, allah yerine. orada problem var.

"lezzetini takib edebilir. Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı, "

aş. dilden dışarı taşıyor, tad alma duygusu.

"şükürde istimal etmek"

aş. bir de dili, şükretmede kullanacaksın. hem alıcı, hem karşılık verici.

" için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikata işaret eden bir hâdise ve bir keramet-i Gavsiye:"

aş. gerçekten gavsı azamın hikayesi ilginç. burada riyazet var. ilginç, bunu düşünmemiz lazım. bir gün boyunca, gerçekten acıkarak yesek, acıkalım. arada hiçbir şey atıştırmayacaksın. çünkü o zaman, mide çalışıyor, o zaman isteksiz bir şekilde sofraya oturuyorsun.

sabah kalktınız. yemek yediniz. sonra acıkmadan yemesek mesela. öğleyin yemek yemek o zaman çok lezzetli geliyor. biraz vücuda riyazet yaptırmak lazım. illa dağın başına çekilmeye gerek yok. günlük riyazet de yapılabilir. o riyazet, nimetein fark edilmesi için yapılıyor. eksiklikle verilmiş olanı fark etmek için yapılır, tarikatta da. suyun lezzeti, ramazan günelrinde bazen, öyle terlemişiz, onun tadını hala unutamıyorum. böyle nimetler nunutulmuyor. bekaya gidiyor.

aci. orada farkındalık var mıydı bilemiyorum. bu bir çıkış kapısı olabilir mi? bilmese de oradan bir kapı açılıp, bir hakikate yol açılabilir mi?

aş. tabi tabi, hayvanların iştahla ağzını gevşirmesi, onların bir şükür olduğunu. çocukların da öyle. fıtri bir şükürdür o. insan olarak görevimiz, oradaki nimeti fark etmek ve onu verene şükretmek. o yüzden acıkmadan yememek lazım.

aci. nimetin lezzetinin artması dışında, şükrü artması için, acıkmadan yememeliyiz.

aş. sürekli allaha muhtaç bir halde yaşamak için, nimeti, doymadan bırakmak lazım. sanki sürekli senin nimetelrine aç olmak istiyorum talebi oluyor. uynaık olmak isteğinin bir göstergesi yani.

hş. geçen dersten sonra, şöyle bir şey akla gelebilir: ya biz baklava yemeyecek miyiz? üstadın orada kastı, sanki iyi bir şey almayacak mıyız, manasında aklımdan geçmişti. bunun peşine gellmesi, aslında onu tamamlıyor. çünkü olabilir. bir insan baklava da yiyebilir, lüks arabaya da binebilir. ama tek şart bu. haddini bil. vereni tanı. bu çok önemli. bir de zillete düşme. aslına baktığında, bu dünyada o kadar çok lezzet var ki, bunlar müminler içindir. kim allahın güzel nimetlerini haram kılabilir ki. genelde insanlarda bir şey yok. tarihe de bakarsan, insanda bir şeyi kendine yasaklama eğilimi vardır. yoksa tersi yok çok fazla.

aş. bir sürü nimetten çok azı yasaklanmış allah tarafından, domuz içki gibi.

hş. sapıtmış dinler genelde helal olan şeyleri, haram etme yoluna gitmişlerdir. hatta yahudiler, için biz domuzu onlara yasak etmedik, onlar kendilere yasak ettiler, diyor. biz burada bütün nimetlere, meşru olarak temiz olarak sahip olabiliriz. ki süleyman as. bunun en güzel örneğidir. cinlere bile hükmetmiş. çok şükürlü bir yaşamı var. allaha olan şükrü kesebilecek kendisini uzak tutuyor.

aş. özellikle manevi dilencilik meselesi çok önemli. insan geçinemediği şikayeti, bunlar manevi dilencilik gibi. halini şekva tarzında insanlara arz etmek, bu hale düşmemek lazım.

oğ. hüsnü ağbinin dediklerinin çoğuna katılıyorum. bir müslüman en güzel eşyayı kullanmalı, ihtiyacı doğrultusunda. ama lüks kelimesi bana daha çok şeyi andırıyor, sanki sefih bir yaşamın ifadesi gibi. imani bir hayatla bağdaşmayan bir esprisi var.

hş. ama ben onu ihtiyacım olduğu için alacağım. insanlar için lüks gözüktüğü için değil. mesela bir araba, çok güçlüdür, sağlamdır. lüks gözükebilir, ama benim ihtiyacımdır. mesela, bazı dindarlara kızarlar, ciple geziyor diye. belki bir adam hava atmak için yapıyor, ama bilemezsin.

ir. insanların gelirleri arttıkça, lüks mallara olan talep artar. ona iki türlü bakılabilir, o kadın hem haklı hem haksızdır.

mk. hüsnü bana güzel şeyler hatırlattı. hüsnünün söyledikleri her zaman güzel. çok ince bir nokta var. sait nursi, sevgili dedemiz, çok ince söylemiş, ama her şeyi söylemiş gibi geliyor bana. dil kuvei zaikadır, önemli birr görevi var. hatta kapıcılık görevi çok önemli diye başlamıştık. fakat diyor, eğer kapı derse ki, ben sadece baklava yersem şükredebilirim diyorsa, o zaman kapitalistleşir diyor. ben sadece baklavaylan, etlen memnun olurum. yani, bunların hepsi, birer tadımlılık ifade eden şeylerdir. dersek ki, sadece baklavaylan tadabiliriz. o zaman tatmaktan öte, başka duygularımızın esiri oluyoruz. dilencilik demek, bağımlı oluruz. biz lezzeti, tadan, ve bununla bazı yerlere giden efendi olmaktan çıkıp, o lezzetin bağımlısı oluruz.

hiçbir şey olmasa bile, şu baklavayı, tatmak için yediğinizde aldığınız lezzet çok farklı. ama artık onu yedikçe, dilinizdeki tat bile gitmeye başlıyor. sonra midenize arıza veriyor. bu da gösteriyor ki, dil gerçekten kepçe olmak için değil, bir tadımlık, bir tebessüm, bir karşılama, onunla yeni yeni tatlara varmak. her tattan, tadım tadım, gerçek tatlara ulaşmak için, bir tat vesilesi yapmak. dolayısıyla kapıcılık çok güzel bir şey.

diğer tersinden söyleyeceğim. en basit, köylü tabiriyle diyelim, bir insan peynir soğan ekmek yerse, ben bununla şükredemem, neden ben peynir soğan yiyorum da başkası bal baklava yiyor derse, o lezzetin tadını tadamaz. tad tatmak için, baklava da yetmez, soğan ekmek de yetmez. her ikisini de tadacak bir tat lazım, kasıt da niyet de lazım. mercedese binse de insa de, onu tadamıyorsa, bir şey fark etmez. önemli olan hangi konumda olursa olsun.

herkes evlendiği hanım, dünyanın en güzeli, en latifi, ahiretin bile en birinci hanımı olarak telakki eder. bu tatma var ya, çok önemlidir. eğer böyle tadamıyorsak, her şey adileşir. sıradanlaşır. daha doğrusu, her şey tadını kaçırır. tat, dünyaya açılan bir şanstır. bunun için boğaz köprüsünden de bakabilirsiniz.

biz bazı şeyleri kompleks ediyoruz gibi hissediyorum. gerçekten gençlerin en büyük sorularından biridir. tüm gençlerin, hatta tüm insanların en önemli sorularından bir tanesi, dünyada adalet var mıdır, sorusudur. yahu birisi, cipe biniyor. birisi villaya biniyor, kimisi bisiklete biniyor. kimisi baklava yiyor, kimisi çocuğunu doyuramıyor. burada adalet nerede arkadaşlar?

hş. inan bunlar, bir çocuğun oyuncağından farksız.

mk. oraya geleceğiz. zaman zaman kendimi ikna edecek sebepler aradım. adam gidiyor gece gündüz çalışıyor. boğazın ordan. hele bizim orası var ya, en güzel manzaralar. dereler, şırıl şırıl, bir tarafta yamaç, bir de rüzgar esintisi. böyle her şeyin gidiyor. şimdi diyeceğim ki, bunun neresi adalet. bakıyorum, zaman zaman oturuyoruz. adam gece gündüz çalışıyor, evine gelmiyor, uçaktan uçağa gidiyor. bizim bir tanıdık vardı, kadın eşiyle görüşebilmek için, havaalanına gidiyordu. biz insanları, dünyayı bazı yargılar koyarak yargıladığımızda zorlanıyoruz. ben haftada üç defa karşı tarafa geçiyorum. belki o adam benim kadar deniz manzarası seyreden yok. hele benim cıbıldak da geliyor yazın. baktım nereye gidiyorsun 100 kilometre. bunlara, cumhurbaşkanılığı köşkü var. karadenizden su geliyor. bizim cıbıldaklarla gidiyorum. ben atlıyorum denize, oynuyorum. vallah cumhurbaşkanı benim kadar zevk almıyor.

neticei kelam, allahın adaletinin var olduğuna, yaşım ilerledikçe, yavaş yavaş kani olmaya başladım. herkese allah öyle bir adaletle vermiş ki, hepimiz için, o tadımlılığı tadabilecek her şey var. kendimizi sınırlamamız için hiçbir neden yok. öyle olabilir ki, eğer bir soğan ekmekten aldığımız lezzetle, başkasının baklavadan aldığı lezzeti geçebiliriz. böyle olunca, niye baklava yemiyoruz diye konuşmaya gerek kalmaz. zaten tat alıyoruzdur, hayat tatlıdır, biz tadımızda yaşıyoruzdur. böyle olunca, tersinden düşünmemeye başlıyorsun. cipte mi şükredilir, balıkta mı, hiç fark etmez. allah gerçekten adaletli.

son bir şey, giyim kuşam son derece asortik son zamanda. ben zaman zaman sosyetik semtlere gidiyorum. sonra dedim ki, yavaş yavaş ezilmeye başlıyorum, başkalarına baktıkça. bizim seyrantepeye gidiyorum. her tarafta aynı şey. köylü kadınlar bir terlik giymiş, üstüne bir tane çorap giymiş. üstüne bir patik. üstüne bir yeşil yelek. onun üstüne eşarp vs. demek ki, insanda estetik duygusu herkeste var. ötekisi çok yüksek masrafla gelmiş. buradaki de kendi imkanlarıyla ona gelmiş. önemli olan, güzel tadan, güzel lezzetler alır. güzel lezzetler alan, hayatından mutlu olur.

is. adaletle ilgili nasrettin hoca fıkrası var. çocuklar ceviz toplamışlar. nasıl paylaşacaklarını soruyorlar. nasrettin hoca da soruyor, eşit mi dağıtayım, allahın adaletiyle mi dağıtayım? allahın adaletiyle dağıt diyorlar. birine bir veriyor, diğerine hiç vermiyor, bir diğerine 20 adet veriyor. allahın adaleti, herkese farklı vermek şeklindeir.

aş. herkese ihtiyacına göre veriyor. bir hikaye anlatılır. bir çocuk, zengin babanın çocuğu, bir gün babası malın kıymetini anlasın diye, köye getiriyor. bir fakir evde kalıyorlar. bir çocukla kalıyorlar. baba soruyor anladın mı? evet anladım diyor çocuk. neyi diye baba soruyor. ne kadar fakir olduğumuzu anladım diyor çocuk. b

bizim küçük bir bahçemiz var, küçük bir havuzumuz var. onların küçük bir evi var, ama kocaman dereleri var. bizim küçük bir köpeğimiz var, onların sürülerce hayvanları var. bizim az bir gökyüzümüz var, onlar her tarafta gökyüzünü gösteriyor. orada bakış açısı meselesi. bakış açısıyla değişebiliyor. aslında insana, her şey verilmiş. hadsiz nimetleri fark edebilme özelliği verilince, insana verilmeyen bir şey yok. ibadet, ileride verilecek olan nimetler için değil. verilmiş olan nimetler içindir. insan verilmiş olan nimetleri bile saymaya kalksa, bunu bitiremez. bizim diyebileceğim, elimizde kalan hiçbir şey yok. sadece tadımlık olduğu için. nimet vereni tanımak asıl olduğu için. sana hadsiz nimetleri veren, istemeyi veren, istediklerini de verecektir. insana her şey verilmiş. allahın hazinelerinde olanı fark ediyorsun. hiç kimse, elindekini tutamıyor ki.

bir şeye daha dikkati çekeceğim. nazar önemli ama, eğer allahı seviyorsanız bana uyun diyor resulullah. tamam ben bakıyorum, bu polyannacılık değil herhalde. allah sünnetullah da yaratmış. hem vücudumu yormayayım, hem de lezzet alayım olmaz. orada da çalışmak gerekiyor. riyazet gibi mesela. bunlar nimetin artmasına vesile olur. şükür nimeti artırır. sadece nazarımı değiştirmekle olmuyor, onun gerektirdiği hali de yapmak gerekiyor. hangi konumda olursak olalım, şükre vesile olacak bir şeyler bulabilir insan. zaten verilen nimetleri saymaya kalksak, bitiremeyiz. etrafta melekler var, bu bile büyük bir nimet.

hş. kendi önünde olana bakmayıp başkasında ne var diye bakma, problem. sürekli başkasına bakarsan, adaletsiz de görüyorsun. hiçbir zaman tatmin olmuyorsun.

aş. başkasında olanın başkasının kendisinden kyanklandığını zannetmemiz problem. nimeti veren lallah. vermesi de bir kasıt, vermemesi de bir kasıtla oluyor. onu tanımak esas nimet. onu tanımadıktan sonra hiçbir şey nimet değil.

aci. sonunda anlatılan, gavsı azamın hikayesinde, biz yiyoruz, şükrediyoruz da, kaldırmaya kalksak, tavuğu kalkmayacak.

hş. eskiden bu örnek bana uçuk gelirdi. ama bir tavuğu şükrederek yersen, o tavuğu ruhen diriltiyorsun. ölmüş bir insanın anmak da onu hatırlarda diriltmek gibi bir şeydir. dirilmek sırf bedenen mi var olmaktır. onu yediğin zaman, ona bir ruh veriyorsun.

aci. kalkıp yürüdüğünü görmesek de olur, zaten vazifemizi yapmışız, demek istiyorsun.

hş. gavsı azam hazretleri, zaten tavuğun kalktığını görüyor da, onu kadına göstermek için canlanıyor tavuk.

niye tüketmek denmesine karşıyım? dirilttiğin bir şeyi, tüketmiş diyorsun. bu çok değersizdir artık. o yüzden çok rahat onu atabiliyorsun.

17 Nisan 2009 Cuma

19. Lema Iktisat Risalesi 2. Nükte

"İKİNCİ NÜKTE: Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zaikayı bir kapıcı, a'sab ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi (kuvve-i zaika ile, merkez-i vücuddaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir) ki; ağıza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa "Yasaktır!" der, dışarı atar. Bazan da bedene menfaatı olmamakla beraber zararlı ve acı ise; hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın. İşte bu sırra binaen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en a'lâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibariyle farkları yoktur, müsavidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsavidirler belki bazan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar manasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, "Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün." dedirmeye mecbur edecek. İşte iktisad ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir. Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

mk. bu konu bana ağır geliyor. hem çok pratik, hem zor gibi geliyor, ama pratiğe nasıl uydurabiliriz? bu sefer basitleşebilir.
hayatımızı şöyle zorlaştırıyor. mesela cep telefonu alacağız. hangisini alacağız? buraya göre karar versek, çok zamanımız gidiyor. günlerimizi alıyor.
burayı okurken şöyle bakalım: sait nursi ne demiş gibi de bakılabilir? bizim hayatımızda burası ne söylüyor, diye bakarsak belki sait nursinin mesajını daha kolay anlarız.
sait nursi de insan ben de insanım. burayı hayatımıza indirdiğimizde algılamamız daha kolay olur. ben sait nursinin eski kitaplarından, sevgili dedemiz, bir akşam açtım ve okudum. burasıyla ilgili öyle bir keskin cümle kullanmış ki, ben şaşırdım. mesela, adam kadıköyde oturuyorsa, baklava yemesi her öğünde de olsa, mubahtır diye düşünüyordum. ama burası mesela şöyle diyor: biriyle nişanlandınız. onun belki istemeye hakkı olmayabilir, ama ona saygı gösterin. imkanınız olursa, onun alışkanlığı olan yiyecek ve giyecekleri temin edin. böyle bir de açmaz var. diğer taraftan da, kardeşim ikisi de yiyecek hangisini yersen ye, diyen var. dolayısıyla ben bu işin içinden kolay çıkamıyorum.

aş. bediüzzaman dönemindeki insanların hayat standardı ve şimdiki insanların hayat standardı. eskiden kahvaltıda iki zeytin olması çok önemliydi. zeytini paylaşarak yerlermiş. ekmek için un almak için, 30-40 km öteden un alıp yiyorlar. şimdi bizde çok boluk var. 4-5 elbisesi olan fakir gibi gözüküyor. çünkü normal insanlarda 10ar çeşit giysi var. adam kahvaltıda peynir zeytin yiyor, ama salam yiyemiyorsa, fakir görünüyor.
bence şurası kilidi açıyor:
"İşte iktisad ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir. Kuvve-i zaikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştiha-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştiha-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."
bir de, yusuf suresini çalışmıştık biz daha önce. ramazan risalesinde, üstad kalbin mideye hakim olması esprisini anlatıyor. insanı iki saraya benzetiyor. sarayın önünde köpekler var. birinde efendi aşağı inmiş köpekle oynuyor. öbüründe efendi yukarıda vazifesini görüyor. it bekçilik yapıyor. niye dil veya mide kapıcıdır? yusuf aleyhisselamın hikayesi, 11 tane çocuk. onlar insandaki duyguları temsil ediyor. yusuf as. ise kalbi temsil ediyor. yusuf as. bir sürü seyri süluku yaşıyor, en sonunda mısıra aziz oluyor. yani maliye bakanı oluyor. yani mideyi yöneten kalp oluyor. o zaman diğer kardeşler de ona tabi oluyorlar. ne zaman mide kalbin himayesine verilirse, diğer duygular da o vesileyle yatışır. göz de diğerleri de kalbin ve aklın kontrolü altına girerse, insanın harama bakması olsun, diğer meyilleri olsun hepsi kontrol altına alınabilir. mide sanki her şeyin giriş kapısıylmış gibi temsil ediliyor. en öneli mesele, kapıcıyı terbiye etmekle alakalı gibi geliyor.
çocuklara baktığımızda 3 öğün yemek yiyorlar. hoş üstadın alışkanlığında 3 öğün yok. ama olsun. çocuk şimdi aralarda bir şey atıştırınca, doğru dürüst yemek yiyemiyor. onun gerçek işştihasına engel oluyor o zaman, o atıştırmalar. mide artık daha fazla bir şey istemiyor. sen bir şey öğütmeye başladığın zaman, üstüne bir şey daha yiyorsun, daha çok yoruluyorsun. o zaman beyin de çok iyi çalışamıyor. ayrıca sağlık açısından da sakıncalı. midede çürüme ve ekşime oluyor. buradan şunu anlıyorum: insanın alışkanlığı bir şekilde olabilir. toplumun genelinin vasatı. üstad sevad-ı azam diyor. yani en fakirin yiyebileceği yemek tarzında yenebilir. herkes fakir olur, o zaman en fakiri çok az olur.
ama bunun ötesinde insan bedeni beslemek ve ibadete vesile olmak niyeti dışında, sırf damağın tadını tatmin etmek için yiyorsa, orası problemli gibi geliyor. yoksa azlık çokluk meselesi gibi değil gibi geliyor bana.

amç. hayatta çok kullandığımız benzetimler arasında amaç araç kavramlarını kullanırız. burada orucu allahın kullanmasının da esprisi şu olsa gerek: insanın arzuları doğrultusunda mı yaşamını sürdürüyor, yoksa arzularını akıl ve kalbi mi belirliyor? bu anlamda bedenin en önemli girdisi olan, besinin düzenleniş biçimi, diğer istekleri de beraberinde getiren süreç oluyor.

mesela kuvve-i şehavaniye diyince, biz şehvet anlıyoruz, ama bunun çok genel manada istemek manasını taşıdığı işaretül icazdan çıkıyor. bunların hepsi için yemek lazım. kafa çalıştırmak için, şehvet için de, başka faaliyetler için de. o girdinin fonksiyonelliğini ortaya koyarsan, diğer arzuları da rasyonel bir düzelme koyabiliyorsun. iktisat risalesinde ve başka yerlerde vurguyla özellikle mide ve iktisat mentalitesini kurabiliyor.

aş. yemekte de insanın bir kastı olması gerekiyor. bütün büyük zatlar ve hadislerde bunun çok vurgusu var. kasıtlı yeyiniz diyorlar. şunu söyleyeceğim. bir arkadaş bir kitap yazmış, gıybetle ilgili. insan baktığın zaman ayette de tasvir yapıyor: kardeş eti yemek gibi çok canice bir tasvir yapıyor. bu bir ameldir. nasıl bu ameli yapabiliyoruz? kardeşimizin etini diri diri yiyebilmek veya ölü etine bakıp şehvet almak. bu nasıl bir tavırdır? aslı mesele, bizim vücudumuza girenin helal olması gerekiyor ki, çıkan da helal olsun. dışarıya çıkan, pozitif ve negatifi belirleyen tavırlarımız özünde, yediklerimize bakıyor. haram yoldan gelen, haram yoldan çıkıyor. bu yüzden sürekli kasıtlı davranmamızı üstad söylüyor. mideye giren çok önemlidir. mesela besmelesiz giren yemeğe şeytan girer. o yemek, haram işletmeden vücuttan çıkmaz. bu bir hadis. bunun bir esprisi var, bunu anlamamız lazım. rabbin emri doğrultusunda yemek.

zaten iktisat kast etmek demekti. benim karnım acıkmış. vücudumun işlemesi, o gelen yemeğe bağlı. o yemek kasıtlı yenmezse, gözümün görmesini de bozuyor, duygularımın işlemesini de bozuyor. ifrat da doğru değil, tefrit de doğru değil.

kasıtlı yemek. yani...
şehvet açısından bakıyorsun, eğer gerçekten şehvetse, ihtiyaç olduğu için şehvetini tatmin etmiyor ehli dünya. alışkanlık haline gelmiş, yapmadan duramıyor. artık lezzet almıyor. tıpkı uyuşturucu bağımlısı gibi. obezitede de öyle. artık insan yemeden duramıyor.

yy. sıkıntıyı gidermek için.

aş. yerlermiş, sonra çıkartıp tekrar yerlermiş ruslar.

mk. burada daha pratik bir konu işliyor. şimdi ülkercilere saygı duyuyoruz ama, sevgilerimizi de sunuyoruz. bize müsamaha göstermelerini istiyoruz. bizim hacı ülker diyor ki, para kazanmak mı istiyorsunuz, ne yapacaksınız? bir kilo un, ekmek yaparsan 1 lira yapar. 1 lirayla para kazanılmaz. bunu bisküvi yaparsanız, 10 liraya satarsınız. sanayileşmenin temeli buraya dayanıyor zannediyorum.
ikinci bir şey, bak elimde üç tane güzel bisküvi türü var. peki neden böyle çeşit çeşit bisküvi oldu? insan vücuduna vitamin olarak farkları var mı? yok. birisine veriyorsun 1 lira, diğerine veriyorsun 2, öbürüne 3. buna nasıl karar vereceğiz?

hş. reklamların ana temalarından biri, küçük bir lezzet farkı diye girer.

mk. çok ince noktalar var burada gibi geliyor. bu kademeleri unutmayalım. diğer bir noktaya yine atıf yapacağım. buradaki sorunun bir tanesi şu. bu 20 çeşitten hangisine göre tercih edeceğiz? tercihin bir tanesi, paramız neye yeterse onu alacağız. ikincisi, hepimizin parası var. biz neye göre karar vereceğiz? bu bisküvi sorunu değil. araba, giysi, cep telefonu alırken de böyle. bunlar hepsi için böyle. başkasına ahkam kesmek kolay da, ben neye göre tercih edeceğim? bu tercihimizi bir netleştireceğiz, hem de tercihimizi aklımıza, kalbimize ve duygularımıza yedirmemiz lazım. bir şeyi, bismillah diye yemek. bunu bir lisanla söylemek lazım, bir de hakikatiyle anlamak lazım. beni yaratan rabbimin, bana verdiği ikramları, onun adına, bozmadan ben yiyorum demek. bunu yaparsak, zaten fıtratımızı bozacak şekilde, ihtiyacımız olmadığı halde, bunu yemeyiz.
sizin hayat tarzınıza karışamam. arkadaşlar, 5 çeşit yemek yesek mi doğrudur, 1 çeşit mi yesek doğrudur? bir gün birini yeriz, diğerini öbür gün yeriz. fakat bir seferde ne yapmalıyız? yani bunları biz sormuyoruz. bunlar medeniyet olarak bize sunulduğu için, hoşumuza gidiyor, fantazi geliyor.

medeniyet fantazileri diyor, sevgili dedemiz. ben inan ki daha anlayamadım. medeniyet fantazileri nedir? böyle şeyler mi acaba?

aş. kendi hayatımdan örnek vermek istiyorum. iktisata uygun yaşamayı kasıt edindiğimiz bir dönem olmuştu. mümkün olduğunca israf etmeden. aynı malı, özellikle birçok yerde arayarak, çok da böyle sıkmadan. mesela dondurma diyelim, dışarıdan almak yerine, kendimiz evde yapıyorduk. böyle çok kasıtlı bir şekilde yaşadığımız zaman, ben kıyasladığım zaman, bizim tüm masrafımız 2.5 liraysa, diğer taraflardaki masraflar 15 lira falandı. hem gerçekten bereketli olmuştu. hem de bu şuna da medar oldu. çok risale derslerine gitmek ve hayatımızı din eksenli sürdürmeye vesile olmuştu. bunu sürdüremedik hayat tarzını. sadece kendi başına bunu sürdüremiyorsun. birlikte sürdürdüğün insanın bunu tam olarak kabullenmesi gerekiyor. başka yerlerden sorun çıkabiliyor. fakat çok büyük bir berekete mazhar olmuştuk. aynı şeyleri yiyorduk. bir kilo eti 10 kişi iki gün yiyorsun. fakat aynı fiyata, lokantada ancak bir öğünde yiyorsun.

mk. ama izniniz olursa bir şey söyleyeceğim. dondurmanın esası ne? süt ve sahlep. dondurma yapmak 1 saatimizi alıyor. fiyat olarak pahalılık demiyorum, ama hayat tarzımızı biz tercihlerimizi neye göre kullandığımız önemli.

aş. ona geleceğim.

yy. herkes böyle yaparsa ekonomi çöker.

mk. o ayrı bir konu, şunu diyorum, bizim kendi dünyamız çöküyor mu çökmeyecek mi?

aş. bitireyim inş. bu benim hayatıma bir hürriyet getirmiştir. bir bağımlı, kendimi sürekli bir şeyin bağımlısı yapmak esaretinden uzak hissediyordum kendimi. biri beni sömürmek istediği zaman, ben kendi tercihimi rahatlıkla yapabiliyordum. çünkü benim hayatım, çalışma zorunluluğu açısından entegre değildi kapitalist sisteme. bu açıdan çok rahatlığı vardı. fakat biz bunu sürdüremedik. fakat o hayat tarzı yanlıştır da diyemiyorum. şöyle bir hakim anlayış da var. yakın çevremde, bizim kasıtlı yaşayış tarzımıza, destek göreceğimiz yerde, çok da destek göremedik.

bir takım şeyler, fıtrat açısından çok uygun olabilir, olması da gereken belki odur, ama yaşanan hayat ve durum, bazı şeyleri önceleştirebiliyor. belki bizim hayat tarzımız, ona... çünkü insan tek başına yaşayamıyor. tek başına zahit de olamıyor. toplumun genelinin genel mecrası var. kapitalist sistem dedi. o sistem sizi ister istemez içine çekiyor . siz ne kadar dışlanırsanız, o hayat tarzınızı kabul etmiyor. siz de onu kabul etmişseniz, bir şeyleri öncelemeniz gerekiyor: iman uhuvvet gibi. onları ön plana çıkarınca, diğer taraftan tavizler vermek zorunda kalabiliyorsunuz. benim demek istediğim, üstadın cümleleri güzel şeyler. zemin olsa, uygulamak isterim. fakat zamanımız biraz farklı gibi geliyor.

mk. çok güzel bir nokta oldu. çözünürlük getirdi bana. arkadaşlar, şunu karıştırmayalım lütfen. biz burada bir konuyu tartışıyoruz. aklımızda bunu muhakeme etmeye çalışoyuruz. sonra bunu duygularımıza ve hissiyatımıza getireceğiz. sonra otomatik olarak fiilimize geçtiğini göreceğiz. dolayısıyla, biz burada bu konunun, zihinsel müzakeresini etmekle, birbirimizin hayatını çimdiklemeye veya yargılamaya çalışmıyoruz. biz her şeyden önce bir şeyi anlamaya çalışıyoruz. bunu anladıktan sonra, hayatımıza uygulama safhaları farklı farklı olacaktır.

ben aş'den biraz farklı düşünüyorum. o zamanlar biz bunu anlamaya çalıştık. epeyce zaman sonra, bunların hakikatini akıldan duygularımıza indirmeye başladık. şimdi ben toplumda ezilmiyorum, ama o gün başlamasaydım, bugün bu seviyeye gelemezdim. bence en büyük eksiğimiz, bazı şeylerin, hemen kısa zamanda olmasını beklentisinden kaynaklanıyor. ben şahsen, yeni bir program öğreneceğim vakit, önce böyle ablak ablak yürüyorum. bir müddet sonra, tıkıdık tıkıdık zevk haline gelmeye başlıyor. bu konuların da zaman içinde, bizim hayatımıza, çok tatlı bir şekilde serpiştiğini göreceğiz. çünkü bu hakikatlerin sağlaması sağlam. tabi ki, bu medeniyette yetişmemizden, bunu temizlemek ve oturtmak bir süreç alacağını kabul etmemiz lazım.

aş. şu mücadelenin, bir kişisel mücadele olmadığını, bir nevi kapitalizmle mücadele ediyorsun. ben fabrikasyon ürün bile almazdım. sen bunula yetkin misin? bunu da düşünmen gerekiyor. sen tek kişi değilsin. tek kişi olsan, 15 gün çok küçük bir miktar yiyerek. 10 sene boyunca hiç lokantaya da gitmedim. 20 sene cola içmemişim. ama bir kişi değilsin. bazı şeyler tek başına yaşanmaz. ya bir şeyleri feda etmen gerekir. veya tek başına çekilmen gerekir. üstadın örnekliği çok güzeldir. ama ben beceremediğim için söylüyorum.

yy. becermiş olmak hiç önemli değil. herkesin hayat farkı farklı. biz esnafız. öğlen yemeği geldi. yemesen ne olur? bir şey olmaz. ama gelenle gidenle çay içmek zorunda kalıyorsun. kendin yemek yapmaya kalksan, böyle bir şey mümknü değil. dışarıdan bir şeyler alıyorsun .burada her insanın kendi yaşam tarzına şartlarına göre, uyarlaması lazım. kimine göre, villa lüks olmayabilir. ama bizim için lükstür.

iktisatlı olmak ve kasıtlı yaşamak düşüncesi var ya, hepimizde canlı olması gerekiyor ki, diğer türlü alışkanlıklar hakim oluyor.

hş. iktisatlı yaşamak, bu mu?

yy. israf etmemek, şükretmek... hepsi içinde.

amç. risalede diyor ya, bu bir bahçe. reşit ağbi, en üstteki meyveyi koparmak istemiş olabilir. ben en alttaki meyveyi toplamak isterim. bu zamanda olmak kişinin becerisine göre değişir. aş en zorlarından birini, en zor batakılklardan birinde denemiş. bunu barlada denese, muhtemelen başarırdı. biz ramazanla hicret etmek istiyoruz. anadoluda tekeri döndürürüz diyoruz. buradaki fitne fücur ortamlardan pislik diye adlandırılan ortamlardan uzaklaşırız. orada şunu yapmıyorsak sorgulanmalı. ama burada, ne kadarını hangi ortamlarda başarıyorsak, o kadarı kar.

bunlar acizane dünyamın tercihleri. herkese uymayabilir.

aş. ben hissimi anlatayım, az önce yaşadığım. bir an hadis aklıma geldi. siz içinizden geçenlerden hesaba çekileceksiniz, ama öyle bir devir gelecek ki, sizin yaptığınızın onda birini yapanlar, kurtulacak. buraya gelenler, hiç olmazsa, medeniyete karşı şu duruş bile, çok büyük bir gayret. geliyor olmak bile çok büyük hizmet olduğunu düşündüm. bombardıman öyle ki, sokağa çıktığın zaman, zihnin dağılıyor.

mk. doğru söylüyorsunuz fakat bir noktayı ben söylemek istiyorum. bizim derviş yunus vardır eskişehirli. bu adam çok hoş bir adam. dediğini insanlar dillerinden düşürmez olmuşlar. o söylerken, insanların gözünde şöhret olmak için söylememiş. kendi dünyasından damlayan damlalarla söylemiş. o damlaların her biri rahmet olmuş. yunus odun toplamaya gidermiş. herkes, bir şey olsun, iş yok güç yok, odun getirirmiş. fakat herkes odun getirirmiş. fakat derviş yunus farklı odun getirirmiş. getirdiği odunlar, hep doğruymuş. yunusun derdi başkaları ne getiriyor değilmiş. o beğenmediği odunu getirmezmiş, ta ki o dergaha yamuk odun girmesin dermiş. hep kendi dünyasında yaşarmış. benim diyeceğim şu: çok ince bir nokta var. arkadaşlar, şu var, bu var. bir de bizim dünyamız var. yusuf ağbi, geçen gün şu caddede iki genç bıyıklı, bir de yanında var. ağbi bir yürüyüşleri var, bakışları var. onların o dünyasını saatlerce seyrettim. öyle bir güzel dünyada yaşıyorlar ki, diğer dünyalar onun hiç de umurunda değiller. onlar yaşıyorlar. abi, biz şimdi buna bak, şuna bak. kırılrıız, yıkılırız. allahın rahmet melekleri var, cezalandırıcı melekleri var. allahın adaleti var. kendimizle hoşnut olmaya. biz ister istemez, farkında olmadan, bu fikirlerimizi yerleştirirken, sevdirerek, zaman zaman rüşvetler vererek... böylece hissiyatlarımıza yedirerek.
ben kendi aklıma bazı konuları yedirmiş olabilirim. ama ben asker arkadaşım benden daha gayretliydi. fakat sonunda top attı. tüm tercihleri kendi hissiyatına yediremediği için, farklı tercihler kullanmak zorunda kaldı. ama asker arkadaşımın bunu aşacağına inanıyorum. doğruya dönmek daha kısa yoldur. bu noktada, şunu söylemek istiyoruz, ben hergün beş kilometre koşmuşum, bu kardeşim de benim gibi neden koşamıyor diye bunu yargılamayacağım. ona sevgi göstereceğim. ona dua edeceğim.

aş. ben özellikle bir dönem, bir bereketli bir risale çalışması yaptık bir grupla. fakat cemaat bizi dışladı. aslında cemaatin dışlama sebebi, haklıydı. anlamadılar bizi. biz, kendi dünyamızda bir şeyler öğrenmiştik. fakat onların dünyasında olmayan şeyleri onlara söylemeye başlamıştık. onlar buna alışmamışlar, biz onlara söylemeye başladık. garip geldi.

mk. söylemeye başlamadık. satmaya başladık, hatta dayatmaya başladık.

aş. doğrusun. bu benim hayatımda bir takım tecrübe edindiğim için onu söyleyeceğim. bir meselede birine bir şey söyledim, bu adam yoldan çıkmış demişlerdi, aradan iki sene geçti, benim söylediklerimi kendileri söylemeye başladılar. demek ,b azı şeyler, amel bile olsa, yaşamanın zemin ve zamanı var, ve bunu biz belirlemiyoruz. eğer biz gerçekten hazır olsak, onu cenabı hak bize nasip eder. ona taraf olabiliriz, ama takdiri allah belirliyor. mesela küsuf ve husuf namazı geldiği zaman, onu yapmakla mükellefsin. onun gibi, hayatta yaşadıklarımı z da ona nasıl muamele edeceğimizin göstergesidir. bence cemaat suçlu değildi, biz yanlıştık. biz biryere kadar geldik, onlara dayatmaya başladık. onlara doğru bildiklerimizi anlatmaya çalışıyorduk. çünkü ben bir aşamadan geçmişim. bir a çalışma yapmışım. üniversite bilgisini ilkokul talebesine dayatmaya çalışıyorum.

mk. kendimden bir misal vereceğim. çerçeveciliği sonradan öğrendim. öğrendim sanıyordu, tabi başladık. iki çuubuk yanyana gelecek gibi görünüyor, ama o kadar incelikleri var ki, onu kesmenin bir numarası var, çubuğu seçerken başlıyor, koyarken başlıyor. ben yanımdaki arkadaşlara, bağırıyordum açğırıyordum. yıllar geçti, baktım, kader katakülla etti. sonra tekrar başladım çıkraklıktan. iki seneden beri işin nüfuzuna kavramaya başladım. yanıma şimdi bir adam geliyor. bağırmıyorum. ne sorun varsa, gidiyorum, sorunu kendim düzeltiyorum. eskiden bilmediğimi için adama kızıyordum. adam yanlış bile, yapsa ya olur böyle diyorum. adam korktuğu zaman, bir daha öğrenemez. hanımı da ürkütmeyeceksin. ürktüğü zaman daha çok nazlamak zorunda kalırsınız.

rm. iktisat konusuyla alakalı, bir örnek canlandı. takdir ettim aş'nin duruşunu. insanın bu iktisatı uygulaması için, bu kavramları içselleştirmesi lazım. biz günlük hayatımızda vaktimiz yok, o yüzden dışarıdan yiyoruz diyoruz. veya hazır çorba alıyoruz. orada şu yapılabilir: biz çorbayı ülker olarak örgene yaptırıyoruz. bu hem çorbayı üretiyor, hem de hüner markasını üretiyor. şimdi siz kayınvalidesinden daha iyi çorba yapan reklama aldanıp, bizim mutfak çorbasını seçiyorsa, iktisadı hayatında gerçekleştirememiş olur. oysa ki, hüner de aynı lezzeti verir. bu en basiti.

aş. resulullah ilginçitr ısrarla, hz. ömer içkiyi yasakla diyor. ama resulullah içkiyi yasaklamıyor. daha doğrusu allah yasaklamıyor. ne zaman, sorunlar çıkıyor. içkiliyken biri öldürülüyor. ondan sonra içki yasağı indiriliyor. namaz da birden emredilmiyor. kişisel olarak bunu becerebilirsiniz. ama bazı şeyler toplumsal yaşanıyor. onun için de toplumun hazır olması gerekiyor. sizin hazır olmanız yetmiyor. öyle insanlar biliyorum ki, iman etmek istiyor, fakat onu ortam gereğinden açıklayamıyor. resulullah sen git bekle diyor, ne zaman ben ortaya çıkarsam, o zaman ilan et diyor. bunları elimizden geldiğimizce yapmamız gerekiyor. bunu genel olarak bir hayat tarzı olarak sunmak için, herkesin hazır olması gerekiyor.

oğ. saman ateşi gibi olmaması, kömür ateşi gibi olması için, kişinin kademe kademe alışması gerekiyor. hem kendi iç dünyasında, hem bulunduğu toplumda, çok önemli. biz yapmışsak, bunu ilan edeceksek, içinde bulunduğumuz toplumun da buna hazır olması gerekiyor.

aş. biz gerçekten hazır olsak, millete dayatmamız da gerekmezdi.

hk. üstadın hazır etme noktası biraz farklı. biz 40 kuruş niye fazla ödeyelim diyoruz. bencillik üzerine hareket eden kapitalizme karşı, yine sanki bencillik gibi paramızı niye zayi edelim diyoruz. o zaman toplum bunu kabul etmiyor. ben kendi paramı niye istediğim gibiharcamayayıyım. üstad ise, lezzet perestlere karşı çıkışının sebebini, ... itaat etmek istiyorum diyor. yani müslümanların çoğu lezzet alamıyor. çok fakirler. eskiden insanlar daha iyi durumdaydı, buna izin vardı. fakat bu zamanda buna izin yok. üstad elde ettiği parayı, halka geri döndürüyor. sevadı atama ittiba etmek zorundayım diyor. buna rıza yok diyor, şefkat merkezli. öte yandan hikmet merkezli hareket ediyor. hem tefekkür hem şefkat silsilesini kullanmış. 19. lemada bu var. diğer sözlerden bağımsız değil. şükür için der, yönününü hayra çevirmeye çalışır. nefsi ikna etmek için, nefsi lezzetten vazgeçirmekten ziyade, hayırda kullanmak için gayret var. şükür için kullan diyor. muhafaza et, telkinini insanlar alıyor.

rm. bir nevi, etrafından dolanmak gibi.

hk. hayvanlarda cari olan bir kanundur bu. horoz kendi aç durur, tavukların beslenmesine izler. biz yavrumuza lokmamızı yediririz, açken. bu şefkat bizi lezzetten alıkoyuyor. üstad bu şefkati işliyor. kapitalizmle de bu şekilde mücadele edeceğiz.

mk. kendimize şefkat edeceğiz. kendimize yapamadığımız şeyi, başkasına nasıl yapacağız?

hş. ben yapıyorum, bunlar hepsi cahil diyebiliyor insan. bizim zamaınmızda, başörtülü insanlara bakardık. namaz kılan açık insanlar vardık, onlara karşı tepeden bakıyorlardı başörtülüler. bu açık namaz kılanlara dokunuyordu. sen badireler atlattın. onun da badiresi var. bu şefkat meselesi çok önemli.

tüketici kavramı çok önemli. bu kavramı kullanmasak. ben tüketen oluyorum. bir insan olarak, tavuk yediğim zaman daha güzel canlınrken, bu mantık bunu yok ediyor. tefekküre vesile eder, benim karınam giren bir yemek. bir insan olarak diriliyor. bu kavramlara dikkat edelim. biz çok bilinçsiz kullandık. tüketici dediğin zaman, zaten iktisata gerek yok.
üstad ufak örnekler verir, onları genele yayyar. vücudun sağlığı, ağza giren lokmaya bağlıdır. sen ne kadar dikkat edersen, dilin lezzeti değil de, vücudun sıhhatini düşünürsen, daha dinç ve sağlıklı yaşarsın. biz bunu bu kastı böyle gösteriyorsak, ruhumuz için de bir kasıt göstermemiz lazım. ruhumuzun sıhhati de besmele dedik. yani allah için. bu da ruhun sıhhatinden geçer. reşidin takdir edilecek bir şey, fakat bu zamanda çok zor bir şey. bunu bilinçli olarak, şefkatli olarak, allahın ikramı olarak anlamalıyız.

mk. şefkati biraz açabilir miyim. kendimizle barışık olmak demektir. iktisat tabiri ne demektir? bu bisküviyi ben 10 kilo yersem, vücuduma faydalı olmuyor. kendime şefkat edeceksem, gerektirdiği kadar yemem lazım. aynı zamanda, bir şey yiyeceksem, gerekli olan gıdayı yemem lazım. elmayı yerken, kabuğuyla yersem, insanlarla paylaşabilirim. o zaman dört kişinin daha lezzetini almış olurum. tek elmayı tek dille yemek varken, bir elmayı dört dille yemenin lezzetini alacağım. artı cebimin bereketini alacağım. artı midem de yorulmayacak. iktisada riayet edersek, bunu hem dilimiz, hem dişimiz, hem cebimiz, hem kendimizi sadece dünyanın yemek lezzetleriyle değil, başka lezzetleriyle de uğraşır bulacağız. bunun gerçekten kendimiz için şefkat olduğunu bilmemiz önemli.

ben eskiden beri merak ederdim, ustalar el verecekler derlerdi. bu iş nasıl oluyor diye düşünürdü. en sonunda şunu anladım.
ruhumuzu kalbimizi letaifimizi, sırf maddelerle meşguliyetten kurtularak, duygularımızı gelişterecek manevi alemlerle uğraşan bir zemine gidelim. 100% inanıyoruz ki, iktisat kendimizi sevmek demektir. lezzeti fazla yemek, bir lezzeti fazla yapmış oluyoruz, ama bir lezzetten de fazla... bazen tek çeşit yemek yemenin öyle lezzetini yaşıyorum ki, mahrumiyet hissetmiyorum, bilakis, tek çeşit olduğu için, bu yediğim yemeğin tam lezzetini alma fırsatı verdi rabbim.

hk. kendine şefkati de bir şarta bağlıyor üstad. nefsi mutmain olmuşsa, ona şefkat edebilirsin, diyor.

aş. şefkat babında, şunu vurgulamak isterim. anneler, çocuklarının kötü olmaması için, yesin içsin derler. burada şu vurgu da yapılacak, bu çocuğun dünyasının imar olmasını istiyoruz. üstad da diyor ki, sen bu çocuğun ebedi hayatının huzurlu ve mutlu olmasını istemez misin,biraz da ona gayret etsek. şimdi bu yemeğe alıştırısak, alışkanılk edecek, hayatını zorlaştıracak, bunu ihtiyacı olacak kadar yedirelim de, biraz da öteki tarafa vurgusunu yapalım. bu çocuklar, sıfr bu dünyayala tatmin olmayacak. bunalırn esas tatmini, ahiretin varlığını söylemek ve bura için çalışmak gerektiğini vurgulamakla olur. hakiki şefkat bunlarla olur.

hk. hamiyet ve şefkati birbirine bağladınız. şefkatsiz hamiyet olmaz, kapitalizme karşı.

amç. mahatma gandiyi düşünüyordum. sadece tuz protestosuyla imparatorluğun hindistandan çıkarılmasını sağlamıştı. hani geçenlerde, filistin meselesinde protestonun kaç milyar dolara mal olduğunu konuşmuştuk. biraz şuur göstersek, sadece islam aleminin içindeki şuurlu unsurlar bile, birazcık daha meseleye, kasıtla yaklaşabilse ben inanıyorum ki, bir sene bile geçmeden, çok ağır finansal darbeyle başlayan, ama şimdi tüm sosyal dokuyu sarstığını herkesin kabul ettiği, çöküş o denli hızlı oacak. insanların acaba sorularını... islami ekonomi çok popüler şu an.

mk. doğru söylüyorsunuz, fakat şöyle hissediyorum. biz toplumsal olarak, değişik baskılardan geldiğimiz için, genelde mücadeleden yılmış insanlarız. anamızdan dövüldük, babamızdan, devletimizden, mahkemelerden, polisten azarlandık. öğretmen cetvelle dövdü. cemaatlere geldik, ağbiler kaşlarıyla azarladı. bizler, yeni tabirle söyleyeceğim, biraz cesaretlenmeye ihtiyacımız var. cesaretlenirsek, kendimize gayretimiz daha çok artacağı kanaatindeyim. bedir gibi mücadele deyince, benim gözüm yılıveriyor. bu noktayı nazardan şöyle bir şey var. bir koşucu koşmak için, her gün antrenman yapar. fakat sadece bununla olmaz. bal yemesi lazım, uykusuna dikkat etmesi lazım. bizim de öyle.

sevgili dedemiz der ki, ben tekrar gelsem, yine imana çalışırdım. hayatın en önemli meselesidir derdi. halbuki, ben düşünürdüm, iman karın doyurmaz, neden böyle yapıyor. şimdi anlıyorum. imanı hem tefekkür edeceğiz, hem kendi duygularımıza sindireceğiz. o zaman daha sakin, huzurlu, emin, konuşmaya başlarız. bazı mücadelelerde başarılı olmamız için, iman ve sair konular, ve direncimiz arttıkça, da kolaylıklar oluşacak. bir gün insan, hiç bakmaz, insan tıkır tıkır yazıyor. bizlere de allah kolaylık vereceğine inanıyorum.

aş. biz bir dönem birilerine imrendik. sahabe hayatı gibi, çok sade bir hayat yaşıyordu. ev dinin pratikte yaşanıyor olduğu bir ortamdı. bizim için çok ilgi çekici geldi. bir çok insan teorinin pratiğe yansımasını görmekle, çok etkilendi. fakat ne zaman hayatlara müdahele edilmeye başlandı, sen şöyle yapman lazım, arada problemler doğdu. çok güzel bir cemaat darmadaığın oldu. o kişi de bunun yanlışını anladı, biz de anladık. hikmeti ilahi açısından baktığım zaman, hayatlara müdahele edilmeseydi, herkes kendine bakan yönüyle bir şeyler alsaydı, şimdi çok daha iyi bir konumda olurduk, sosyal hayat açısından. cesaretle mücadele ederdik. taklit edilmeye , müdahele edilmeye başladndığında, yürümedi.

mk. taklit eden de yanlış, ettiren de yanlış.

aş. evet.

yy. hazır olmadan yapmak.

aş. bir şeyi arzu edebiliyoruz. kalbimizde bunu canlı tutmak gerekiyor. hatta çok şeyi yapmaya gerek yok. bir tek şeyi yapmak bile yeter. ahir zamanda bir sünneti bile ihya eden, 100 şehit sevabı kazanır diyor hadis. çok kıymetli,. şu derse gelmek bile bir kasıttır. o noktada her fıtratın bunu canlı tutması gerekiyor. bu kardeşimiz güzel yapıyor, allah razı olsun, ama bizim yapabildiğimiz budur diyerek. birbirimize dayatmadan.

nasıl bu canlı tutulan arzular, umumi bir dua haline gelir ki, kabul edilir. bir örnek vereyim. çölde iki ağaç dik. sürekli sulamak zorundasın. iklim değişmez. fakat büyük bir alanda bunu yaparsan, allah mevsimi değiştiriyor. yağmur yağmaya başlıyor. öyle bir an geliyor ki, iklim değişiyor. suudi arabistanda özellikle arafat taraflarında bunu yaptılar. sünnetullahın kabul etmesi için, çok umumi bir dua olması gerekiyor. o noktada içimizdeki ittiba arzusu, herkesin içinden geldiğince, gayretler, öyle bir an gelir ki, bir anda rahmet yağmur gibi yağmaya başlar. resulullahın hayatı 40 kişiyle başladılar. 150 oldular. ne zaman ki, bedir harbi kazanılıyor, hudeybiye anlaşması yapılıyor, akın akın müslümanlık başladı. öyle bir zemin oldu ki, toplu dualar kabul edildi. 10 sene 40 kişi kaldılar. son 5 senede 125 bin kişi oldu birden. illa böyle hedeflemek de doğru değil, ama kastı devam ettirmek gerekiyor. imanımızı sürekli tazelemek gerekiyor. iman canlı kaldıkça, o arzu pekiştikçe, bir gün o dua filizlenecektir.

mk. türk insanı, imana müheyya, dine sıcak insanlar. onlara dayatmazsak, bu insanlardan tepki meydana geliyor.

aş. bir parti mağdur duruma düştü, birden oylar çıktı. sonra rahatlayınca, oylar yine kaydı.

mk. hakikaten müspet bir atmosferdeyiz. biz dayatır ve insanlara yukarıdan bakarsak, inanın ki, kendimizi çölde görürüz. bu çok önemli bir noktadır. saygı duymayı. saygı duyamıyorsak, sevgimiz yok demektir. yaratılmışlık itibarıyla, bir insanın varlığı sevmeye değerdir. insanların eksikleri olabilir, ama bizlerin de eksikleri var. kendimize nasıl şefkat ediyorsak, onların damarlarına dokunmazsak, onlar da onlardan kurtulmak duasında olabiliyor. böyle bir zeminde çok müspet bir atmosfer var, bu zeminde. bütünleşirsek, birbirimizle paylaşabiliriz. yukarıdan bakınca, yukarıdan altın bile atsan, kafasını kırar.

aş. bu konum biraz farklı geliyro. biz kimseye dayatmak değil, dayatılanlara karşı dayanmaya çalışıyoruz.

amç. izolasyonu enaniyet bahsinde konuşmadık mı. ehli dünyaya benzemey çalışmayın. dinde lakayt olanlar, ruhsatla okşanmaz. biz onlara tekebbürle yaklaşmayız, ama onlara da benzemeye çalışmayız. dinde lakayltlıkları da ruhsatlarla okşamayız. zaten o lakaytlıkları çeşitli ruhsatlarla edinmiş bir adam. azimetlerle, onlar yola getirilir. ben insancıllıkla, hümanizmle onlara yaklaşmaya ihtiyaç duymuyorum. onların çehrelerindeki maskeleri çektiğiniz zaman, bir çakal, hınzır manzaralarıyla karşılaşıyoruz.

mk. güzel söylüyorsunuz, ama ayaklarını yere oturtalım. bizim çizgide tereddüdümüz yok. biz kendimiz ezildiğimiz için, başkalarına karşı rahat olamıyoruz. böyle kibirle bakmakla, kendinden emin rahat bakmak. rahat olmayan adam, tribünlere oynamaya başlıyor. tribünlere değil de, kendimize oynarsak, insanları tahrik etmeyiz. biz onlarla ilgili bir cümle kullanmıyoruz, fakat bu ilişkiler çok farklı. aslında şirketlerdeki yönetim ilişkilerinde de sorunlar buradan kaynaklanır. adam fikir söyleyecektir, fikrini öyle bir söylüyor ki, siz hiçbir şey anlamazsınız diye söylersen, ...

amç. tam üstüne bastın :)

hş. çocuklarımız vardır. benim büyük çocuk, annesi sürekli yemek yedirmeye çalışır, çocuk acıkmıyor. çünkü anne karar veriyor, çocuğun ne zaman yiyeceğine. ötekine hiç karışmadık, hiç sorun yaşamadık. adam zaten ihtiyaç hissedrse, sana sorar. sen söylemezsen, seni takip eder. geçende sürekli görüştüğüm bir arkadaş bana dedi ki, sen bu arkadaşa niye tebliğ etmiyorsun? dedim ki, adam istemiyor ki, o konu geldiği zaman konuşmak istemiyor. ama ne zaman ki, acıkır. o zaman beni bulur.

yy. yaşantını zaten tebliğ ediyorsun.

mk. vakti saati vardır her şeyin.

hş. sen dindar olarak bir şeyi bulmuşsan, biırak arkadaşın dinsiz bile olsa, o tarafhissedecek, ondan sonra...

mk. olmaz abi, (!) benim dediğim zaman, müslüman olacak, anlamazsa var ya, onu alnında çivilerim. ben doğru söylüyorum.

hş. evet, adam da öyle. iki sene sonra aynı şeyleri, reşite söylemeye başlıyor. ama adam incinmiş. bir kere.

aş. ben 20 senedir risale kouyorum. şu dediklerimizi hep söylüyoruz. buna kimse itiraz etmiyor. mesele bence bu da değil. biz kendimize bakacağız. ben hayattan bir sürü ders aldım. bu dersi doğru okumak gerekiyor. amçnin dediği nokta, müsamaha meselesi. aslında biz, kendimize nasıl baktığımız da önemli. benim onlara karşı bir zaafım vars,a bu benim bir problemimidri. dışarı baskı yapmak da benim bir problemimdir, kendi içimdeki tatminsizliğin göstergesidir. bu iktisadı nasıl anlayacağım? bunu çok iyi düşünmemiz gerekiyor. paylaşımlarımız da zaten budur. kimse zaten, bunu bilsek de biz dayatıyoruz. dayatmamamız gerektiğini biliyoruz, yine de dayatıyoruz.

burayı anlamak için, bir kere doğruları tespit etmemiz gerekiyor. hakkın ne kadar uzağındayız. ne kadar yanaşabiliriz. aslında amçnin dediği nokta, önemli. medenilerle yanaşamayız. ama onları da red mi edeceğiz. ben kendimi muhafaza etmeye çalışıyorum. kendime karşı şefkatim varsa, onlara karşı da şefkat ederim. sokaktan geçerken ve evimdeki insanlara karşı, kendim için bir şey istiyorsam, onlar için istememem mümkün değil. kendime ne kadar kabul ettiriyorsam, onlar da o kadar kabul ediyor.

amç. aksiyon çok önemli. yıllarca ben protestan öğretilrele başlayan, risalei nurun, yani biraz daha modernist... ben şunu fark ettim, meşveret cemaatinde. adamlarda aksiyon var. risale okumak mı, lazım demiyor, onu yapıyor. cevşen mi. onu okuyor. enaniyet. saatlerce, insanlara söylüyorum, günlük okuma lazım. sonra kendime bakıyorum. zübeyir ağbi, günlük 10 sayfa okuyan, kendi imanını anca kurtarır diyor.
benim hayatımın genel bir bölümünde, anlattıklarımın 10da birini yapmak gafleti var. şunları yapmak diye konuştuğum şeyler, bir saat içinde yapabileceğim şeyler. ben okul saatlerinde herkesi irşat etmeye çalışırdım. ama bir bakardım, kimseyi cumaya bile başlatamıyoruz. niye? sen adama namazı anlatıyorsun. tam sabah namazını, yalapşak kılıyorsun. lisanı halle olmayan bir şey, ne kendi nefsine, ne gayrına etkisi olmuyor. o yüzden mutlaka aksiyon.

aş. çok konuşana değil, yaşayan örneğe ihtiyacımız var. neden resuller gönderilmiş, bunu anlamak lazım.
biz resul göndermediğimiz bir topluma azap etmeyiz diyor ayette. eğer müminlere bir şefkatimiz varsa, yaşamak lazım. ikincisi de, hem kendimiz için yaşamamız lazım, hem de başkasına yaşanabilir olduğunu hayatla göstermemiz gerekiyor.

mk. biz burada konuşma sohbetleri yapıyoruz. benim hayatımda çok önemli bir şey oldu: bir saat tefekkür bir yıl ibadetten hayırlıdır. ticari hayatımda da tefekkürün çok önemli olduğunu, gördüm. biz bu dersimizde, hissiyatımıza bir şeyleri nasıl indirebileceğimizin çalışmalarını konuştuk. bunlar yapılmadığı zaman, çok zorlanıyoruz.

10 Nisan 2009 Cuma

19. Lema - Iktisat Risalesi

(ilk 15 dk. eksik)

aş.

ele bakıyorum, odunu da hissediyorum, insanı da hissediyorum. fark ediyorum. adeta göz gibi. dokunmakla, tenime milyonlarca hissiyat vermiş. mucize değil de ne? ama ben sıradanmış gibi görüp o nimeti kıymetten düşürüyorum. zaten hep yapabilirmişim gibi. ülfet ve ünsiyetle sıradanlaştırıyoruz, onu hafifleştiriyoruz. asıl israf, nimetin nimetilğini allahın keremini fark etmemek, şükretmemek manasındadır. nimet şükür ister. insan fıtratı bir nimet gördüğünde şükreder. şükretmemek israftır. şükretmemek, nimetin nimet olduğunu fark etmemekle oluyor. en önemli israf, nimeteleri önemsizmiş gibi görmek.

oğ. israf, bir şeyi yaratılış amacına uygun kullanmamak anlamına geliyor. bu ise, onun yaratıcıyla ilişkisini kesmek ve ben istediğim gibi kullanırım diyorsun.

aş. bu biraz daha ileri bir şey. sen öğretmensin. her yaptığın eylemde çocuğu eğitmek maksadıyla hareket ediyorsun. çocuğun oradaki mesajı fark etmesi, öğretmenin mesajını almasını sağlar. fark etmemesi ise, öğretmenin maksadını görmemektir. israf ise, yaratıcının maksadını görmemektir.

hepimizin sevdiği şeyleri, bir arkadaşımız hazırlayıp sofra olarak sunmuş. sen bunların hiçbirini görmezsen, bu israf olur. iktisat ise, bu gönderdiği her şeyi bilip onun karşılığında teşekkür etmektir. senin bana olan şefkatini, muhabbetini hissettim. bir insanı özellikle eşine karşı rahatsız eden en büyük hata, yapılan iyiliği görmemesidir. bir çiçek uzatmışsın, adam fark etmiyor onu. odun der sana. yapılan sevgi ifadesini fark etmemektir problem. bunları ortaya koymak, bir amacı kastediyor.

önce kastı görmemiz gerekiyor. cenabı hak, kendi sevgisini görmek ister, karşılığında sevilmek ister. kendisini tanıttırır, tanımak bekler.

sana bir şeyi vermiş, bir maksat için. sen onu kullanasın ve teşekkür edesin diye.

"İktisad ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. "

arkadaşına bir hediye verdin, eğer teşekkür ederse, tekrar vermek istersin. etmezse, vermek istemezsin. o yüzden ticaretli bir ihtiramdır

sen fark ettikçe, daha çok veriyor.

mk. bu kardeşim ne demek istiyor diye düşünürken, aklıma şöyle bir şey geldi. biz insan olarak, bunlar bize ikram edildi. bu ikram edilen nimetleri, biz iki şekilde görebiliriz. ülkerden fazlalık seri sonu atılacak şeyleri getirmişler. bunu yemek var. bir de gerçekten bizim için özel üretilmiş, damak zevkmiize, dişimize, midemize ve bize değer verilerek üretilmiş, taptaze, ve bizi seven, bizi bir hafta içinde özleyen arkadaşlarımızın o duygular içerisinde, muhabbet içerisinde ikram etmek için, bunları ağır ağır taşıyıp... biz hangi nimeti yeemek isteriz? değerli gördüğümüzü mü yemek isteriz, yoksa sıradan bir nimeti mi yemek isteriz? bu çok önemli zannediyorum.

aş. çok güzel bir nokta. aslında hepsi öyle nimetin. ama biz nasıl almak istiyoruz? sıradan görebiliriz. o zaman yük olarak üzerimize kalır. ama çok kıymetil, bütün kainatla birlikte, içinde hazırlanmış, bütün rahmet ve şefkatle birlikte hediye olarak görürsek, o nimetin kıymeti daha bir artar. bir hediye alınca, ay çok teşekkür ederim, diyorsun. hediye ne kadar kıymetliyse, iltifat o kadar çok oluyor. ama aslında bütün nimetelre çok kıymetli. her bir nimet, bütün kainatın bütün işleviyle birlikte sunulması olarak mı görüyoruz, yoksa sıradan mı? eğer öyle görürsek, onunla olan ilişkin sıcak oluyor, muhabbetli oluyor ve sürekli lezzet akıyor.

"hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir"

hastalığın dahi ne kadar güzel bir nimet olduğunu anlayabiliyorsun. şöyle bir yatağa yatınca, hayatını gözden geçiriyorsun, duruyorsun, huzur içinde tefekkür ediyorsun. o bir lezzet veriyor sana.

oğ. lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir diyor. her şeyi en mükemmel nimet olarak görmesini sağlar.

zk. 3. sözde bir örnek veriyor. 5 kuruşluk bir demir parçası, antika çarşısında bir milyon kıymet bulabilir, ama demirciler çarşısında 5 kuruşluk kıymeti ardır. sanatıyla bakman lazım.

mk. bu noktayı da genişletmemiz lazım. ben neden konuşmuyordum daha önce. bir şeyin değerini artıran çok değişik şeyler var. biz bunları fark etmiyoruz. mesela söylediklerimizin kaydedilmesi dahi böyle.

derviş alinin öğrettiği şeylerden biri şuydu: israf ne demek derdi. israfı gençler ne algılıyor bilmiyorum ama ben sıradan şeyler söyleyeceğim, ilmi şeyler söyleyemem. israf ne demek? ne aklımıza geliyor.

rz. allah katından o nimet çıkıp geliyor, bize geliyor. ve kayıt altına giriyor. ve hakkını vermezsek, envanterde çöpe atmış gibi muamele görüyor. şükredersek de sanki layığını bulmuş gibi oluyor.

mk. yani bir şeyi israf demek, değersiz görürsek, bir şeyi, atarız tutarız, elimizden çıkmasını isteriz, ondan uzaklaşmak isteriz.

aş. hastalık gibi.

mk. belki iktisadı anlamak için, zıttından gitmek lazım. israf demek, türkçe karşılığı nedir? lüzumsuz, maksatsız, yerli yerine koymamak sarf etmek.

bizim eski adetler var. tabakta yemek kalıyor. adam diyor ki, israf olmasın ye. adam doymuş ha çöpe dökmüşsün, ha mideye. fayda vermeyecek bir şeyin, mideye girmesinin faydası var mı.

ab. imam gazali ona cevaz vermiş. ertesi gün gerekirse oruç tut demiş.

mk. mutlaka olacak bu güzel bir şey. kardeşim gençtir boğaziçilidir kırmak istemiyorum, ama yani insan var ya, yemekten bile tiksinir. yemeğin kıymetini kaldırıyor ya... yalnız sünnetlemek ayrı bir şey. yiyeceğin kadarını alıyorsun, dibini alıyorsun. bu ayrı bir şey.

iştahsız değersiz gördüğün, kerhen yaptığın davranış, insanın yemekten bile tiksindirebilir. bir şeyi hızmlı yapmak, yani israf etmeden yapmak çok önemli. bir şeyi değerli görüyorsanız yapacaksınız.

evleneceğiniz kızı değerli görmüyorsanız evlenmemeniz lazım. her şeyi değerli görürsek bize verilen, o zaman hayatımızdaki eşimizi de değerli görüyoruz.

buradaki atmosferi de eğer değerli görürsek, bunu israf etmeyiz. iktisadı, sadece basit manada göremmeiz gerektiğini, hayatımızın tümünü, hatta duygularımıza kadar intikal ettiğini paylaşmak istiyorum.

"iktisad hem bir şükr-ü manevî, "

aş. şükür nimetin fark edilmesidir. iktisat da o zaman, kasıt kelimesinden geldiği için, nimeti verenin kastını fark etmektir. nimeti veren, onu binlerce kasıtla yaratır. hastalık da, gül de çiçek de olabilir... oradaki yaratıcının kastını görebilmektir. bir çiçeğe baktınız, a ne kadar güzel. ama çiçek aynı zamanda oradaki taç yaprağıyla da güzel. bu da farklı bir fark etmektir. oradaki kastıda görüyorsun. sonra dikenleri de ayrı bir güzellik. yeşil yaprağının ayrı bir letafet kattığını da fark etmek, ayrı ayrı bütün kasıtları fark ederek, nimeti fark etmek, teşekkür manasına geliyor, bunu yapmış oluyorsun, ayrıca rabbin kastını gördüğün için, memnuniyetle cevap vermek manasında, iktisat şükürdür. bu vesileyle, her şey bir şükür vesilesi olacak. allah kainatta israf etmez. bu çok önemlidir. hiçbir yerde israf yok. dolayısıyla bana gelen her şey de allahtan geldiği için, israflı, alelalde bir şey değildir. öylesine değildir. kasıtla bilinçle, halıkı rahim tarafından, çok merhametli, çok inayetli, beni benden çok seven, allah tarafından geldiğini bildiğin zaman,o zaman musibetin içinde dahi rahmeti arayacaksın. musibet de tatlı bir şerbet gibi geleece. acı ilaç şifa verir. her şeyi allah yaratıyor ve her şeyi güzel yaratıyor. çünkü bütün isimleri hüsnadır.

esmaları hüsna olan, fiilleri de hüsnadır. eserleri de sıfatı şuunatı da hüsnadır. ben kainata muhatap olurken, o hüsnaları bulmak maksadıyla bakacağım. seçtiğim iş, eş neyse. bana kasıtlı olarak rahmetli bir rab tarfından gönderilmiştir. seçtikten sonra. o zaman bundaki inayeti görmeliyim ki, o rabbi, israfla itham etmeyeyim adeta. bu niye binem başıma geldi dediğin zaman, sanki allah israf etti demiş oluyorsun..

ys. araya insanın karışması da, kötü bir şey gelse de o kötü bir şey olmamış olur değil mi? insanlar fesat olabilir.

aş. o insanın elini çıkar, rahmetin elini gör. insanın elinin karışmış olması, senin fiilinin ona karşı mukabelenin ne olacağını gösterir. yemeğin içine pislik karışmış, onu çıkarır yemeye devam edersin. orada sana bir görev veriyor.

şöyle baktığımızda, allah her şeyi hikmetli yaratmış. meslea pisliği pis kokuyla tiksinilecek şekilde yaratmış. güzelliği de cazip yaratmış. istesen de kendini tutamıyorsun. çirkin bir şeyden ise kaçıyorsun. allah sana burada bir görev veriyor. fenalığı bana sevdirmeyen allaha hamdederim. bana böyle udygular verip de güzeli çirkinden ayırdığı için. pis olduğu için değil, ondaki güzelliği görelim diye yapar. olamamız gereken hali göstermek için, bize zalimleri gösterir. bana bunları gösteren allaha şükrederim dersin. beni sevmediğim bir halde bulundurmuyor.

"hem nimetlerdeki rahmet-i İlahiyeye karşı bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, "

ne kadar fark ederseniz, o kadar fark etme kapasiteniz artar, çocuk öğretmenin kastını gördükçe, zihni gelişiyor. o yüzden bir gününüz bir gününüze eşit olmasın. sürekli size verilen duyguları kullanın diyor.

risalenin kendisi de dikkat istiyor. kendisi kıymetli olan gelin, mehiri de kıymetli olur. onların mehiri de manalar için, dikkattir. ne kadar çok idkkat edersen, o kadar çokk mana kalbine gelecek. vücut da öyledir. duygular da öyledir. ne kadar çok uğraşırsan o kadar çok gelişir. en ince nimetleri bile fark ediyor, mesela hassas sanatçılar.

kendi duygularına verilen cenneti, istidatlarını genişlettiği ölçüde nemalanır diyor.

çoban dağda sadece soğan biliyor. en güzel sofraya oturtsan, soğanın cücüğünü arayacak. öbürü ise, bütün nimetleri tadacak. ikisi de sevdiğini alacak. ama farklı farklı. lezzet tam.

oğ. insanın yaratılış gayelerinden biri şükretmek. o zaman iktisatla, her şeyin kasıtlı olması, o zaman insanın her bir şeye boş boş bakma hakkı yok. onu görmek zorunda.

aş. onun için dua etmek gerekiyor, çalışmak gerekiyor, doğru.

burada sadece manevi bir şey edğil, iktisat, ilginçtir.

"hem bedene perhiz "

yemeği israf etmediğinde vücudun da düzgün çalışıyor. aynı şekilde musibetle karşılaştığında ondaki kastı görmeye çalıştıkça, o musibet dahi şükre vesile oluyor, sıkıntıya girmiyorsun, dolayısıyla maddi olarak da bir berekete mazhar oluyorsun. israf etmemek hem dünyanı hem ahiretini nurlandırıyor.

"gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine "

üstad, çok çiçek örnekleri verir. bir gün yarım saat ballı bağa çiçeğini seyrettim. o kadar farklı şeyler geldi ki, şaşırdım kaldım. zamanım olsaydı, seyretmeye devam edecektim. akşam bir rüya gördüm. öyle şeyler gördüm ki, dünyada tarif edemeyeceğim şekilde, çiçekler gördüm. böyle basit gibi geliyor, ama üzerinde kasıtla, dikkatle, rarbbim burada ne vermiş, ne söylemek istiyor diye baktığınız zaman, o şey hayatınıza bereket olarak yansıyor.

önceden, yollarda çok güzel çiçekler oluyor. bazıları, çiçekler israf diyor. hayır. insanların en büyük problemi, stres. bunların çözümü, belki çiçekleri seyretmektedir. parka gidin, biraz çiçekleri seyredin, nasıl içinizdeki sıkıntılar uçup gidiyor. melek var orada. benim kalbimin de ihtiyacı var. israf değil. çiçekleri görmek gerekiyor. her şeyi para olarak görüyorsam, onnları israf olarak görebiliyorum.

"gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir."

zahiren lezzetsiz görünne nimetin içinde lezzet var. onu tatmanın yolu da, kerim olan rabden geldiğini bilerek, niye bunun kerem olduğunu düşünmekle mümkündür.
insan günahı sevmiyor, ama günahtan dolayı, istiğfar etmek, onda allaha sığınabilmek bile bir nimettir. günah işleyelim diye söylemiyorum. ama neticede, o gaffar olan allaha el açıyorsun ya, ona samimiyetle kusurunu ifade ettiğin an. insanın allaha en yakın hissettiğii anlaradn biridir, istiğfar etmek. musibette dahi nimetiyet veçhesini bilmek, biz zaten insan olduğumuz için, hasbel kader günaha giriyoruz. onu bile fark etmek onun veriliş hikmetini fark etmek bile lezzete götürebiliyor. o noktada hayatın her bir anını bereketli kılabiliyoruz.

rm. çiçeklerden örnek vermişken, gülün karafnilin şükrünü kolay eda edebiliyoruz. ama ısırgan otu, kolay anlayamıyorsun. insanı acıtır. ama onun da çok şifalı bitki olduğunu söylerler.

aş. resulullaha leş gösteriyorlar, dişleri ne kadar güzel diyor. önemli olan, güzeli görmek için kastemektir. güzel gören güzel düşünür. güzel düşünen, güzel hayal görür. güzel hayal görense, hayatından lezzet alır.

gelen nimeti, israf olarak mı görüyorum, benim için özel yaratılmış bir hediye olarak mı görüyorum?

"İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahim neticeleri vardır."

oğ. günümüz insanı huzurlu değil. geçmişe göre ise çok daha zengin. nimet olarak çok daha fazlasına sahip. daha çok maddi varlığa sahip olanlar, huzur noktasında daha eksikler. psikologlara gidenler, hali vakti yerinde olan insanlar oluyor. bu iktisatla ilişkili geliyor. bizler bu lezzeti tadamıyorsak, iktisatsızlıktan kaynaklanan bir şey var. hayatımızdan lezzet almamızı da engelliyor.

aş. ne kadar çok şeye sahip olursan, heğer farkında değilsen nimetliğin, daha da fazla huzursuz oluyorsun. kaybetmenin elemini çoğaltıyor.

birçok nimete mazhar. elli yıl önceki insanlara baktığımızda, büyük zahiri gelişmeler var. ama o zamanın insanlarının azabı daha az oluyordu.

oğ. iktisadi düşünmediğimiz için şükretmiyoruz.

rm. aynı zamanda, nimet çoğaldıkça, eksiğiniz de artıyor. sizin küçük bir evde otururken, komşunuzun çok daha zengin şartlarını görüp, sıkıntısını yaşayabilirsiniz.

mk. insanların mutluluğu da bize mutluluk verebilir.

aş. tabi o da var. cehennemi öyle tarif ediyor. kafir için dahi cehennem nimettir. çünkü kendisi cehenneme gitse bile, hemcinsinin cennette olduğunu bilmesi bile onlara huzur verir. o bile cehennemin azabını hafifletir. sen gittin azap çekiyorsun, ama çocuğunun azap çekmesini ister misin? ademe nispeten, cehennem bile nimettir.

rm. adam anadoluda köyde yaşıyor. oğlu istanbulda üniversitede okuyor. adam tasarruf ediyor, ama bundan çok mutlu, kendisi eksik yaşadığı halde.

aş. sıkıntılar içinde olsa bile, onun mutluuğu ona yetiyor.

mn. hz. ebubekirin duası onun için. kıyamet gününde bedenimi o kadar büyüt ki, bütün cehennemi kaplasın, müslümanları kurtar.

aş. üstad da diyor ya, cesedim yansa bile, ruhum huzur bulur.

aş. düşün ki, ben bugün bir yalı gördüm bunu arzuladım. yarın villayı gördüm onu arzuladım. bütün her şeyi, onu ele geçirerek sahip olma duygusu bir müddet sonra işkence haline gelir. demek bunları göremmiz, sadece tepinmemiz için değil, onları görerek de nimet almak olmalı. diğer insanların nimet almasından insana nimet oludğunu düşünebiliriz.

aş. aslında insan zaten hiçbir şeye sahip değil. onları görmek de buna yeter.

adamın yazlığı var. ömründe birkaç kere gitmiş. ama orada tuttuğu adam sürekli orada kalıyor. sahiplendin, ama sen orada yaşamadıktan sonra ne fark eder.

küçük prens de öyle diyor. ben çiçekle irtibat kurmadıktan sonra, onun benim olmasının ne anlamı var. önemli olan onunla kurduğun ilişkidir.

sen birinin orada mutlu oludğunu görüyorsun, mutlu oluyorsun, yoksa bitmez ki bu hırs.

mk. şükrü, belki biraz daha değişik duygularla bakmak lazım. şükür duygusu çok farklı enteresan bir duygu demek ki. ihtiraslara kapılmamak. tuli emellere kapılmamak. hırstan, hasetten uzak olmak. o zaman şükür içinde olabiliriz.

bütün filmelr bu duygular üzerinden yapılır.
insan maddesi kadar duyguları çok geniş olan bir şeydir.

mn. peki şükür derken, burada şükür nedir? nasıl şükredilir? herkes şükür diyor. konumuz, şükür denildiği zaman ne anlamamız gerekir? ham etmek midir, teşekkür etmek midir?

mk. başta konuşmuştuk, ama gençlerin diliyel söyleyeceğim. bizim köyde, sevgili kızlar, sevgililerine tabi görüşme olmazdı böyle, mektup yazarlar. oyaladıkları mendillere koyarlar. o da yetmez, her çiçekten ufak bir dal yaparlar. yanyana koyarlar. kokulu yapraklar alır. ufacık bir bağ yapar. o da yetmez. üstüne bir de misk sürer. sonra onu, sevgilisine gönderir. artık sevgilisi, bu mektup ve çiçek ne zaman gelecek diye, günlerce, hayalleri uykuları bütün beklentisiyle bunu bekler. aslında mektubu almaktan daha çok, o mektubu hayale dip beklemek daha tatlıdır. şükür deyince, bütün bulunduğumuz nimetleri, bize böyle sunulan, çok değerli görmek. zaten israf , değersiz görmekten kaynaklandığını konuşmuştuk. değerli görme alışkanlığı, şükür.

mn. peki hamd etmekle, şükü arasındaki fark ne o zaman?

mk. daha oraya gelmedik. geçen haftalarda bahsettim, bizim derviş ali, beni çok etkilerdi. ve çok da büyülerdi. en etkileyici yönlerden bir tanesi, zaman zaman da özlüyorum, halaa acaba öyle mi diyorum, ben onu şöyle hatırlıyorum: kainatı, farklı bir gözle, ve kainatın çok değerli olduğu, ve insanın bu manada, bu değerli mektuba, kainatı bir mektup olarak görmek, çok hissettirirdi. ve ben çok etkilenirdim. derdim ki, evet hamdı, şükür çok duyduk ama kainatı böyle canlı olarakhissetmeyi derviş alide görmüştüm. ve onlardan çok etkilenirdim. ve keşke o anlar, acaba, .. şimdi onu bulamayacağımıza göre, kendimiz onu hissetmemiz lazım. dünyanın en önemli meselesinin bu olduğuna inanıyorum.

aş. evet kuranın mesajının da bu olduğunu, kuranın da sıradan gözüken şeyleri ortaya çıkardığını mucizevi şekilde. çünkü kuran, sıradanlık perdesi altındaki ültfeti kaldırıyor. her bir şeyin arkasındaki mucizevi, kasıtlı, rhametli, olan veçheyi görebilmektir şükür ve memnuniyetini göstermektir. bu lisanla da olabilir veya gülümsemekle de olur, veya vücudunun sıhhatli olmasıyla olur. hayvanların inştahla yemek yemesi, onların fıtri şükürleridir. insanın da öyle. bu lisanı hal ile şükürdür. sıradan bir şeyin bile, bir mucizeyi kudret olduğunu fark etmek, ve rabbin keremini orada görebilmek.

mn. şükür iktisat konusuyla alakalı. çünkü tasarruflu davranmanın aslı gayesi, normal şartlar altında kainat kitabında görülenlerin, daha fazlasını talep edip görmek anlamak olarak düşünüyorum. konuyla tam içinde olduğunu düşünüyourm. o maksadın arkasında hamd kelimesi var aslında. maksatları çok iyi anlayabilmek. sınırlamayan, en alt perdede edğil de en üstü perdede görülebilmesini sağlayabilmek için, şükürü hamd ile birleştirmek gerekiyor. şükür gösterilenlere razı olmaktır. hamd ise, daha fazlasını, allahın kainat kitabından gönderdiklerinin tamamını kastetmektir diye düşünüyorum.

hş. aynı olduğunu düşünoyrum, hamd ile şükrün.
tersten düşünürsek. bir hikaye okumuştum yabancı bir yazardan. bir sevgili aşığına kırmızı çiçek hediye etmek ister. fakat kırmızısını bulamaz. geceleyin dua eder. bir kuş gelir. çiçeğin dikeninde canını verir, kanıyla çiçeği boyar. daha sonra bu sevgili aşığına götürür, fakat o burun kıvırır ve çiçeği atar. bir canlının hayatına mal olmuş bir şeyi, bir anda hakir görüp atmak. işte israf bu. sen yemek yiyorsun, ay bu nasıl olmuş. bu et için, bir hayvan canını verdi yani. gelen nimet, arkasına baktığında, bütün kainat sanki onun oraya gelmesi için çalışıyor.

zk. bir hikaye vardı ya, iki veli arasındaki muhabbetten, birisi diyor ne yaparsınız nimet gelince. gelince şükrederiz, gelmeyince sabrederiz. horasanın köpekleri de öyle yapar diyor öbürü. biz olunca dağıtırız, olmayınca hamdederiz diyor.

aş. adamlar dünyadan bir resim çekiyorlar, resme para veriyoruz sinema diye. şu ortamda halbuki, güler yüzlü insanlar görüyoruz. bu ortamı nerede bulabilirsin?

amcam amerikaya gitmiş. bir gün komuşyla oturmuş konuşuyorlar. bu da hikaye anlatmış. adamın çok hoşuna gitmiş, sohbetten sonra 150 dolar vermiş. bu ne demiş. vallah ben bir sürü para veriyormum psikiyatriste, sen beni daha çok rahatlattın. her an bir veriliş üzerineyiz. insanın hırsı sahiplenmek istiyor. sahiplenmek diye bir şey yok. sahiplenmek ,fark etmektir. onun allaha ait olduğunu bilmektir. sen kendi adına sahiplenemezsin. sahiplendiğin anda kaybediyorsun. benim dediğin ne var ki. hepsi gidecek. sürekli gidiyor zaten. bütün sevdiklerinle bir arada mısın? yok. bilsen ki, allahın rahmetinde her şey vra, o zaman gördüğün her şeye kerem nazarıyla bakarsın. benim rabbimin hazinesinde bunlar da varmış dersin, başkasında güzel şeyler de görsen.

oğ. içimizde israf konusunda şöyle bir kalıp yargı var: çok fazla gereğinden fazla bir şey sarfedildiğinde, benim değil mi, istediğim gibi harcarım. bunun altında ne var?

aş. aslında nimetin verilmiş olduğunu fark etmektir, iktisat. eğer sen bunun verilmiş olduğunu fark etmezsen, o zaman istediğin gibi kullanmayı düşünebilirsin. sen sanıoyrsun ki, o göz senin. veya çileğe 5 lira verdin diye, sana ait sanıyorsun. benim istediğim gibi kullanıırım nasıl diyebilirsin. bu göz nereden geldi. ne yaptın bunu almak için. aklın çok iyi çalışıyor. ne yaptın onun için. insanın en büyük naknörlüğü o zaten.

zk. nimetin değeri de düşüyor o zaman. aciz bir insanın ürünle, sonsuz kudretin yapabileceği ürün aynı mı?

aş. eskici dükkanına antikayı getirmek gibi.

rm. kerameti kendinden bilirseniz, şükredemiyorsunuz. konuşmak bir nimettir, ama çok konuşursan o da bir israftır. süreniz iki dakikadır. gereğinden çok konuşursan israf olur.

aş. allah bizi zikretme, şükretme ve güzel ibadet etme nimetiyle nimetlendir.

ok. nimet, nimetin bir maliyet muhasebesi noktasından bakış açısı açmak istiyorum. bize verilen hadsiz nimetlerin. geçen bir solcunun bir yazısını kestim. amerikada milyonlarca dolarlık bir fiyaskodan bahsediyor. dev bir fanusta tamamen yapay bir ekosistem oluşturarak bir proje yapıyorlar. 200 milyon dolarlık. bir seneni sonunda bir deri bir kemik olarak çıkıyorlar. o da dışarıdan oksijen pompalanmasıyla hayatta kalabiliyorlar. halbuki her gün 6 milyar insan, bu kadar nimeti yaşıyorlar.

aş. adam o deneyi yaptı ki, alllah o nimeti gösteriyor.

ok. 8 kişi oksijenlerini bile doğru dürüst üretemediler.

3 Nisan 2009 Cuma

29. Mektup 6. Kısım 5. Desise

" Beşinci Desise-i Şeytaniye: Ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir ve en zaîf damarı da odur. Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler. Ey kardeşlerim!
Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki: Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terketmekle hakka hizmet edebilir. Ene'nin istimalinde haklı dahi olsa; mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber etrafına toplandığımız hizmet-i Kur'aniye, ene'yi kabul etmiyor. "Nahnü" istiyor. "Ben demeyiniz, biz deyiniz" diyor. Elbette kanaatınız gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki, enesiz bir hâdim-i Kur'anî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine tarafdar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, kat'î deliller ile sizlere isbat etmiştir ki: Meydan-ı istifadeye vaz'edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur'an-ı Hakîm'in tereşşuhatıdır. Hiç kimse, enesiyle onlara temellük edemez! Haydi farz-ı muhal olarak ben enemle o eserlere sahib çıkıyorum, benim bir kardeşimin dediği gibi: Madem bu Kur'anî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğna etmemelidirler. Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i ülemanın âsârları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünki hazine kapalıdır; fakat bir anahtar, çok hazineleri açabilir. Zannederim ki, o enaniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zâtlar da anladılar ki: Neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur'aniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılınçtır. O ehl-i fazl u kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki; bana değil, Kur'an-ı Hakîm'e talebe ve şakird oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi farz-ı muhal olarak ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ülema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, tarafdar olsunlar. Ülema-üs sû' hakkında bir tehdid-i azîm var. Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli. Haydi farzetseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba dünyevî ve millî bir maksad için, çok zâtlar enaniyeti terkedip, firavun-meşreb bir adamın kemal-i sadakatla etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde; acaba bu kardeşiniz, hakikat-ı Kur'aniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi, terk-i enaniyetle hakaik-i Kur'aniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de, ona "Lebbeyk" dememesinde haksız değil midirler?
Kardeşlerim, enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillah için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasılki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü, kulağına hased etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de: Bu heyetimizin şahs-ı manevîsinde herbiriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.
Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler'in kıymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:
"Bu dürûs-u Kur'aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler'in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur'anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a'mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!.."

aş genel olarak ihlas risalseindeki genel düsturları da ihtiva eden bir parça burası. 29. mektup biraz hususi, genelde risale talaeblerini muhatap alıyor.

enaniyet sana takılan bir özelliği sahiplenmek demektir. onunla bir imtiyaz sahibi olduğunu düşünmendir. iki veçhesi var, sana verilen ilim, güzellik veya başka bir özelliği sahiplenmektir. fakat ikinci bir şekli de, ben layık olduğum için bana bu verildi, diyebilir. burada biraz kendisin iimtiyazlı görebilir. niye başkasına verilmedi de, bana verildi, çünük ben gayret ettim, diğerlerinden daha üstünüm. kendisine verilen nimeti menfi tarzda istimal etmektir.

nasıl milliyet problem değil, fakat onu insanlar arasında menfi tarzda istimal ettiğinde problem oluyor. ene de insanlığın bir gereği, fakat o enaniyet yanlış surette istimal edildiği zaman, ben daha önemliyim tarzında başkalarına karşı mesafe koyma tarzına girersen, orada problem var. bu her özellik için olabilir. her şeyin menfi istimali mümkündür... hatta takvanın dahi menfi istimali mümkündür.

hatta ben çok namaz kılıyorum diye başkalarına tepeden bakmak mümkün. imam azamın talebeleri, gece kalkıyorlar namaza. talebe diyor ki, " şu gafillere bak yatıyorlar. " imamı azam da diyor ki, "keşke sen de onlar gibi yatsaydın da gıybet yapmasaydın." başkalarını küçük gördüğün anda enaniyete giriyor.

burada daha hususi, nur talebelerine bakan bir anlayış var, ama genel bir prensip çıkarabiliriz. enaniyetin bu asırda bir mümin için kullanılması nasıl olmalıdır sorusuna dair güzel prensipler çıkarabiliriz.

"Ehl-i dalaletin tarafgirleri"

aş. burada problem tarafgirlik. insanlar ehli dalalet olabilir, ama bizim düşmanımız olmayabilir. ne zamanki hakka karşı muaraza eder, kendi inancının tarafgirane savunmaya çalışır, o zaman probblem oluşur. topluma baktığımızda, bir takım insanlar iyi insanlar, bunlar düşman mıdır? değil. ne zaman ki, hakkı ortadan kaldırmak için bir muaraza varsa, o zaman düşman olur. mücadele derken, fiziksel anlamda demiyorum, fikri olarak, hak ve özgürlük noktasında.

bazı insanlar, ben ilgilenmiyorum der. agnostik kalmış. bir diğeri ideoloji olarak, onu ispatlamaya çalışıyor. ona fikirle muaraza etmek istiyor. fikirle gelene fikirle cevap vermek gerekir.

", enaniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. "

karşı taraf ne yapıyor? ", enaniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar." müslümanlar arasına girip, içeriye fitne vermek istiyor. bunu ancak tarfgir olan yapar. burada muarız olanları kastediyor.

en zayıf damarımız olan enaniyeti kullanıyorlar. insanların en zayıf tarafı, enaniyet. "ne güzel konuştun. çok güzel ifade ettin"

amç. enaniyet asrı diyor ya, üstad. oradan baksak.

aş. ona geleceğiz. biraz girizgah olsun diye başladık.

"Hakikaten insanda en tehlikeli damar, "

ne yönden en tehlikeli damar?

amç. üstad iki büyük tağutla mücadele ettim. bir tanesi tabiat, diğeri enaniyet. insandaki enaniyet bunun mikro alemde insanın iç dünyasında, kendi varlığını allahtan müstakil kılmak, kendi bağını koparmak ve allahlık vasıflarını kendi nefsine yüklemek.

aş. zaten böyle olması, iki tağut birbiriyle çok alakalı. ben nefsimi kendime malik görürsem, tabiatı da malik görebilirim kendisine.

amç. burada tamamlayıcı bir unsur olması yönünden, reşit ağbi bakış açısından bahsetti, takva bile bazen olumsuz yorulabilir. bu manada üstadın en çok kafa yorduğum şeylerden bir tanesi olan: niyet, nazar, mana-yı ismi, mana-yı harfi. manayı ismi ve harfi meselesi, allaha mı, esbaba mı ait meselesi. bakarken, allahtan mı, yoksa esbabtan mı yorumlayışı. iman ve küfür, dediğimiz zaman, bu basit net çizgide şekilleniyor. sen varlık ilişkisini allahtan koparıp müstakil mi kuruyorsun, yoksa her bakışıyla allaha bağıntıllayabiliyor musun?

ben güçlüyüm mü diyorsun, allah bana güç ihsan etti mi diyorsun. fakat sadece söylem bazında kalmaması için, niyet meselesini koyuyor ki, senin niyetini unutma ki, sözler değil, kalbin anlatıyor. sözlerin kulaktan kalbe işlemesi için ihlas lazım. sen çok beliğane şeyler söyleyebilirsin, ama kalbine girmeyebilir.

okull yıllarında insanlara çok anlatırdım iman ilmini. fakat bir türlü insanları etkilemezdi. demek enaniyete haiz laflarmış ki, adamların kulağına bile ulaşmamış.

medeniyetin koparttığı şey bu. insanı allahtan uzaklaştırmak.

ehli dünya, gaflet ve dünyaperestlik yoluyla, enaniyeti şişirip, gaflet vadilerinde koşuyor. her şey, bize hayat ne güzel, eğlencene bak, bir daha mı geleceğin dünyaya, bas bas paraları leylaya diyor. bir başka cihetiyle, gafleti öneriyor. çek marihuanayı, eğlencene bak. veya maleyaniyat vadilerine çekiyor: bak şu milli maça. 2 saat onu izlemişsin, 4 saat de onu tartışıyorlar.

4 dakika hikmet meselesi konuşalım desen, ya başım ağrıyor diyor. gaflet allahtan gaflet olsun diye bunları yapıyor. adam baksa, bahara, ya cenabı allah kupkuru dallardan şu çiçekleri haşrediyor. yeniden bir dizayn oluşuyor, kıştan bahara geçişte. hiç sıkıntı olmaksızın, her şeyin hayatlandığını allahın kudretiyle hatırlasa, o zaman namaza gidelim diyecek.

aş. niyet ve nazar, mahiyeti eşyayı taharri eder. haramı helale ...

bakıyor ki, adamda bir kemalat var, o kemalatı sahiplenmek suretiyle, onu yoldan çıkarmaya çalışıyor. dieğr taraftan adamın günahı var, allah kötülükleri iyiliklere seyyie eder manasındaki ayetin imasıyla, istiğfar günahı haseneye tebdile etmiş oluyor. günahtan tam tevbe eden, hiç işlememiş gibidir neticesinde, sevap bile kazanmış olabiliyor. bu sevabı yok etmek için, niyet ve nazar, yeise atarak, o istiğfarı da kapatmak için, gafletle örtüyor. yeisle, sen adam olmazsın diyor şeytan. sanki kurtulacak olan, kendisiymişçesine onu yeise atar, yine kendisine mal ederek, enaniyeti menfi manada istimal ederek, onu hayırlı bir iş yapmaktan alıkoyuyor.

"enaniyettir ve en zaîf damarı da odur. "

en zayıf damar odur. bir küçük iltifat hemen kendimizi bırakıyoruz.

"Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler. "

uyanık olun, aldanabilirsiniz. insanı biraz daha, koruyor gibi. kötülük yaptım diye kötüyüm zannetme. enaniyete uydun, aldandın. aldanabilirsin, çünkü sende zayıf bir damar var. bazen zayıf damara mağlup düşebiliyoruz.

"Ey kardeşlerim!
Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki: Şu asırda "

özellikle ortaçağdan protestan ahlakına geçişte, kişileri ferdileştirmeye çalıştılar. bireysellik ön plana çıktı. kişisel gelişimlerle enaniyet pompalandı.

yy. onlar da çöküyor.

amç. son debelenmeleri bu. bize farklı gaflet perdesiyle, çöküşün ardındaki hikmeti göstermemeye çalışıyorlar. tarihin en ciddi kaosunun izalesi için bile, gaflet istimal edilmeye çalışılıyor.

yy. sivil toplum diyorlar ya. cemiyet diyemiyorlar.

aş. bireysellikten sadece kişisellik anlamamak lazım. sivil toplum da bireyselci anlayışın devamı olabilir. protestanlıkta ilk yaptıkları şey, kutsal metinleri yorumlama özelliği. bu ulema bir takımın elindeyken, protestanlıkla, herkese bu yetki verildi. bu bir bakıma güzelken, bir bakıma enaniyet pompalayan, ehil olmayan insanlara da fırsat verdi. protestanlıkla birlikte, eğilimler çoğaldı.

dikkat etmemiz gerekiyor, vahyin yerini akıl almaya başladı. ben akılla bunu anlayabilirim. bilim oradan kopmaya başladı. felsefe, hakikat hakkında biz de yorum yapabiliriz. pozitif bilim gelişmeye başladı. bu tamamen kendini vahiyden bağımsız görmeye başladı. hristiyanlığın otoritelerinin dini kendi amaçlarına vesile etmesinden dolayı, dinden kendilerini tamamen sıyırdılar. o zaman, kendine bireysellik vermezsen, tabiata da sahiplik veremeyeceğin için, her bir sebebin kendi yetisine sahip olduğunu söylemeye başladılar. atomculukla birlikte bireysellik de pompalandı. bilim kendini kutsal bir otorite olarak çıksa da kişilere müthiş bir enaniyet verdi. adeta vahyin alternatifi olarak sunuldu. burada asıl problem, insanın ilahi otoriteye dayanıp hakikati anlama çabası yerine, kendisi bir doğru üretme çabası içine girmiştir. bu bitmediği müddetçe, problem bitmiş değildir. burada esas problem, hudanın yerini benliğin almasıdır.

risalenin başlangıcında tevazu var. aleme biiznillah, bakabilmek. vahye tabi olmak. kendine itibar eder, hodbin der. öte tarfta ne var? hudabin, hakperest.

amç. islamda mealcilikle son zamanda gözüken... buradaki mesele nedir? protestanlığın çıkışı da, bizdeki mealciliğin çıkışı da, yahudileşmenin temayülüyle oluyor. tevratı yeniden incile sokarak, ne yaptılar? siz iki şeyi düşünün dediler: akılla, uluhi bağınızı koparmak yönüne gidin. herkesin aklı bunu yapmaya yeterlidir. halbuki buna kendi dinlerinde sadece rabbiler yetkilidir. ikincisi de, aile bağından kopararak, dünyayla başlayıp dünyayla biten bir şey çalıştılar.

aş. insanlar, din insanın faydasına olan şeyi emrediyor, diyor. her şey bizim için. ben de bunu anlayabilirim. bu şekilde, vahiyden koparıyor. ben de anlarım diyor. ikinci olarak da ahiretten koparıyor. sen niye sait nursiyi takip ediyorsun diyor? sen de anlayabilirsin.

bir zamanlar yaşar nuri gibi insannların rağbet yapmasının özünde, ilmi enaniyet vermesi var.

amç. düşman oldukları şey, ehlil dalaletin, üstad diyor, meyve risalesi. çünkü biliyorlar ki, onların canına ot tıkıyor. çünkü adamların bütün varsayımlarını yıkıyor. esas imanı veren, haşir çünkü. bir adamın allahla bağını kurabilmesi için, ölüm var diyebilmesi lazım. meselelerin tümümünn muvakkat oluşuna kani olması lazım.

"ey nefsi emmare, katiyen bil ki, senin hususi ama pek geniş bir dünyan vardır ki, neyle bağlı, amal, ümit, temellükat ve ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. " peki bu temel, " en büyük temel taşı ve direği, senin vücudun ve hayatındır." hayat olmazsa, bunların hiçbiri olmaz. "halbuki o direk kurtludur. o temel taşı da çürüktür. hulasa esastan fasid ve zayıftır. daima harap olmaya hazırdır." bir insanın hücrelerinin bir arada uygun koşulda durma ihtimali, milyonda birmiş. cenabı hak o hücreleri bir arada tutarak mucize gösteriyor. "bugün sen iki kabrin arasındasın. "

aş.

"ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor."

biraz insafla televizyonlara piyasalara bir bakın. her şey ben diyor. marka şehirler... her şey ben diyor. illa kişi manasında söylemiyorum. hepsi bir şey empoze ediyor. vahyin dışında başka bir şey ön plana çıkarıyor.

" Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terketmekle hakka hizmet edebilir."

hakka hizmet etmenin tek yolu eneyi terk etmek. her şeyin allahtan olduğunu göstermek, bir ikram.

şu portakalın bile ismine bir marka koyuyorlar. o derece allahla olan ilişkisini bilmeden de olsa, koparıyorlar. falanca elması iyor. rahmet elması diye gelmiyor dünyanıza.

maalesef. illa bunu negatif olarak algılamamıza gerek yok. her şeyde bir benlik koyarak, yaratıcıyla olan ilişkiyi kesmeye başlamış. o zaman bizim eneyi kesmemiz gerekiyor. allahtan başka kimlik ifade eden ifadelerden kaçınmamız gerekiyor. "benim arabam, benim fikrim..." kavramlardan kopararak hizmet edilebilir.

amç. kefere arapçada örtmek anlamına geliyor. burada birden kopartmaya çalışmıyorlar. bir sis perdesi örtü, soruların mahiyetini değiştirip, mesela bir müslamn için hayatın anlamı ne desen? ilim ve ubudiyetle allahı tanımak demesi lazım. ama 5 yaşında çocuğa ne olacaksın sen desen, doktor olacağım, diyor. hayatın gayesini mümin olmaktan çıkaran bir süreç başlıyor.

ileriki yaşlarda, felsefe yapmak isteyen gençlik haline geliyor. hayatın gayesi ne? mutluluk. başka ne olabilir. peki sen hiç kalıcı mutluluk yaşadın mı? yok.

yy. onun da yolu var. okul bitsin, askerlik bitsin...

amç. hep bir erteleme. bir de huzur var. ne istiyorsun?

hş. yanlış bir şey değil. ebedi saadeti bulmak ve ... bunu risalede diyor.

amç. evet ebedi ama.

enaniyet bu kadar deruni bir mesele. bir tanesinde gafleti izale etmek şartı için, tefekkür ki, sahabe mesleğinin şartlarından biri. ikincisi, sürekli ölümü hatırlamak. üçüncüsü, allahı zikretmek. çünkü kalpler ancak öyle huzur bulabilir. dördüncüsü, namaz. dinin direği. içinde rukü ve scde ile ubudiyetin anlamlandırıldığı ve oruç gibi ibadetlerle, nefis denmesini kırmak. bu dört aşamayal enaniyeti her gün izale etmek mümkün olur.

aş. üstad enaniyetin muhalefeti olarak, ihlası söylüyor. nefsini değil, allahı öncelemek olduğu için, tevhidin bir başka formu olarak, ihlası söylüyor. ihlasta da en önemli hususlardan biri, bizim üç evradımız var dediği, sünnet-i seniye ve bir de tefani meselesi var.

bir insan risaleyi dahi anlatacaksa, burada biri onu taltif ediyor, onu sahiplenmek bile enaniyet olabilir. önemli olan hakkın çıkmasıdır. hak herkesin ortak malıdır. kimse sahiplenmesin bunu diyor üstad. herkesin malıdır. hakikatı dahi ene perdesi içinde sunarsak, hizmete de mani bir özellik gibi geliyor bana.

kendi dünyamda nefsim sürekli sahiplenmek istiyor. ama vicdanım da diyor ki, önemli olan hakkın ortaya çıkmasıdır. bu şükür vesilesidir, ama benim sözüm gibi başkasına empoze etmemem gerekiyor. bu bizim malımız değildir, kuranın malıdır tarzında güzel bir şekilde ifade etsek, güzel oluyor.

mk. aş benim mazimi bilir, ben bu konularda, okula pek gitmedim, yeni yeni mektebe yazıldım, şimdi takip ediyorum. ali derviş bu konuda bir şeyler derdi hep. ... şimdi siz diyorsunuz ki, eneaniyeti terkedecek. enaniyet ne ki, terk edelim? ne olduğunu iblsek, o kolay olacak.

ihlas konusunu ben yıllardır derdim, ihlaslı olacağız, ama nedir ki, öyle olacağız?

ali baba, sık sık, zıttından düşünmeyi yapar, zaman içinde şunu algıladım. ihlas demek ne demek diye soruyorum: tesiri hakikinin allahtan olduğunu bilmek, ihlas diye algıladım. yani insan kendisini tesirli bilirse, enaniyetli olmaya başlar. öyleyse, insan kendisini tesirli nasıl bilmeyecek.

geçen haftaki ders çok ağırdı. ama her zorluğun allah bir kolaylığını verir. ben çok bilmem, ama şöyle açıldı bana. burada bir kumaş var, bunu ölçüyoruz. diyoruz ki, yüz santim. şimdi, o metreyi ölçtük diye, kumaşın kalitesini metre mi belirliyor. yok. kumaşın kokusu, dokusu hepsi var. metre onu ölçtü diye, bezin tüm özelliklerini metre mi veryior? yok. kumaşın özellikleri nereden gelmişse, oradan geliyor. biz ama metreyle, kumaşı ölçmek durumunda kalıyoruz. yoksa, o bezin kıymetini ...

metre çıkıp derse ki, valla ben olmasam dünya olmaz, bunun bütün özellikleri benden kaynaklanıyor, dese. gülmez miyiz? ama metresiz de hayat olmaz. bir şeyi ölçeceğiz.

dolayısıyla insanoğlunun kişiliksiz yani enaniyetsiz bir hayat yaşaması çok zor. bir tarzı olacak, kişiliği olacak. bunun oturması çok önemli. sayın beyefendi her ne kadar dediyse de, çocuk doktor olmak istiyor, bunun suç neresinde. bunda suç yok. yapacağımız şeyi söylemek suç mu?

aynı metre gibi, insan, benim algıladığım kadarıyla... eğer metre olmazsa, kaç metre olduğunu bilemeyiz. ama metre her şeydir gibi, dersek, o zaman kişilik nedir? kişilik bunları algılayabilme özelliği. kişiliğimiz oturacak, ama metre ölçtüğümüzde, kumaşın tüm özelliklerinin ortaya çıkmasına yarayacak, bunun menbaının ortaya çıkması için lazım. kişiliğimiz, enaniyet dediğimiz alet bu demek. ene olmazsa, bunları anlayamayız. sorumluluk alamaz insanoğlu. biz bunları anlıyoruz diye, her şeyi bunun ölçmekten kaynaklandığının, kendisinde ittihaz etmek de yanlış olur.

bir arkadaş güzel risale okuyorsa, allah onun ağzından güzel risale gönderiyor. güzel yemek yapıyorsa, onun elinden güzel yemek gönderiyor.

sait nursi ne diyor? benim elimden gönderilmiş risalei nur, ama benim malım değil. yani allahın gönderdiği bir nurdur.

kişiliğimizi reddetmemize bir gerek yok. fakat hazinei ilahiyeden gönderilen şeylerin de onun mülkiyeti olduğunu algılamak. ama eğer kişiliğimiz çok gelişmiş olursa...

doktorum benim gözümü muayene etti, allah razı olsun, fakat bu durumda, benim gözümü yaratan, sayın doktor mu? hayır, gözü yaratan, gördüren allah. sayın doktorum sadece ilmiyle, mesleğiyle, kudretin yarattığı gözü daha iyi görmeyi gördü. şunlar yapılması gerek dedi. doktorluk gözün hakikatini daha çok görmeyi, ve yaratıcıya daha çok hayran olmayı, onun bilgisinin yaşanan bir süreç olarak...

aş. aslında ali muratın dediği de oydu. onu kastediyor. zahiri olarak, doktor ol, dünyevi bir maksatla, iyi para kazınrsın manasında. yoksa, doktor ol, allahın mucizelerini gör, anlamında değil.

amç. fenler veya meslekler, bize acziyetimizi daha çok anlatır. gözün mesela, şu anda nereye gideceğini bile tahmin edemiyorsun. karar veremiyorsunuz. hayat gerçekten mucize. ticaret de öyle. sosyal hayat da öyle.

o yüzden, dünyanızı kazanmak için de ahiretinizi kazanmak için de, güzel bir meslek edinni. çünkü allahı tanımamız için o meslekler gerekir. yoksa hayali bir alemden rabbimizi tanımak daha zor olur.

enaniyetin çok ince bir zar gibi olduğunu, hem ölçecek, hem de malik bilmeyecek kendini, iman sahibi olmak demek, haddini bilmek demektir. yani allahın ne kadar kudreti olduğunu, insan enesiyle anlarsa, o zaman kişiliği olur. bu kişilik ne kadar gelişirse, perde şeffaflaşır. ötesi kuru gürültü.

bir gözün arızasını anlamak için bir saat muayene ediyorsun. o gözü nasıl yaratırsın, yaşatırsın? imkanı yok. o yüzden enaniyetli olmaya kurbağalar bile güler.

amç. ene kendi yapabildiklerini görüp, allahın sıfatlarını tanımak için bir mihengi noktası. yoksa burada, eneyi öldürmek gibi bir çerçeve çizmek istemiyoruz. bizde mahiyetini anlayıp, cenabı hakka ulaştıracak bir vesile olarak konumlandırmak doğru olanı.

"dört şey için, dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır.

1. dünyanın ömrü kısa olup. süratle zevale gider...

nasıl dünyayla bağımızı keseceğiz? herkes derviş olsa, çorbayı kim kaynatacak.

ayrılmanın üzüntüsü, kavuşmanın lezzetini ortadan kaldırıyor. neye kavuşursan kavuş. eğer dünyanın ömrü kısaysa ve elbet bir gün elinden çıkacaksa, o çıkacak kaygısı bile lezzetleri acılaştırıyor.

"2. dünyanın ..."

hatta meşru lezzetleri bile tanımlarken, bir üzüm yedirir, 10 tokat yedirir. gayri meşru lezzetler ise, zehirli bala benzer.

"3. kabir dünyanın lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez."

toprağa girdiğimizde bir şey diyebiliyor muyuz?

"4. düşmanlarla haşarat-ı muzıra arasında bir saat durmak..."

üstad dünyevileşme bahsinin geçtiği her yerde, namazı nakış gibi çakıyor. çünkü başka türlü mümkün değil. namazın hakikati algılanamazsa, dünyadan kalben kopmak mümkün değil.

"geceye benzeyen gençliğim zamanında..."

gençliği geceye benzetiyor. hatta istanbulu da böyle benzetiyor. istanbulun şaşalı günleri, gözün görmeyen beyazı gibidir.

"medenilerin ...(aydınlanma)"

mk. şimdiki tabiri çağdaşlık.

amç.

"onların misali güya rüyasında uyanıp..."

rüyasında rüya anlatıyor. daha uyanmamış ama.

yarı uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir? bu zamanda insanlar bataklığa düşmüş, çıkmak istiyorlar. gaflet tabirinden, çamurları da misk zannediyorlar. bu insanları dünyevileştirmekle nasıl uyandırabilirsin?

aş. nur gösterirse, etrafındaki bataklığı fark eder.

mk. %5 dinsizliği savunur. yoksa insanlara bak, gaflet ağırlıktadır.

amç.

"ey uykudayken kendilerini ayık zanneden...

aş. burada önemli olan tavır.

amç. özenti. hadiste çok açık, onlara benzemeyin diye.

"çünkü aramızdaki dere pek derindir..."

sosyete hizmeti yapıyorum ben diyorlar.

"ya siz de onlara iltihak edersiniz."

bu çabanız varsa, en kötüsünden ehli dünya olursunuz. o yüzden bizim kesben, terk etmeye çok ihtiyacımız var.

oğ. bu son söylediği siyasi arenada çok tecelli ediyor. iktidara talip olunduğunda, uzlaşma yoluna girildikçe, iltihak edersiniz diyor ya, bu sefer siz de onların oyuncaklarıyla oynamaya başlıyorsunuz. her şeyin yeşilini yapmaya başlıyorsunuz.

aş.

"Ene'nin istimalinde haklı dahi olsa; mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. "

benim nasıl algıladığımdan ziyade, nasıl algılandığım da çok önemlidir. sen nefisperest olmayabilirsin, ama karşıdaki insan böyle yapıyorsa, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır.

oğ. örneklendirebilir miyiz?

mk. bir konuda doğru görüyorsunuz siz. haklısınız. fakat hüsnü o konuda o doğruyu görmüyor. çünkü herkesin her doğruyu, herkesin gördüğü derecede doğru görme şartı yok. sen de doğru göreceksin deyip de baskı yapsam ne faydası olur? görse zaten sana iltihak edecek.

sait nursi, çok enteresan bir şey der: iki kişi kavga ediyorsa, kime yardım etmek lazım? haksıza, çünkü haklı olan insaflı olur; yoksa bela artar.

aş. o genel değil, hususi bir manada.

mk. kavga, artık cinayete gelmiş. orada.

madem ben haklıyım, ne yapacağız? ben kendimden eminim ve rahatım, inşallah bu arkadaşım da bu fırsata kavuşur. yoksa haklıyım diye haklılık terörü estirmeye hakkımız yok. o yüzden enaniyetimizden haklı bile olsak vazgeçsek, hayırlıdır.

aş. diyelim ki, ehli dünya var. ben bir şey ifade etmek istiyorum öne çıkmak istiyorum. karşıdaki insan, hab bu adam, senin ön plana çıkmanı nazara alıyor. güzel konuştuğunu da görüyor. diyelim ki, sen o meseleyi de iyi biliyorsun. fakat karşı taraf, seni o fikrin sahibi gibi görüyor. orada sanki, kendine mal etmeyip, biz böyle düşünüyoruz diyerekten, oradaki hakikatin kaynağını ben söylüyorum diye değil de, bize dönüştürerek, arkadaşlarımız da böyle düşünüyoru diyerekten, güzel hakikatleri, herkese teşmil ederek, adeta orada hakkın kaynağını kişilere değil de, cemaate.

oğ. metinde enaniyeti kendi aramızda da kullanmamız gerekir diyor. haklı bile olsanız, bu hizmetin içinde enaniyeti terk edin.

aş. fakat yanlış yerlere de girebilir. adam istismar ediyor, sen buna karşı çıkman gerekebilir. dikkatli olmak gerekiyor. nefisperest olmaktan kaçarken, başımızı bükelim, başımıza vursunlar anlamı da çıkmamalı.

mk. vurduralım demiyoruz ama dik durmakla diklenmek ayrı şeyler. biz ikisini birbirinden ayıramıyoruz. biz vurmayabiliriz, ama kendi fikrimizden emin olacağız.

diğer noktaya gelince, beşiktaşlıları biliyorum. gidiyorlar, çarşıda bir kafayı çekiyorlar, sonra maça gidiyorlar. adam ezilmişlikten çıkıyor, abi biz yırtarız. tek başına yapamıyor da, o grubun içinde, öyle bir gaza geliyor ki. bizim için de aynı şeyler. kişilik olarak aynı şeyi hissetmiyor, ama cemaat altında öyle bir hoşgörüsüzlük yapıyor ki, çok enaniyetli. şahsın adına da yapsan, aynı şeyi yapacaksın.

hanımlar için de lütfen dikkat edin arkadaşlar. bir arkadaş söyledi, 100% haklı ble olsanız, siz haklısınız diyeceksiniz. bu hayat tecrübesi.

amç. enaniyetimizi kırmak anlamında mı söylüyorsun?

yy. tutarsızlık olur. kadına hayır demeyeceksin, diyorlar, sonra bildiğini okuyacaksın diyorlar.

mk. insan bir sürü şey söyler ya korkmayın. ya hafız dedi bir arkadaş, bu zamana kadar astık kestik hiçbir işe yaramıyor, en sonunda hanım ne diyorsa onu yaptık.

yy. yaşlandıkça hanımların gücü artar, çocuklarla birlikte.

aş. enemize bir pay vermemek, haksıza yardım edin esprisi. fitne katilden daha beterdir. evin içinde fitnenin ortaya çıkmaması için, bu tarzda bir davranış çok da hikmetli olabilir.

yy. hatta yalan bile cevaz verenler var.

aş. üstad yalana hiç cevaz yok diyor, savaşta dahi. çünkü istismarı çok fazla olan bir şey.

o hadis, fakat bu zaman hükmü taşıyamaz diyor. istismara çok açık olduğundan , bu zamanda bu hüküm geçerli olamaz diyor.

oğ. ben haklı dahi olsa, eneyi kullanmamaktan şunu anlıyorum: hizmetin içinde, siz selahiyet sahibisiniz. başkaları da talipse, orada şunu düşünmemek lazım: bunu ben yapmalıyım, ben daha iyiyim. haklı bile olsanız. geri durabilmek gibi anlıyorum.

aş. çok veçhesi vardır.

hş. haklı bir şey söyleyebilirsiniz, ama bunu kendinize mal ettiğinizde, haktan koparıyorsunuz. haksız oluyor. sen haklı bir şey olsa bile, kendinden sudur ettiğini söylemekle, haksız oluyorsun. o zaman karşı taraftaki de öyle yapıyor. tamamen haktan kopmuş bir zemin oluşuyor.

aş. bir söz doğru olabilir, ama haklı olmayabilir. çiçek güzeldir, cümlesi gibi.