22 Ekim 2010 Cuma

15. Şua Fatiha 5. Kelime

"Yedinci Kelime: صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:
Evvelâ: عَلَيْهِمْ kimlerdir? diye
مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّاِلحِينَ âyeti beyan ederek, nev'-i beşerde istikamet nimetine mazhar dört taifeyi beyan içinde, o taifelerin reislerine اَلنَّبِيِّينَ ile Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a, وَالصِّدِّيقِينَ ile Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahü Anh'a, وَالشُّهَدَاءِ ile Ömer ve Osman ve Ali Radıyallahü Anhüm'e işaret edip; Peygamber'den (A.S.M.) sonra Sıddık (R.A.), sonra Ömer (R.A.), Osman (R.A.), Ali (R.A.) üçü hem şehid, hem halife olacaklar diye gaybî ihbarla bir lem'a-i i'caz gösterir.
Sâniyen: Nev'-i beşerin en yüksek, en müstakim, en sadık bu dört taifesi; Âdem (A.S.) zamanından beri hadsiz hüccetler, mu'cizeler, kerametler, deliller, keşfiyatlar ile bütün kuvvetleriyle dava edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakikat-ı tevhid, elbette güneş gibi kat'îdir. Bu hadsiz meşahir-i insaniye, yüzbinler mu'cizelerle ve hadsiz hüccetlerle doğruluklarını ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud ve vahdet-i Hâlık gibi müsbet mes'elelerde ittifakları ve icma'ları öyle bir hüccettir ki; hiçbir şübheyi bırakmaz. Acaba kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkatı ve zeminin halifesi ve zîhayatların istidadca en cem'iyetli ve yükseği olan nev'-i beşerin en müstakimleri, en sâdık ve musaddak mürşidleri ve kemalâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icma' ve ittifakla îman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikatı tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?"

aş. çok ilginç. nimet demek ki aynı zamanda azabı da intaç ediyor, mahrumiyet açısından.

İşaretül İcaz'dan:
"

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ : Kur'anın inci gibi lafızlarının dizilmesi; bir hayta, bir çeşite, bir nakşa münhasır değildir. Belki zuhurca, hafâca, yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit çok tenasüblerden hasıl olan pek çok nakışlar üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. Zâten i'cazın esası, ihtisardan sonra ancak böyle nakışlardadır. Evet صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile mâkablindeki herbir kelime arasında bir münasebet vardır. Meselâ: اَلْحَمْدُ لِلّهِ ile münasebeti vardır. Çünkü ni'met, hamde delil ve karinedir."

aş. nimetin neticesinde hamdederiz. sıratel lezine en amte aleyhim, yani onlar nimete ulaşmışlardır ve hamd edenlerdir. nimete ernelr, hamdin allaha ait olduğunu, tüm mevcudatın övgülerinin memnuniyetlerinin hamdi gerektirdiğini anlar. nimet hamdi gerektirdiği için, elhamdülillahla alakalı.

"بِّ الْعَالَمِينَ ile münasebetdardır. Çünkü, terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur."

aş. allah bir tohumu terbiye ediyor, onu neticede meyve olarak çıkarıyor. bize en kemalde nimetler ver, anlamına geliyor, bu söz.

" اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ ile alâkadardır. Çünkü اَلَّذِينَ den irade edilen "enbiya, şüheda, suleha, ulema" rahmettirler."

aş. gerçek rahmet kimlermiş?

bedenimiz için, rahmet olan gıdalardır. ruhumuz için rahmet olan, enbiya, şüheda, suleha ve ulema. manevi insaniyetimizin nimetelri. ruhumuz bunlarla gıdalanıyor.

yani o nimete ulaştırdıklarının, derken neyi kastediyor? bunları.

bizi, onlara verdiğin nimetlere ulaştır, diye dua ediyoruz. "el lezi" onlar ki, kelimesinin içinde, onlarla bağlıyor bu dua.

bütün mevcudatı anlamsızlıktan çıkaran nedir? mesela kainat, başlangıcından şu ana kadar neyi netice vermek için yaratılmış? hayatı. hayatı ortadan çıkarsanız, bu süreçlerin hepsi anlamsız olur. hayat var, bu kadar ziynet var; ama insan yok. bütün bunlar, yine anlamsızlaşacak. onları anlamlandıran, insanın varlığıdır. insan onları görüyor, biliyor. muhammed asm ve süleha olmasa, tüm nimetler zıtlarına inkılab eder. onları abesiyetten kurtaran kimlerdir? bu zatlardır. insanların kamilleri, en mübarekleri, neyi iddia ediyorlar? tevhidi, hikmeti, kainatın bir anlamı olduğunu iddia ediyorlar. dolayısıyla, insanların en üstünlerinin varlığı, bizim açımısdan rahmettir. aslında tüm mevcudata, en büyük nimet muhammed asm'nin varlığıdır.

şeffat ne demektir? hayat tüm mevcudatı anlamlandıran bir şeydi. dolayısıyla, gaye noktasında onlara şefaat ediyor. hayat onların anlamına şahitlik yapıyordu. bu kainatın anlamlı bir mahluk olduğunu da, muhammed asm söylüyor. dolayısıyla onları anlamlandırmak noktasında kim şeffatçi oluyor? muhammed asm.

üstad diyor ya, kainatta güzellik varsa, muahmmed asm nebidir. tüm bu güzellikler, ancak onunla anlam kazanıyor.

yy. adamın birinin çok değerli bir atı varmış. atını çalmışlar. adam üzülüyormuş. "atın çalındığına değil, çalan adam atın kıymetini bilemezse, ata yazık olur, ona üzülüyorum" demiş.

aş. kainat da bu kadar mükemmel ve sanatlı; o sanatkarın sanatını fark edebilecek mutlaka bir muhatabı olması gerekir. o güzelliğin en güzel muhatabı olan, muhammed asm olmalı, diye onun nebiliğine şehadet ediyor.

" مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile alâkası vardır. Çünkü nimet-i kâmile, ancak dindir."

aş. dinden kasıt, ahiret. nimetler var. bu nimetlerin gerçek lezzet olması için bitmemesi gerekiyor. biteceğini biliyor olmak bile yeterlidir. o zaman o nimetin sonsuz olması gerekiyor. yani ahiret olması gerekiyor.

yy. dalga geçer gibi olur.

aş. onu diyorlar zaten.

" نَعْبُدُ ile alâkası var. Çünkü, ibadette imamlar, bunlardır."

" نَسْتَعِينُ ile var. Çünkü, tevfike ve ianeye mazhar bunlardır."

aş. en çok yardım gören onlardır; çünkü nimetin en çok kadrini bilen onlardır. resulullahın duasında var ya: "sana olan ihtiyacımın çokluğuyla beni zenginleştir." demek ki, o kadar fakir ki, fakirliğinin sonsuz farkında; bu da sonsuz nimete mazhar olmasına neden oluyor.

" اِهْدِنَا ile var. Çünkü, hidayette mukteda-bih onlardır."

aş. hdayete ermek istiyorsanız, kime ittiba edeceğiz? muhammed asm'ye.

" صِرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ile vardır. Çünkü, doğru yol, ancak onların mesleğidir."

aş. kimin yoluna gidelim? peygamberlerin, şehitlerin, ulemaların yoluna bizi ilet.

" "Tarîk" veya "Sebil" kelimelerine "Sırat" kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdud ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işarettir."

aş. demek ki, onların yoluna giren bir daha çıkmayacakmış; çok geniş bir cadde çünkü.

aö. dinden çıkanlarla onun alakası var mı?

aş. insanlığını yitirmişler demektir; o kadar geniş bir cadde çünkü.

"Mahud ve mâlûm olan şeylerde kullanılması usûl ittihaz edilen esma-i mevsuleden اَلَّذِينَ tabiri, onların zulümat-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki; onları taharri ve taleb etmeye ve aramaya lüzum yoktur. Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir ulüvv-ü şâna mâliktirler. ´"

aş. burada muhammed asm'dir. başka bir tarafa gidersen, isa asm'dir. öbür tarafta ibrahim asm'dir.

"Cem' sîgasıyla اَلَّذِينَnin zikri, onlara iktida ve tâbi olmak imkânının mevcudiyetine ve onların mesleklerinde butlan olmadığına işarettir. Çünkü ferdî olmayan bir meslekte tevatür vardır; tevatürde, butlan yoktur."

aş. yani tekil kullanmamış da çoğul kullanmış, niye? yani sen de onlardan olabilirsin.

tevatürde, hepsi aynı doğruya katılıyor.

"Mâzi sîgasıyla اَنْعَمْتَnin zikri; tekrar ni'meti taleb etmeye bir vesile olduğuna ve Allah'a raci olan zamiri de, bir yardımcı ve bir şefaatçı vazifesini gördüğüne işarettir. Yani: "Ey Rabbim! Mademki in'am senin fiilindir ve evvelce de in'amı yapmışsın; istihkakım olmadığı halde in'amı tekrarlamak, senin şe'nindir.""

aş. yani onlara verdiğin gibi, bizlere de ver, manasında.

sen vermekten hoşlanırsın. biz hakettiğimizden dolayı değil, istiyoruz sadece.

"عَلَيْهِمْ deki عَلَى enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir."

aş. onlara bir vazife yüklenmiş. onlara hidayeti getirsin, nimeti fark ettirme görevi verilmiş.

şu cümle çok ilginç geldi:

"Acaba kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkatı ve zeminin halifesi ve zîhayatların istidadca en cem'iyetli ve yükseği olan nev'-i beşerin en müstakimleri, en sâdık ve musaddak mürşidleri ve kemalâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icma' ve ittifakla îman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikatı tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?"

aş. insanın hilkatında sonsuz nimetler var. bu nimetlerin fark edilmesi, neye bağlı? resullerin varlığına. onlar olmasa, ahiret gibi sonsuz hazineler ortaya çıkmayacaktı.

ahiret nimetlerinin de allahın şuunat ve sıfatlarının ortaya çıkması da nebilere bağlıdır. nebilerin varlığı, dolayısıyla kainatın netice-i hilkatidir.

zk. efendimizin sünneti, bu kainattaki varlığın yaratılış manasını anlamaya yönelik bir anahtardır.

aş. onların ne büyük vasıfları, kainatı tüm vasıflarıyla örnek gösteriyor. dawkins, din delile dayanmaz;hatta tam tersine, dini inanç sahipleri, deli göstermemeyi övünç olarak addederler. o yüzden din, insaniyetin kurtulması gereken en büyük şerdir, manasında bir ifade kullanmış.

aslında hakikatte din tam tersidir. din tamamen makul olandır. kainattan delil getirilerek gösterilen inançtır. kendi felsefelerine dair kainatta hiçbir delil yoktur. taşın kütle çekimi yaptığına dair, hiçbir delil yoktur. materyalizm körü körüne bir doğmadır.

yy. dini genellikle insanlar sormadan, araştırmadan kabul ettikleri için; ona istinaden bunu söylemiş belki.

aş. kainatın tüm mevcudatı, allahı anlatıyor. her bir parçası.

"kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikatı tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?"

15 Ekim 2010 Cuma

15. Şua Fatiha 6. Kelime

"Altıncı Kelime: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Evet nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. Meselâ: Risâle-i Nur'da bütün müvazeneleri ve küfür ve îman yollarının mukayeseleri kat'î gösteriyorlar ki; îman ve tevhid yolu, gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkilâtlı ve tehlikelidir. Demek bu istikametli ve hikmetli ve herşeyde en kısa ve kolay yolda sevkedilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün hakikatları olamaz ve îman ve tevhidin hakikatları, bu kâinata güneş gibi lâzım ve vâcibdir. Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. Meselâ: Kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belahete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takib etmezse; ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.. istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi' etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker.
İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin bütün yollarında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakim kaybedilse, o yollar pek belalı ve uzun ve zararlı olur. Demek اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ pek çok câmi' ve geniş bir dua, bir ubudiyet olduğu gibi bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir talim-i ahlâka işaret eder."

mk. ben sait nursiye kızıyorum bazen. bizim gibi garibanları düşünmemiş. niye yan bakıyorsun, sait nursiye kızılmaz mı?
aş. öyle bir şey söylemedik, niye kızıyorsun?
mk. ne demek yani, sait nrsiye laf söylenmez mi?
zk. herhangi bir kişiye söylenir mi?
mk. e, insanlara laf söylenir, öküzlere söylenmez ki.
io. nesine kızıyorsunuz?
mk. bizim gibi garibanları hiç düşünmemiş. her şeyi arka arkaya yazmış.
zf. yazmamış, yazdırılmış.
mk. ya gidin allah aşkına, izah getiremediğiniz yere, bir gizlilik veriyorsunuz. beni de konuşturyuro allah. beni konuşturunca, ben konuşuyor oluyorum; başkasını konuşturunca, konuşturuyor oluyor.
aş. başlangıçta, en kısa yolu ifadesi bana çok ilginç geldi.
"Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. "
en kısa yol, her zaman en doğru yoldur.
mk. ben buna itiraz etmek istiyorum.
aş. sana göre orası daha kısa olabilir.
mk. evet. bizim türk kafasında tek doğru var. aile kavgaları da bundan çıkar. çünkü der ki adam, ben doğru biliyorum, başkası da doğru olamaz. en doğru da bu. çünkü tek doğru var, diye düşünür.
bak şurada bu anahtar. şimdi en kısa yol neresi bunun. sana göre, oradan gelmek. bana göre, buradan gelmek. dolayısıyla, bizim hayatta en zorlandığımız konu, bu akşam burada okuduğumuz konudur.
hş. o sana göre. :)
hakikat, neticede tektir. hakikatin bana göresi sana göresi olmaz.
aş. bana göre, sana göre girdiği zaman, post modern bir anlayışa gireriz. o zaman hakikat flulaşır. ama muhammed ağbinin söylediği başka bir şey.
mk. hayır burası.
bu cümlelerin içinde, en doğru diye bir şey geçmiyor.
zk. geçen bir yazı okudum, sonra kendime bakmaya başladım. diyelim ki, bir ev yanıyor. neden yanıyor? ama en kısa yolu ne? allah aldı.
aş. burayı okuyayım:
"bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. "
burada dinin kolaylığına vurgu yapıyor özellikle. cenabı hak bir şeyi halkederken, o şey için en kısa, altın oran gibi. narda mesela, mümkün olan en ekonomik ambalajlanma tercih edilmiş. kainatın bütününde bu var. sırat-ı müstakim kavramı, bu kavramın aslında kainatta cari olduğunu vurguluyor. kainatta hep bu tercih edilmiş. en kısa, en net şey tercih edilmiş her yerde. bu bir nizam, kanun şeklinde kainatta caridir. dolayısıyla, kainatta bir şeyin yaratılışını izah ederken, o kainata hakim olan en kısa yolu tercih etme kuralı, doğrudan doğuya bizi tek bir yaratıcının kastına varlığına götürüyor bizi. sen her şeyde en kısa yolu tercih ettiğin için, biz de senden en doğru, kısa yolu istiyoruz.
"ihdina ile nestavun arasında ne fark var diye soruyor"... "bir mümin hidayeti istese, ıhdına, beni hidayette sebata erdir manasındadır. devam manasındadır. zengin olan isterse, ziyade manasına gelir. fakir istese, ikram et, manasına gelir. zayıf olan istese, iane ve teşvik manasını ifade eder. ve keza, her şeyi halk ve hidayet etmiştir, cümlesinin altında, her şeye en kısa, doğru tarzı vermiştir, manasına geliyor. her şeyi yarattı ve ona hidayet verdi. demek ki hidayetin anlamını farklı bir açıdan düşünmemiz gerekiyor. hidayet, en kısa doğru olanı insana vermek. mevcudata bu özellik verilmiştir. en büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla, hakkı hak batılı batıl bilmektir. beni hakkı hak bilip, ona ittiba etmeyi, batılı batıl biliip, ondan içtinab etmeyi nasip eyle diyor. şu vurgu var: her şeye hidayet vermiştir. her şey yani istikametli olması. insan duygularına en uygun olanı seçmek manasındadır. hidayetin anlamı, bütün kainatta cari olan bir anlam olup, her şeyde enleri seçmiş allah.
zk. anahtarı ortaya atabilir misin? bak ne var: ihdina. bizi. hepimizi kapsıyor. sana göre, bana göre fark etmez. o zaman kendine bak, bize bakma. çünkü senin söylediğin hepimizi kapsıyor.
mk. burada konunun rahat kavranabilmesi için, bizim çanakkaleliler, biz statik düşünmeye alışmışız toplumda. yani doğru deyince, mesela şey yapmaktır: bir misal vereyim burada: diyelim ki, zengin var hüsnü ağa. birisine zekat veriyor. sevap kazanıyor değil mi? ben garibanım. o sevabı almakla ben ne yapıyorum? ben de sevap kazanıyorum. ille vermek, sevap manasına gelmiyor. almak da sevaptır. gurur edip de, ben o zekatı kabul etmiyorum, dese, o zaman günah oluyor. öbürü de vermediği zaman günah oluyor. buradaki değişkenliği kavramamız açısından burası çok önemli. biz doğru deyince, mesela evlenmek: bazı insana evlenmemek sevap olabilir, bazı insana evlenmek farz olur, bazılarına da evlenip evlendiği zamanki ilişkilerde, şöyle olursa doğru olur değil. orada insanın kendi şartlarına göre istikameti çıkar. bakacak ki, adam çok gadaplıdır, tahammülsüzdür. bu adamın evlenmemesi gerekir. ama benim gibi kılıbıkların evlenmesi farz.
aş. buraya biraz yoğunlaşalım isterseniz.
"iman ve tevhid yolu, gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkilâtlı ve tehlikelidir"
insanın fıtratı var. insan ebediyeti istiyor. bütün mevcudatı seven ve onlarla birlikte olmak isteyen, insan fıtratına en uygun inanç ne olabilir: sen ölüp gideceksin? bu olabilir mi? insan fıtratı bunu kabul edebilir mi? ama desen ki, sen ve bütün sevdiklerin birlikte, yeniden bir hayat kazanacaksınız ve üstelik zalim zulmunün karşılığını ve mazlum ödülünü alacak. bu insana en uygun gelen inanç değil midir? biz niye allaha iman ediyoruz? çünkü fıtratımız, allaha imanı gerektiriyor. fıtratımıza en uygun cevap imandır da o yüzden. bütün mevcudat için de öyledir. la ilahe illallah. esbabın tesiri var dedin diyelim, ağacın olabilirse, bütün mevcudatın tesiri var. bunun izahı imkansız, sonsuza gider. bütün silsilelere tesir vermek zorundasın. bu her bir halkadaki her bir parçanın, tüm kainatın tüm hallerini biliyor olmasını gerektirir. ama her bir şeyi, mutlak kudreti olan biri yaratıyor dediğin zaman bu çok kolaydır.
mesela bir arkadaşını, rahatsız ettin. üzdün. kalbini kırdın. ne yapman gerekir? git otur cevşen oku. bu doğru mudur? eksiktir, yeterli de değildir. çünkü allah diyor ya, kul hakkıyla bana gelmeyin, niye diyor? çünkü kula gideceksin de o yüzden. sen cevşen okusan ne olur. doğru olan nedir? o kişiye gitmektir. başka, daha güzel, kudsi dini şeyler ortaya koy; allahın sünennetullahıdır o ki, ona uyduğumuz zaman en güzeli olur. "ben özür dilerim, yanlış yaptım" diyorsun, ikiniz de yumuşuyorsunuz. demek ki, her şeyin bir yolu var. allah her şeye böyle bir şey koymuştur. iman da tevhid de, insanın mutmain olması için, en rahat yoldur. bunu biz bütün kainattaki bütün ilişkilere koyabiliriz.
biz itikadda en kısa yolu istediğimiz gibi, rızık kazanmada, insan ilişkilerinde, kainatla ilişkilerimiz konusunda da, en kısa yola ilet, duasıdır.

üstadın bir hatırasından çok ilginç bir şey çıktı. bir gün üstad talebeleriyle otururken, bir testi süt devriliyor. üstadın, iki faresi varmiş. zaman zaman gelen fareler. bunlara yemeğini verir, giderlermiş. üstada demişler, bu senin farelerinin yemeğidir. yok demiş, ben onların hakkını veriyorum, bu onların besini değil. farenin bile bir sulü var.
en güzel çare, fıtrata uygun çare. fareye zehir vermek değil. ona da rızkını veriyor, o onunla yetiniyor.
farenin yanında kedi de besliyor.

mk. bizim apatrman 20li yaşlarda 3 laz var. her toplantıda acayip gürültü çıkartıyorlar. 30 kişiyiz, bunlarla uğraşamıyoruz. bir gün neden böyle oluyor, dedim. sonradan gördüm ki, bizim apartmandakiler, onlar çocukken, onlara hiç şeker vermemişler. mesela, bekarlara toplantılarda, her birisi az biraz para verseler, o adamlar evlenir. onlar, siz bizi hep ezdiniz diye, bütün apartmanın huzurunu bozdular. sonra o apartmanı terk etmek zorunda kaldı birçokları. zamanında o şefkati gösterselerdi, o apartmandan gitmeleri gerekmezdi. tabi, ötekiler de, deseydiler: bunlar bize şefkat gösteremediler, biz bundan sonra onlara şefkat göstersek, hayatımızda huzur bulsak, diyemiyorlar.

"Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. "
aş. üstad, istikametten, doğru yolda devamlılık şeklinde tanımlıyor. mesela bir sünneti ihya etmek, onu bir kere yapmak değil, onu devamlı olarak uygulamak manasındadır. o yüzden istikamette devam etmek gerekiyor. insan bir öyle, bir böyle, kalp emniyet edemiyor.

mk. doğru yolu bilemiyoruz biz. doğru yol nedir? 100 tane alternatif var, hepsini yapabilirim. neyi ne zaman yapacağım? ben bunu bilemiyorum.

aş. burada ikisinde de aynı şey anlatılıyor: çok ilginç geliyor: kuvve-i akliye, gazabiye, şeheviye. dış dünyada ne olduğu değil de, kendi fıtratımızda ne olduğuna bakacağız. ona uyacağız. fıtrat nedir? iç dünyadaki denge.

"Meselâ: Kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve kuvve-i gazabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takib etmezse; ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.. istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. "

demek ki, bizim iç dünyamızda yaptığımızın yanlış olduğunu söyleyen bir mekanizma var. önemli olan onu dinlemektir. vicdanımız, test unsuru olarak duruyor. onu bozmamışsak, mutlaka doğruyu gösterecektir.

"istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. "

allah, yanlış yaptığımız zaman sürekli bizi ikaz ediyor. mesela, ateşe elini tuttuğun zaman, çek diyor. hala niye acıtıyor, diyorsun. acıtır, çünkü çekmen lazım. bırakman gereken bir şey var. çünkü istiyorsun yani. vicdan, sürekli insana yanlışını ikaz ediyor. burada çok önemli bir yer.

"Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi' etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker."

yani sadece şehvetten kurtulmak değil, şehvetsizlik de bir problemdir. şehvet deyince, sadece cinsellik anlama, yiyecekteki lezzeti de anlayabilirsini. vicdan sana söylüyor. mesela, insan bir duyguyu tahrip etmiş. onun ızdırabını insan bir şekilde çeker. kullanmıyor. allah sana o duyguyu vermiş, ta ki, onunla allahı tanısın diye. mutlaka o tahrip bir yerde bir problem çıkartacaktır. veya allahın istediği şekilde değil de, başka türlü kullanıyorsun. yine ikaz gelecek. ateşe dokunmak gibi. ateşe dokununca, acıyı hissetmek gibi, hissetmemek de bir problemdir.

mk. peki hocam, herkes bunu içinde nasıl ayarlayacak?

aş. süreçtir bu. ıhdınes sıratel müstakim diyorsun. ey allahım, ben doğru yolu bulamam. sen beni doğru yola, ilet diye dua halinde olacağız.

mk. ben bunu kabullenemiyorum, arkadaş. bu kişiliksizlik geliyor, bana. bir kişi, aklıyla, doğru yolu çizemeyecekse, insan devamlı tereddütte kalır.

aş. niye? diyelim ki, siz bir mesleği biliyorsunuz. ben bilmiyorum. ben size soruyorum, bana bu yolu göster. bu kişiliksizlik değildir. bu doğru olan tavırdır.

mk. buna itirazımız yok. şuna itirazımı var: yani allah bildirmemiş de, biz bilemezmişiz gibi.

hş. "..." sizin amelleriniz çeşit çeşittir. "..." kim verir gayret eder allahtan çekinirse, onu kolay yola biz iletiriz.

senin yapacağın nedir? çekinmek, dine sarılmak.

"..." tersini yaparsan, bu sefer zoru kolaylaştırır.

"..." hidayet bana aittir, diyor.

mk. sen hayatında böyle mi yaşıyorsun? böyle yaşamadığına eminim. ben yanlış anladıysa de bana: sen mühendissin. hesap kitabın nasıl yapılacağını bilmiyor musun? zemin kayar, ne olur biliyorsun.

hş. matematik hesap gibi değil. burada üç tane hesap var: günahtan kaçınma, dine sarılır, en güzelini yaparsa. sana bunu allah götürecek.

mk. işte bu ne hesabı? biz okula gidiyoruz, öğreniyoruz, sağlam bina nasıl yapılır.

hş. biz sanki, taşları üstüste koyduğumuzda, bir bina elde edeceğiz. bu öyle bir hesaba dayanmıyor. üstadın basit bir hesabı var: sefasını al, kederini bırak.

mk. mühendislikte de öyle mi yapıyorsun?

hş. biz olayları kendimiz yönlendiriyormuşuz gibi hissediyoruz. bu doğru değil.

mk. ben şunu anlamıyorum. sen binanı projesini yaparsan, çiziyorsun, bu başarını allah yaptırmıyor mu? bunun allahı itham etmekle, ne alakası var.

hş. ben de yaaprım, ama yarın ne olacağı allahtandır. allah bazı kurallar koymuş, bunlara uyarsan, senin binanı sağlam tutarım, demiş. biz o kurala uyuyoruz. herkes, kendine göre demir çimento kullansa, olmaz ki. bir tane yol var.

aş. zaten allah sana, sünnetullahı göstermiş. ama ben şimdi, kafama göre, eksik mi katsam, fazla mı katsam. burada ne yapacaksın? dürüst olacaksın, çalmayacaksın, sünnetullahta ne varsa bildiğin kadarıyla onu yapacaksın.
önemli olan o süretçe ne yaptığındır. mesela, bina yapmanın yolu, eğitim alıp, hesabını yapmaktır. sen bunu yapmadın, olmaz. o bir dürüst olmayıştır. korkmuyorsun, yani allahtan. işi bilmeden işe koyuluyorsun. dini yalanlıyorsun, yani sünnetullahı yalanlıyorsun.

hş. biz köyde yaptırmışlar binaları, bunun üstüne şunu atsak ne olur? altında ne var bilmiyorum ki, ne bileyim üstüne koyunca ne olacağını. her şeyin hesabını bileceksin.
yol birdir aslında. ama baktığın zaman, herkes kendini mühendis zannediyor.

aş. şimdi yaptık, sünnetullaha uygun yaptık, çalmadık, yıkıldı. bu demek değildir ki, biz vazifemizi yapmadık. binanın sağlam olması, sünnetullahın göstergesidir. biz sağlam bina yapacağız diye bakmıyoruz; ubudiyetimizi yapmaktır. din demek, nedir? şeriat-ı fıtriye diye bilinen kurallar vardır, yaratılışta. bir de insan ruhuna ait kurallar vardır. bunların hiçbirini reddetmemektir, dine uymak.

sen yemek yapacaksın, kitap okumadan, birine sormadan, bunu yapayım, olmaz. o sünnetullaha uyacaksın.

sen allahın sünnetini hiçe saydın, bu tavırla. veya allah diyor ki, kardeşine, sürekli yardım et diyor. sen bunu yapmadın, sonra komşunla niye aranda problem var diyorsun.

mk. ben anlıyorum da, şurasını anlayamıyorum. yahu, herkes hele türkler, yemek işine gelince, çok sağlamlar. ama diğer manevi konularla ilgili, tereyağı nedir, kaç derecede pişirilmesi lazım, bunlarla ilgili konularda, egzersiz eksikliğimiz var.

aş. biz burada paylaşımımızı yapıyoruz. herkes kendi nefsini terbiye etse, mesele zaten bitecek.

zk. karakalemde bir mesele vardı. en doğru işi, en doğru kişi, en doğru iş.

mk. biz yemek işini rahat konuşuyoruz. insanlara saygılı olmak, sünnetullah kuralıdır. insanların yapı itibariyle, iyi niyetli olduklarını kabul ederek, onları yargılamadan karşılayabilmek, sünnetullahtır. karşıladıktan sonra muhakeme etmek de sünnetullahtır. hayatımız sevgi temelli olmayınca, hayatı çözemiyoruz.

aş. insanlara hüsnü zan besleyeceğiz, dedik. karşımızdaki insanın ne düşüneceğini bilemeyiz. biz bunları kendimiz için yapacağız.
benim sorumluluğum, abdurrauf, ne düşünüyor benim hakkımda. benim sorumluluğum değil.

mk. böyle değil. bilakis, iyi bir iletişim için, bunları taşımak, sünnetullahın kuralı. çünkü yaratılıştan gelen kurallar bunlar. yoksa, kendimiz mutsuz olduğumuz gibi, başkalarını da mutsuz ederiz. nasıl ki, mühendisliğin kuralları varsa, bunlar da sünnetullahın kuralları. hayatın içinde, çocuklarımızı fıtri olarak sevmemiz, fıtri bir duygu. onların istikbalini düşünmek de, fıtri bir duygu.

dini konularda da, bizim toplumumuzda, bir şeyin fazlası yapılırsa... mühendislikte de aynı. binayı yaparken, 5 ton gerekiyorsa, 7 ton kullansan, sanki bina daha sağlam olacakmış gibi algılıyoruz. halbuki, 5 ton kullansan daha sağlam olur. çünkü demirle çimentonun orantısını bozar. ama aynı şekilde, mesela namazı 4 rekat kılacaksın demiş. 5 rekat kılarsan, sağlıklı olmaz. aynı şekilde, namazı 5 vakit olarak belirtmiş de, bir de belirtmediği alanlar var.

mesela insan ilişkilerinde, yani kabede, şeytanı taşlamak da ibadet, kabeyi tavaf etmek de ibadet. insan ilişkilerinde de, dövmek de ibadet olabilir, sevmek de. bu değişkenlik özellikleriyle ilgili hayatta zorlandığımız sanıyorum.

hş. problem burada. hayat matematik gibi değil. bunları yaparsak, cenneti garantiledik, gibi değil.

insan ömrü süresince, sürekli karşısına gelen şeylerde, sürekli alacağı tavır. bazı yerlerde, taş koyacaksın, bazı yerlerde taşı yerinden alacaksın. ama burada 3 temel kuralı hiç unutmayacaksın:

zk. 5 dakika sonra ne olacağını bilmiyoruz. dolayısıyla bize düşen, bulunudğumuz anda ne çıkıyorsa, onu düşünmek. geleceği değil.

hş. adam diyor, her şeyi allah bağladıktan sonra iş çok kolay. gerçekten iş çok kolay. o insanlar, hep zoru arıyorlar. felsefenin çözemediği tüm problemleri islam çok kolay çözmüş.

mk. asrın entrikalarıyla ilgili bir misal vereceğim.

bakarsan, dindarlar diyor ki, kardeşim, kuran 4 karıyla evlenilir diyor. hanımefendi diyelim, kibar olsun. gerçekten kuranda bu var mı? var. peki bu zamanda bir kadını dengeli bir şekilde, bu kadar hırsları gelişiklikleri, duygusal gelişmiş iki hanımı bir arada tutmak kolay mı?

aö. size göre? belki başkalarına göre kolaydır.

mk. sen biliyorsan, nasıl olacağını anlat. şimdi bu sorumluluğu bilmiyor, nefsi namına bu izin var diye, getiremeyecek insan yoktur demiyorum. ama ne yapıyor? kuranın hükmü doğru, ama kendisinin kaldıramayacağı şartları bildiği halde, bu ayet onun için yanlış olmuş oluyor.

zk. ayetin birini yapıyor, diğerlerini yapmıyor demektir.

aş. buraya devam edelim mi?

"..."
ne yaparsan yap adaletli yap. bedenin yaşayabilmesi için neye ihtiyaç var? gıda. ruhun yaşaması için üç şeye ihtiyacı var: kuvve-i gadabiyenin, aklıyenin ve şeheviyenin istikameti. bunlar ruhun gıdası. ruhumuz doğru gıda alırsa, ondan doğru sonuçlar çıkacak.

birincisi, menfaatleri çekmek için, kuvve-i şeheviyedir. ikincisi, zararlı şeylerden korunmak için, gadab duygusu. üçüncüsü, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için, akıl kuvvetidir.

akıl öbür iki kuvvetin dengesini sağlıyor. akıl, meleki bir duygu.

bu kuvvelere, şeriatça, bir had konmuş ise de, fıtraten tayin edilmemiş. yani ne kadar menfaati celbedeceği,...

bu kuvvelerin her birisi, tefrit, vasat ve ifrat manasında üç mertebeye ayrılır. mesela, şehvet duygsunun tefriti, ne helale ne harama iştihası yoktur. ifrat mertebesi, haddini aşma iştihasında. vasat mertebesi iffettir. helaline şehveti var, harama yoktur.

gadabi kuvvetin tefriti, aşırı korkudur. ifratı, manevi ve maddi hiçbir şeyden korkmamaktır. vasatı ise, hukuk için, canını feda edebilir. ibni abbas ile hz. ömer arasında geçen bir olay var. hz. ömer, mescide sığmıyor, müslümanlar. genişletelim, diyor. hz. abbasın büyük bir arazisi var, mescidin yanında. ondan satın alalım diyor. hz. abbas diyor ki, satmıyorum. bunu deyince, hz. ömer kızıyor, fazla para verin diyor. yine satmıyor. o zaman zorla alırım diyor. ibni abbas diyor ki, alamazsın diyor. hakem tayin edelim diyorlar. hz. kab hakem oluyor. diyor ki, bir gün hz. süleymana mescit inşa etmesini allah söyledi. arsanın içinde yaşlı bir kaının evi vardı. kadın o binanın yıkılmasını istemiyordu. onu yıkmak isteyince, allah onu ikaz etti: "benim mescidimi zulüm üzerine mi inşa edeceksin". bunu anlatınca, hz. ömer ben de vazgeçtim, diyor. o zaman ibni abbas da, ben de arsayı hibe ettim, diyor. ibni abbasın maksadı, orada hakkı korumkatı. kimsenin hakkını yiyemezsin, demekti amacı.

şecaat, meşru olanlar için canını bile feda eder, meşru olmayanlara ise karışmaz.

akıl kuvvetinin tefriti: hiçbir şeyden haberi olmamak. ifratı, cerbezedir, hakkı batıl, batılı hak gibi göstermektir. vasat mertebesi ise, hakkı hak bilir imtisal eder, batılı batıl bilir, içtinab eder. kime hikmet verilmişse, ona büyük bir hayır verilmiştir.

mk. ben şöyle anlıyorum: ehli sünnet olmak demek, ev alacaksam, mühendislik planlarını görerek evi almam demektir. görmeden, ya allah deyip almak, sünnete uygunsuzluktur. ya da, sorumluluk almakla ilgili bir konu edineceğiz. iş hayatımız. iş deyince, bismillah demek yetmiyor. işin kuralları, ben ne yapmam gerekiyor, ne eğitim almak gerekiyor. mesela şimdiki gençler, hemen burnu şişiyor, neden ben müdür değilim diye kızıyor. adama sevgiyle yaklaşacak, bu arada kendi eksiklerini tamamlayacak.

8 Ekim 2010 Cuma

15. Şua Fatiha 5. Kelime

"Beşinci Kelime: اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dir. Bundaki hüccete işaretten evvel hakikatlı bir seyahat-ı hayaliyeyi Yirmidokuzuncu Mektub'un izahına binâen kısaca beyan etmek kalbe geldi. Şöyle ki:
Bir zaman, Kur'anın mu'cizelerini ararken; Risâle-i Nur'da, hususan İşarat-ül İ'caz tefsir-i Nurî'de ve Rumuz-u Semaniye'de beyanları gibi, Sûre-i Feth'in âhirindeki âyette dört-beş mu'cize ve ihbar-ı gaybîyi, hattâ َالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ cümlesinde bir tarihî mu'cizeyi, hattâ çok kelimelerinde müteaddid i'caz lem'alarını ve bazı harflerinde mu'cizane nükteleri bulduğum bir zamanda, namazda Fatiha'yı okurken نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ deki "ن"un bir mu'cizesini bana bildirmek için bir sual kalbe geldi: Neden اَعْبُدُ اَسْتَعِينُ yani "Ben ibadet ve istiane ederim" denilmedi?

Nun'u mütekellim-i maalgayr ile, yani "Biz sana ibadet ve istiane ederiz" demiş? Birden o "nun" kapısıyla bir seyahat-ı hayaliye meydanı açıldı. Namazdaki cemaatın azîm sırrını ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mu'cize olduğunu şuhud derecesinde bildim ve gördüm. Şöyle ki:
Ben o zaman İstanbul'da Bayezid Câmii'nde namaz kılarken, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dedim. Baktım, o câmideki cemaat, benim gibi diyerek bu davama ve اِهْدِنَا daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açıldı. Gördüm ki; İstanbul'un bütün mescidleri, büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip benim; davalarıma ve dualarıma imza basıyorlar, âmîn diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı. Gördüm ki; âlem-i İslâm, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâ'be mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan müslümanların safları, dairevî bir tarzda o kudsî mihraba teveccüh ederek, benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِهْدِنَا deyip, herbiri umum namına hem dua, hem dava, hem tasdik eder, hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem bu kadar azîm bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard eder diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüşahede tasdik ederken, bir perde daha açıldı. Gördüm ki; kâinat, bir câmi-i ekber ve bütün mahlukat taifeleri, bir salât-ı kübrada cemaat ile herbiri kendine mahsus bir ibadetle ve hal dili ile bir nevi namaz kılıyorlar gibi Mabud-u Zülcelal'in muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için herbiri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki, aynı neticeyi isbat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken, birden bir perde daha açıldı. Gördüm ki; nasıl bir insan-ı ekber olan kâinat, lisan-ı hal ve çok eczaları, istidad ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve zîşuur mevcudatları, lisan-ı kal ile اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorlar ve Hâlıkının merhametkârane rububiyetine karşı ubudiyetlerini gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük kâinat hükmünde o cemaat-ı uzmada herbir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Hâlıkının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyerek emir ve irade-i İlahiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlıklarının inayetine ve rahmetine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar gördüm. Hem namazdaki cemaatin kudsî sırrını, hem nun'un güzel mu'cizesini hayretle müşahede edip, nun kapısıyla girdiğim gibi çıktım, Elhamdülillah dedim. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarım hesabına da söylemeye alıştım. Şimdi mukaddime bitti, sadede dönüyoruz.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ in işaret ettikleri hüccete gayet kısa bir işarettir:
Evvelâ: Biz, gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde; dehşetli ve daimî bir faaliyet ve hallakıyetin intizamla cereyanı içinde merhametkârane, müdebbirane bir rububiyet-i mutlaka hadsiz zîhayatların istianelerine ve fiilen ve halen ve kalen istimdadlarına ve dualarına kemal-i hikmet ve inayet ile imdad ve herbirine fiilen cevab vermek tezahürü içinde bir uluhiyet-i mutlaka, bir mabudiyet-i âmmenin tecelliyatı, umum mahlukatın, hususan zîhayatın ve bilhassa insan taifelerinin fıtrî ve ihtiyarî binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı selim ve îman gözü gördüğü gibi, bütün semavî fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.
Sâniyen: نَعْبُدُ nun'unun remziyle mukaddimede mezkûr üç cemaatten herbiri ve umumu beraber, çeşit çeşit, fıtrî ve ihtiyarî ibadetlerle meşgul olmaları; şeksiz, bedahetle bir mabudiyete karşı şâkirane bir mukabele ve bir Mâbud-u Mukaddes'in mevcudiyetine hadsiz ve şübhesiz bir şehadettir. Ve نَسْتَعِينُ nun'unun remziyle mezkûr üç cemaatin, yani mecmu-u kâinattan tâ bir ceseddeki zerrelerin cemaatinden herbir taifenin, herbir ferdin fiilî ve halî istianeleri ve duaları var. Ve onların muavenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevab veren bir şefkatli müdebbire, şübhesiz şehadet eder. Meselâ: Yirmiüçüncü Söz'ün dediği gibi, zemindeki umum mahlukatın üç nevi duaları pek hârika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-ı Rahîm ve Mücîb'e kat'î şehadet eder. Evet tohumlar ve çekirdekler istidad lisanıyla herbiri birer ağaç ve birer sünbüle olmayı Hâlıkından isteyip, duaları gözümüz önünde kabul olması gibi; bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdadlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerim'e zâhir şehadet eder. İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kal ile edilen duaların bütün nevileri hususan enbiyaların (Aleyhimüsselâm) ve havasların hârika bir surette makbuliyeti, اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hüccet-i vahdaniyete şehadet eder.
"
aş. neden ben demek yerine, biz sana ibadet ederiz, ifadesi kullanılıyor? oradaki biz kimdir?
önce nun'un ne demek olduğunu, yani biz ibadet ederiz, derken namaz kılan kişi şunu düşünebilir: şu camidysek, bu camide bluulunan insanlar; kabede saf utmuş insanlar, tüm dünyadaki ikulluk eden tüm insanlar. biz derken, büyük bir cemaat olarak bütün bunlar kastediliyor. ben yalnız değilim, iyyake nabüdü derken. yaratıcıdan medet ummak davasında yalnız değilim. bütün müminler, o halka halka, hatta resulullahın zamanından bize kadarki tüm devirler, birlikte ibadet ediyorlar. farklı zaman dilimlerinde. bizi tasdik ediyorlar; çünkü biz de Allah'ın varlığına tanıklık ediyoruz. Milyonlarca insanların en kamil olanlarının gittiği yol, insana emniyet verir.

2. veçhesi daha ilginç. dünyanın içindeki tüm mevcudutaç toprak, suy, hava, btün b surlar, bir yere sevkediliyor. bilinç olmadığı halde, bütün yaptığı fiiler arının, karıncanın, gökteki yıldızların. yıldızların her biri muhteşem bir intizam içinde hareket ediyor. kendileri bunların farkında bile değiller. dünyanın dönmesi, mevsimlere vesile oluyor. ne güneş bunun farkında ne de meyve. demek ki, her bir şey yıldızlardan zerrelere kadar, öyle bir faaliyet sürekli var ki, o faaliyet bir anlık dursa, kainat çökecek. bir anlık kuvvet çekilse, anında tüm zerreler her tarafa dağılacak. öyleyse, biz kendi başıma hareket etmiyoruz, bir varlğıımızla yaratıcımızı ilan ediyoruz, diyorlar.

her biri, bir şeye dayanıyor. birine tabi olmuş. sadece biz insanlar değil, tüm evcudat ona ibadet ediyor.

3. Kendi vücudumdaki zerreler.

İnsan bilinçli, hikmetle hareket edebilir halde, ama yine de vücudunda olan hiçbir hadiseden haberi oyk.
ben bilinçli olduğum halde, vücudumda olan hiçbir şeyden haberdar değilim. demek ki onlar da benimle aynı kişiye ibadet ediyorlar. Tüm kainat aynı.

Ayet iyyake nabüdü dedirtmekle, bütün mevcudatınibadet ettiği Allahın azamet ve izzetini gösteriyor. ben böyle bir rabbe ibadet ediyorum, diye ayet bize ters veriyor.

zk. namaz kılarken, bu ayeti allaha söylüyorsun. bu saa bir sorumluluk veryior. ben onları da temsil ediyorum.

mk. bütün mahlukat, biz sana ibadet ediyoruz, diye sana ibadet ediyoruz, fiili ve hali olarak söylüyor. sanki tüm milletin stadda "türkiye" demesi gibi. kainatı sanki hep birden, hareket ettirdiğini ilan ediyor.

aş. bunu bir an bile yaşamak çok dehşetli bir şey. zerreden yıldıza kadar her şeyin allahı ilan ettiğini hissediyorsun.

mk. tabi bunu her an yüzde yüz yaşamak şart değil. bunu bir an bile yaşasan, bunun etkisi başka zamanları kuşatır.

zf. 20 sene önce 25. sözü bir okumuştuk aş ile birlikte. onun lezzetini hala yaşıyoruz.

mk. bir de tersinden düşünebiliriz. "abüdü" diyemezsin, "nabüdü" demek zorundasın. çünkü insan tek başına değildir. bitkisiyle, yıldızıyla, canlılarıyla hepsiyle beraber insan olursun.

zf. nasıl şahsi ibadetlerimizi yaparken, bunları sadece biz değil, milyonlar müslüman yapıyor, hepsi birlikte arşı alaya çıkıyor. ona dahil olduğunu hissetmek.

aş. düşün, bir stadyumda tek kişi bağırıyor.

mk. deli derler adama.

aş. müslümanları değil, tüm ehli imanı düşünün. bir de tüm zamanları düşünün. hz. ademden bu yana geçen tüm zamanları düşünün. ben duygularımdan bağımsız olamam ki, ben yalnız başına olamaz ki. dolayıısyla benin içinde bütün bunların tümü var. benin içinden tüm külli bir ubudiyete ulaşabilir. ben sadece kendim yiyeyim düşünecek insan yok. çocuğunu, başkasını, çiçeği, yıldızları düşünüyor. bunlardan bigane kalamıyor. ancak mutlak manada biz diyerek, insan tatmin olabilir. "sana biadet ederiz' in karşılığı olan bir yaratıcısı var.

mk. bir de yan çıkarım yapalım. kainatı ibadet eden, tekbir getiren olarak düşündüğümüzde, kainata dost oluruz. kainatı severiz, okşarız, yükses sesle konuşmayız, rahatsız olmasın diye. onu kendi arkadaşımız olarak görürüz.

ben hatırlıyorum, çocukken karanılktan korkardım. niye korkardım? çünkü karanlığı da aydınlık gibi allahın gönderdiğini anlamamışım. beni anam korur zannetmişim. halbuki, anaların şefkatinin kaynağı olan allahı bilsem, korkmam.

aş. karanlık da ona itaat ediyor, aydınılk da, musibet de, ölüm de.
dolayısıyla onlara korku ve hüzün yoktur diyor ayet.

çok kuytu bir yerden geçioyrsunuz. bir korkuyorsunuz; ama bir bakıyorsunuz tanıdık bir sima. nasıl bir rahatlıyorsunuz. kainat da böyle. tüm şehir karanlık bir mevcuda, düşman giib gelirken, bir anda, herkes size dost oluyor. hepsi allahın kulları, akrabam.

mk. veya karanlık da olsa, mesela bir yerde aslan görüyorsunuz, ama sahibi var.

hayatta başarılı olmanın sırrı nedir, herkes der ki, çok çalışmaktır. ben de eskiden öyle sanardım. şimdi nedir? kendinle dost olmaktır, süper bir enerji hissedersiniz.

bir zorluk yaşasa bile,bunları aşabilecek gücü rabbinden hisseder insan.

aş. her şeyin tedbiri önceden alınmış. petrol bile milyonlarca sene öncesinden depolanmış. bir mahluk yaratılmış da, o mahlukun ihtiyacı önceden hazırlanmamış, böyle bir şey mümkün değil kainatta.

rubububiyeti mutlaka var. yani rububiyetin boş bıraktığı alan yok.

gözümüz görmeye muhtaç değil mi? bunun için gözümüzdeki tüm hücrelerin tam çalışıyor olması lazım. damar azıcık zedelense, görme hasar görür. her an oradaki faaiyetin olması gerekiyor. yani bedendeki her bir hücre allaha itaat ediyor. hatta ilginçtir, görmeyen göz de ona itaat ediyor. çünkü onun sünneti nedir? kafamızda şöyle bir problem olabilir. insan yarattı yaratı da, birilerine gelince, olmadı beceremdi diyebilir misiniz? yok. allahın gözle değil, gözsüz insana da gördürebileceğinin kanıtıdır, ama insanlar. birçok duyguyla görmenin mümkün olduğunun kanıtıdır bu.

biz öyle birine ibadet ediyoruz ki, dev galaksiler, yıldızlar... güneşle dünyanın arasındaki büyüklük farkı, hayale zor gelir. dünya, güneşin karşısında milyonda bir. bir uçak 700 km saatte hızla gidiyor. dünya 1600 km hızla gidiyor. güneş daha hızlı gidiyor. saatte 20 bin kilometre. dünyadan 1 milyon kat daha büyük olan güneş bu süratle gidiyor ve hiçbir problem çıkmıyor. yani o da itaat ediyor. galaksiler, her biri allaha secde ediyor, onun emrinden çıkmıyor. onun secdesi itaat etmek. böyle birine ibadet ediyoruz. namaz kılarken, bunu tahayyül edin. bütün mevcudatla beraber namaz kılıyorumdiye hayal etsek, namaz kadar zevkli ve güzel olur.

bir kişi, tek başına maça gitse, hiç zevk almaz. ama bir milioyn kişinin katıldığı bir etkinliğe katılınca, insan çok zevk alıyor.

mk.

1 Ekim 2010 Cuma

28. Lema "Nefis daima kötü şeylere meyleder"

"

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ

Meali: (Haşiye) "Nefis daima kötü şeylere sevkeder." âyetinin, hem de اَعْدَىعَدُوِّكَنَفْسُكَالَّتِىبَيْنَجَنْبَيْكَ mânâ-yı şerifi: "Senin en zararlı düşmanın nefsindir." Hadîsinin bir nüktesidir.


Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِاتَّخَذَاِلهَهُهَوَيهُ âyetinin bir tokadını yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise, aks-ül amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyayı karıştırır. Akibeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya mübtela olan hisse ve heva-yı nefse mağlub olup, yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Âdeta ders aldığı Amme Cüz'ünü bir tek şekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak için ve hevasını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasaret eder.

اَللّهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ

____________________________________

(Haşiye): Bu parçanın da, herkese faidesi var.

* * *

SUAL: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennem'de hapis nasıl adâlet olur?

ELCEVAP: Sene, üçyüz altmışbeş gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis iktizası kanun-u adâlet iken; bir dakika küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kanun-u adâletle elli yedi trilyon ikiyüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kanun-u adâletiyle hapse müstehak olur. Elbette خَالِدِينَفِيهَااَبَدًا adâlet-i İlahî ile vech-i muvafakatı bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gâyet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal zâhirî âdete göre onbeş sene maktulün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, binbir Esmâ-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şEhadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder.

Said Nursî
"
amç. burada tezkiye aslında, nefsin tezkiyesi bir başka yerde de, tezkiye etmemektir diye geçer. yani temize çaıkarılmamış nefis. kedini temize çıkaran bu konunun muhatabı olamaz. nefsi emmare olduğunun bilincide okumak lazım.
bir de sevmek, kendi nefsini seven, başkasını hakiki sevemez.

aş. burada arındırılmamış nefsin vaziyetini anlatıyor. temizlenmemiş.

amç. temize çıkarılmamış.

aş. o başka. nefsin kendini temize çıkarması ayrıdır, nefsi tezkiye etmek güzeldir; nefsin kendini tezkiye etmesi farklıdır, kendisini savunması anlamına gelir. bunları karıştırmayalım. burada emmare olan nefisten, yani kendini temizlenmemiş anlamında kullanılıyor.

amç. evet.

aş. şuna vurgu yapmak istiyorum: neden insanın en büyük düşmanı nefistir de, şeytan değildir.

zk. çünkü sürekli içinde var, karıştırabilirsin ruhla nefsi.

aş. fakat asıl nefsi tahrik eden şey şeytandır. niye en büyük düşman nefis oluyor ki o zaman?

ys. şeytanın da başında nefis var. dolayısıyla, nefis her şeyin başında o var.

zk. nefsiniz temiz olmazsa, zaten allahı aksetmez.

aş. şeytanın tesiri yok insan üzerinde.

amç. insanın içinde öyle bir mekanizma olmasa, yani şeytanın yönlendirebileceği bir mekanizma olduğu için şeytan iş görüyor. şeytan aslında evhamla ve şübehatla, tasavvur dediğimiz, hakikati olmayan şeylerle iş görüyor. bunlara uyabilecek motor bir mekanizma nefis. o içinde olduğu zaman, kötülüğe gidebiliyorsun. nefsinin olmadığını düşün, veya nefsini dizgine vurmuş bir insanı düşün.. onun için şeytanlar ordusu olsa ne olur?

aş. şöyle düşünelim. sende bir ayna var. dışarıda pislik var. pislik bunun üzerinde gözüktüğü zaman, ayna kirlenir mi? kirlenmez. nefsin öyle bir fonksiyonu var ki, o pisliği kendinde tevehhüm zannediyor. onu kalıcı ve daim kılan, of enalığı kalıcı yapan şey, nefistir. bir nevi insanı şeytanlaştırdığı için, şeytanın insana tesiri yok, ama senin içindeki nefsin sana tesiri var. dışarıdaki şeyin etkisi, sen gözünü çektiğin anda kapanır. ama nefis, o şeytanın etkisine vücut vererek onu kalıcılaştırır. ayette de, ... diyor. şeytanların vesvesesinden sana sığındıktan sonra ve onun içimde olmasından sana a sığınırım diyor. nefsinnle birlikte, şeytan içinde hazır hale geliyor. ötekisi sadece vesvese verip gidiyor. sen kulağını, yani nefsini susturdun, o bir şey yapamaz. ama nefis açıldı, şeytanın vesvesesi içine girince, nefis şeytan vazifesi görüyor. onun yanında bulunması, nefis vasıtasıyla olur.

o yüzden en büyük düşman nefistir. ötekinin tesiri yok, terakkiye de vesiledir. musibeti musibet olarak gösteren de nefistir. musibeti, musbiet olarak gören, yani allahın kötü bir şey yaptığını tevehhüm ettiren nefistir. insanın nefsini sürekli temizlemesi lazım ki, şeytana karşı kapansın, öylece şeytan içinde icra görevi yapamasın.

niye tezkiye ediyoruz? nefsi temizlersen, o aynada, pislik yansımaz. şeytanla olan irtibatı işlemez hale getiriyorsun.

mn. yalnız nefis her zaman şeytanı dinlemez mi?

aş. evet dinler; ama tezkiye edilmiş nefis şeytanı tanır. kimden geldiğini tanıyor. rabbinden mutmain olmuş kişi, hiç şeytanı içeri bile sokmuyor.

bu mesele çok önemli. aslında münafıklık... kafirin tavrı bellidir, ama müminler içinde münafık, nefisle olan ilişkisinden belli olur.

"Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez"

bu çok önemli bir söz.

amç. asrımızda hep tartışılan, sevgisizlik ve şefkatsizlik, enaniyet asrının yansımaları. ya anasını testereyle doğruyor, ya çocuğu doğar doğmaz kuyudan aşağı attı. akılların kabul edemeyeceği şeyler, çok sıradan olmuş. bir kadın programında denk geldi, öyle olaylar çıkıyor ki, aklın hayalin durur. bir insan evladı bunları yapar mı, diyeceğin olaylar. belki çağlar boyu, bu kadar ağırı görülmemiştir. o da neden?

aş. peki neden sevmez?

bu hedonizm, bu asrın hazcılığa dönüşmesi, haz eksenli hayata dönüşmesi, nefisçilerin firavunculuğunun göstergesidir. insanlar, "sevgilisini çok sevdiğini" söylerken, bile aslında ondaki hazzını seviyor. sözde hayatını feda edecek derecede iltifat gösterir, ama asıl istediği o hazdaki o aşırı tiryakilikten odlayı, onu almasa ölecek gibi. bu zamandaki fedakarlıkların özünde, nefsine aşırı derecede tapma var. bunu da burası formüle etmiş. hazcı bir toplumun, bencil, firavunlaşmış bir kişiliğin formülünü veriyor. hususen, münafıklarda daha bariz olan bir hastalıktır bu.

ys. kıyamette her şey zirvede tecelli ediyor ya, orada, cenabı hak, mücrimden bahsediyor. hz. ebubekir, vücudum o kadar büyüsün ki, hiç kimse giremesin derken; mücrimse herkesi kendi nefsine feda ediyor. mücrim insanlar, o gün, evlatlarını feda eder, kendisi kurtulmak için cehennemden. mücrim: büyük cürüm işleyen demek.

aş. en büyük cürüm de, nefsine tapmak demektir.

kendisi manevi bir cehennem yaşıyor. sınırlı bir zevk yaşıyor. o zevk içintüm dünyayı feda edecek derecede bir tavra girer. zaten üstad milliyetçiliği anlatırken, kendi ortak menfaatini gördüğü için, milliyetçi olur diyor. ama yeri geldiğinde onu dahi feda eder.

amç. iştera ifadesi var. reşid ağbi, münafıklarda görülür derken, şöyle anlamamak lazım: her münafıkane davranış eşittir münafık değil. riya mesela münafıkane bir tavırdır. menfaatin peşinde koşmak da öyledir. onlar katmerleşirse, insanın münafık olma ihtimali yükselir.

ys. fakra övgü diye bir kitap var. nefis, doğası itibariyle münafıktır, demiş. menfaati neredeyse oraya gider.

amç. bir başka yerde de, siyaset, nefsi emmarenin tavranı çok benzer. o yüzden, söylediğinin aksidir.

hidayeti terk edip, dalaleti aldığımız, fıtratımızın iktizasıdır, ihtiyarımızda değildir, der bunlar. ne yapalım, pis nefis, diyerek suçluyorlar ya. bu mazaretin reddine işarettir. kuran onlara diyor ki: cenabı hak sizlere uzun bir ömür vermiştir. sen nefsini tezkiye et, ruhlarınızda kemalat istidadını bırakmıştır. hidayetin çekirdeğini vicdanınıza dikmiştir. halbuki sizler, saadete bedel, fani menfaatleri ve dünyevi lezzetleri alıyorsunuz. demek sui ihtiyarınızla, dalalet mesleğini ihtiyar ve tercih etmekle, fıtri hidayetinizi bozarak, zarar ettiniz. münafıkların iki hüsrana maruz kalıdklarına şehadettir. birincisi, dalalettir. kincisi, hidayeti kaybediyor, fıtri olanı kaybediyor.

aş. bir insan kendi nefsine toz kondurmuyorsa, yani tezkiye etmiyorsa, o insanda kendi benine karşı çok ciddi bir muhabbet vardır. her meselede, kendi nefsine tozkondurmuyor. sen kırdın diyor, kendisi kırdı demiyor. sen beni eleştiriyorsun, ama bir sürü insan da yapıyor. nefsi sürekli temize çıkarma tavrı var, ama temizleme yok. kötülüğü emreden yönünü temizlemiyor.

zk. biz önceki haftaya bağlayabiliriz. iyyake nabudu. bu adam bu kökten geliyor, yerine biz insan oğlu olarak düşünmemiz lazım. adam yahudi veya hirstiyan ne fark eder? hiç. resulullah hariç herkes kafirdi; ama o herkese insan olarak davrandı.

aş. ikinci söz çok ilginçtir. nazarla ilgilidir. eğer allahı seviyorsanız, bana ittiba ediniz. yani muhammed asm. eğer ittiba etmiyorsanız, sevmiyorsunuz demektir. ilginçtir, üstad da insanın nefsani mi rahmani mi davranıdğının ölçüsünü, ben mi diyor, sen mi diyor, ile belirtiyor. ha sen yemişsin, ha o yemiş ne olacak? birisi, allahın nimetini tadıyor. ötekisini önceleyen, kendi nefsini tezkiye etmiş demektir. bir insan niye başkasının nefsini kendine tercih etsin. ancak allah rızası için, iman dışında başka bir şey olamaz. imanın göstergesidir. iman etmeyen niye, başkasına karşılıksız versin.

zk. israiloğulları mısırdan çıktıkları zaman, allah onlara nimet verdi. ama onlar kendi ektiklerini tercih etti.

aş. ben yaptım, diyebilecek böylece.

zk. misal çay. yeşil çay, gelse adam bunu içmeyecek. amerikada, tüm danyadan insanlar geliyor. kendi ülkseinde bunları yemiyor; ama amerikada helal olsun kabul ediyor, hepsini yiyor. bir türk, arabın yemeğini yiyecek. ama helal olsun.

ys. allahın indirdiğine tabi olun, dendiği zaman, bize indirilene tabi oluruz. indireni boşver, önemli olan biziz, gibi bir tavırları var.

amç. bir de ağbi, insan nefsini niye seviyor? oraya da bakmak lazım. insan kendine en yakın olanı sever. çocuğunu seversin, bana en yakın o. annesini niye sever? bana en yakın o.

ys. fıtri bir kural. insanın kendini koruması lazım. kaderi olarak, ...

amç. şerleri def ederek ve menfaatleri çekerek, kendi nefsini koruması lazım. risale diyor ki: madem kurbiyet için seviyorum diyorsun, ama şulenin zeyli bölümünde diyor ki: nefsine olan muhabbeti icap ettiren, nefsin sana olan kurbiyeti ise, halıkına muhabbetin daha fazla olmalıdır. çünkü nefsinden, o daha karibdir. evet, senin fikrin, halıkın nazarı, ilmi altındadır.

üstad diyor ya, mahiyetini bildiğim ama isim veremediğim hasseler var. yaika gibi. bir de bir olgu var dediği ama anlayamadığı şeyler var ki, onlar halıkın nazarı ve ilmi altındadır.

aş. senin kendi nefsinde ihata edemediğin şeyler olması, senin nefsinden uzak, Rabbinin onlara yakın olması demektir. o yaratmış.

amç. demek nefsimizi yakınlık itibariyle seviyorsak, rabbimizi nefsimizden çok daha fazla sevmemiz lazım.

ys. tüm dünyada islam artık kabul edilmeye başlıyor. imtihan nerede olacak, bu duurmda, islam tüm evlere girse bile? bunla ilgili bir hadis var: savaşlar olacak. insanlar iki çadıra ayrılacak. iman çadırı ki, içinde hiç nifak yoktur. bir de nifak çadırıdır ki, içinde hiç iman yoktur.

aş. niye kendi nefsini seven, başkasını sevmez. adam müslüman, ama kendi nefsini seveiyorsa, başka kimseyi sevemez, içinde nifak vardır.

beni israilin son dönemi tamamen münafıktır.

onun psikolojik bir yöntemi var. adam sürekli onların dinine tapınmaya alıştığı için, hürriyeti bir türlü algılayamıyor.

amç. adamın fıtratı bu. adamlar asırlardır anlaşmayı bozmaya odaklanmış. karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu, sözü var ya. karamanoğlu o kadar bela olmuş ki. yıldırım beyazıdın çürümeye başlamış cesedini çıkarıp, yakmışlar. o derece öfkeliler. osmanlı onlara demiş ki: bak ben avrupayla savaşayım, konya tarafı sende kalsın. seninle bir anlaşma yapalım. ama şöyle yapalım: göğsümüze kuran koyalım. öbürü de iki tane kumru koyuyor. yemin ediyorlar. tam çıkarken, döneceğiz onları öldüreceğiz, diyorlar.

israilin yahudi milletinin tavrı da, o karamanın koyunu gibiler. yahudileşmek dediğimiz şey, aslında o nifak çadırının içine girmek. ayet miydi? namaz kılan imansızlar diye kitap var.

aş. biz de yahudileşmedikçe kıyamet kopmayacak.

ys. mesela mehdi meksikadan gelse, onu kabul edebilir miyiz?

"Eğer zahirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever."

aş. menfaatiyle çatışdığı zaman, nefsini tercih eder. kadınlar da bu daha çok olur, kendi kuralıyla, sünnet örtüştüğü zaman, mesele yok. ama çatıştığı zaman, kendi kuralı önde gelir. ondaki menfaatini ve lezzetini sever. ben birini biliyorum, üniversitede, kız için az daha arabanın altına atacak. kendisi ahlaksız bir adam; ama ondaki menfaati için neredeyse kendini atacak. seviyormuş gibi olsa da, sevdiği aslında menfaatidir.

"Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz"

Sen onu beğen, onu cömert gör istiyor. O çıkarı için ne yapması gerekiyorsa, onu yapmaya çalışıyor. Dindar da olur. Adam dindar, müşteri olsun da ne olursa olsun, diyor.

Çok pozitif bir şeymiş gibi davranıyorlar. Özellikle batı medeniyeti. sevmiyor seni, ama "sevmiyorum" demiyor. iltifat ediyor.

yy. o eğitimi alıyor adam. onu orada değil, bireysel ilişkilerde ona bakmak lazım. yoksa, markete gittiğinde gülümsemesine bakmamak lazım.

ys. pratik hayatta bizim gülümsememiz isteniyor. ama biz somurtan insanlarız.

aş. o ayrı. adam inanmadığı halde iltifat ediyor.

adam patronsa, şöyle diyeceksin. inanmadığın sevmediğin bir insana, menfaatin için, söyle. menfaat eksenli bir düşünce empoze ediliyor.

ir. batı medeniyeti, menfaat eksenli bir medeniyettir diyebilir miyiz? yani karın azami artırılması üzerine kurulmuştur. bir eşyadan, insandan en fazla nasıl istifade edebilirim.

"Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِاتَّخَذَاِلهَهُهَوَيهُ âyetinin bir tokadını yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise, aks-ül amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür."

aş. bu zamanda, hakikaten, reklamlara bakın. şunu yap, başkası çatlasın. havanı at. bunlar insaniyet dışı şeyler. başkasına markanı göstererek hava atıyorsun.

amç. o bir şey değil. nike şunu diyor: önce kendin ol, diyordu. şimdi amansız ol, diyor. insafsız yani. acıma. vahşeti pompalar şekilde. hava atmayı, öyle bir hale getir ki, adam yerin dibine girsin, ben adam değilim, desin. iş artık onurla ilgili bir yere gelmeye başladı.

ys. tecavüz sahnesini ballandıra ballandıra reklamını yapıyorlar. sadece kuvveti şeheviye yeterli gelmiyor. kuvvei gadabiyeyi de meczediyorlar.

aş. şehevet var, ama tecavüz suretinde. tecavüz sahnesini bütün türkiye seyrediyor, diye yansıtıyorlar. tüm türkiye, bu sahneye kilitlendi. hadi öteki tarafta, şehvet vardı. şimdi bir de gadabiyeyi de ekliyorlar.

amç. cennetle müjdelenecek, az sonra. yarışma programlarında, 200 bin lira kazandım diye seviniyorlar. adam sanki, cennetle müjdelenmiş.

aş. insanların ilgi ve merak alanı, nereye geldi. mesele bu.

amç. aslında öyle de değil. önemli göstertme alanı nereye geldi. adamlar bilmiyor ki, çok önemli sahne diye lanse ediliyor, ama demiyor ki, başında az sonra böyle bir sahne gelecek diye söylemiyor.

aş. insanlar nazarında kıymetli olan şeylerle ilgili bir hadis var. bir gün gelecek, insanlar haksızlık yapacak, diğerleri de susacak. daha da beteri var: insanlar susacak, haksızlığa karşı. hakla batıl karışacak. iyi hasletler kötü olacak, kötü hasletler iyi olacak.

amç. bir de şu yazıyor:bütün lezzetlerin kaynağı nefistir. risalei nur neden etkili sorusuna üstadın verdiği cevap da, buradaki iki sevme sebebiyle çok ilişkili. lezzetin içinde ayn-ı elemi göstermesiyle. eski eserler, o anda elemi göstermek yerine, uzaktaki elemi göstermek suretiyle yaklaştıkları için, adam diyor ki, varsa var, zamanı gelmeden tövbemizi yaparız diyor. risalei nur, o lezzeti aldım zannetiğin anda, acı olduğunu gösteriyor.

aş. kaç insanla görüştüm, "elemsiz lezzet imandadır" deyince, hep insanlar çarpılıyor. hep diyorlar: bir nameşru lezzetin arkasından elem gelmediğini görmedim ben diyor. dinsiz insanlar bunu diyor. elemin gerçek kaynağı lezzettir aslında. cennet olmasa, cehennem olmaz. parasını kaybeden adam üzülür. asıl lezzetin kendisidir problem. eğer ahiret yoksa, kaybetmenin acısı o anda adamı yiyor. her şeyi burada yapmaya çalışıyor.

"Hem amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştırır. "

bu söyledikleri, müslümanlar içindi, bunu söylüyor.

"Akibeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya mübtela olan hisse ve heva-yı nefse mağlub olup, yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. "

yatıyor. ceza olarak bin sene ceza veriyorlar. akıbeti görmeyen. nefsin ömrü bir andır, ve o anda mevcut olmak ister. ruh ise bakidir. o yüzden ruhun lezzeti, ruhun gıdasıdır baki olacak olan. insanın namazını inkar etmemesi, bunun göstergesidir. adam dinsiz oluyor, ama çocukken kıldığı namazdan lezzet alıyor. çünkü o bakiydi. öte taraftan, nefis anlık yaşar.

ys. zaten imtihanın en son noktası. hidayetin allahtan olduğuna inanırız. iman bile allahın nimetidir. mutezile diyor ki, büyük bir nimeti insana bağlamış, diyerek çirkinleştirmiş formülü, diyor. bir hadis var bununla ilgili: dört kişi getirilir. birisi, çocukken, birisi ihtiyarken, birisi fetret döneminde vefat etmiş. allah cehenneme merediyor, çıkar bir parçanı diye. sonra o kişilere hitap ediyor: ben kullarıma peygamberler gönderirdim, onların bir kısmı inandı, bir kısmı inanmadı. ben de kendimin size elçisiyim. girin bakalım şu cehenneme diyor. diyorlar ki: yarabbi biz nasıl gireriz oraya. bir kısmı da doğrudan atıyorlar kendilerini cehenneme. allah diyor ki, siz beni yalanladınız. girin cehenneme. ama beni iyi tanıyanlar, siz de alın cenneti. allah, ben kulumun zannı üzereyim diyor.

aş. nefis baki olana değil, anlık olana sahip çıkıyor. o aslında kapıcı hükmünde, dilde takılıyor dildeki lezzetin çok önemi yoktur, asıl bedene giren lezzet esastır. dile nispeten, bedenin ihtiyacını karşılayan lezzet çok daha kalıcıdır. ruh da öyle. bedenin lezzetine nispeten, ruhun lezzeti kalıcıdır. ama nefis varlığını o anda görüyor, çünkü kendisini anlık ibr varlık olarak görüyor. kendisine allahtan bağımsız bir varlık veriyor. müstakiliyet isteiğidir, nefsi kendine sevdiren. ben olmak istiyor. bunun çok büyük bir hikmeti var. cenabı hakkın şirki reddetmesi, vahid olduğunun göstergesi açısından önemlidir; ama nefis, o cenabı hakka ait olan vasfı kendine atfediyor. ben varım, diyor. varım, demekle ilahlaşıyor. varlık sadece kendi zatında allaha aittir. diğerleri, mümkindir. ben anlık bir şeydir. bana verilmiş, deyince, yaratıcıya bağladığın için, baki oluyor. nefis, buna razı değil, beni yok etmeye razı değil. o yüzden lezzet içinde elemi gösterir üstad. lezzet gittiği anda, elem çekiyorsun.

amç. bir de zaman algısını yıkıyorsun orada. dünyanın bitişiği algısı. doğrusal bir şey değil ki, bu. 10 sene, 100 sene sonra diye bir şey yok. sen o anda cehennemi yaşıyorsun.

aş. benlik denilen şey, sürekli olan bir şey değil. varlık nedir?

ys. cihadın yerine istiklali yerleştirdiler. yahudilerin yaptığı da buydu. kelimelerin anlamlarını bozuyorlar. müstakil olmak o kadar önemli bir şey değil. atatürk olmasaydı, ben köle olacaktım, diyor adam.

amç. serbest diyoruz biz. serbest, başı bağlı demek. sen nefsinin başını bağladığın zaman, serbest olursun. hakiki serbestlik, nefsin başını bağlayıp, ruhu özgür bırakmaktır. ruh o zaman en büyük istiklali kazanır. bir an bile intisap, sonsuz bir varlıkla irtibat kuruyorsun ya, sonsuz hükmüne geçiyor.