29 Ocak 2010 Cuma

Yirmidokuzuncu Söz - Meleklere İman

rd. iman ederken ne kadar farkındayız. gerçekten meleklerle yaşarken, şu ortamda bunlar bizimle beraber, ama ne kadar bunun farkındayız.
aö. şu da dünyamıza geldi. kadere iman gibi çok teorik bir konu bile cazibe merkezi olurken, meleklere iman gibi vücudi bir şey hep geri planda kalıyor. bir de genel manada, bir iman hakikatinin dış dünyada bir yansıması olması gerekiyor. kalp aslında imani bir organ. hayatta fiili bazı karşılıkları var. ama meleklere imanın fiili karşılığını pek dünyamızda uygulamıyoruz. idilimize de yansımıyor, özel davranışlarımıza da yansımıyor. peygambere iman, sünnete ittiba etmemizi sağlyıro. ahirete iman, sürekli onu düşünerek çalışmamızı sağlıyro. meleklere iman olmasaydı, peki ne olacaktı?

"Mukaddime

Melâike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir denilebilir. Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi, hakikat kat’iyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semavata münasip bulunsun. Şeriatin lisanında, pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.

Evet, hakikat böyle iktiza eder. zira, şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan, müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleriyle, kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.

Evet, şu kâinatın keyfiyatı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü, kâinatı had ve hesaba gelmeyen dakik sanatlı tezyinat ve o manidar mehasinle ve hikmettar nukuşla süslendirip tezyin etmesi, bilbedahe, ona göre mütefekkir istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir. Madem bu nihayetsiz tezyinat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubudiyete karşı, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melâike envaları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.

Evet, şu kâinatın her bir cihetinde, her bir dairesinde, ruhaniyat ve melâikelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivayat-ı ehadisiyenin işaratıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare, yıldızlar seyyaratından tut, tâ yağmur kataratına kadar, bir kısım melâikenin sefine ve merakibidirler. O melâikeler, bu seyyarelere izn-i ilâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihatını temsil ederler. "

aş. şimdi dikkatimi çekti. sözlerde euzu besmeleyle başlayan tek yer burası. bütün farklı yerlerde de baktım. bir tek burası böyle.

"Melâike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir denilebilir. "

aö. her zamanki gibi üstad güven vererek başlıyor.

ib. şüpheniz kalmasın, açıklayacağım devamında gibi.

aş. o kadar katidir. insan ve hayvanların varlığına ne kadar kesin inanıyorsan, meleklerin varlığı da öyledir.

"Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi, hakikat kat’iyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semavata münasip bulunsun. "

aö. demek anlayacağımız iki şey var. semavatın sakinleri var. bir de bunların şuur sahibi, cansız değil. hayvan gibi yalnızca ruhu olan bir mahluk değil, şuur sahibi bir mahluk olması lazım. aşağıda münasipliğin kastını açacak.

"Şeriatin lisanında, pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.
Evet, hakikat böyle iktiza eder. zira, şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan, müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. "

aö. hareket noktamız, biz nasıl rabbimizi tanırken, alemi şehadetin içinde eşyayyla muhata p olup rabbimizi tanıyoruz, burada temel çıkış noktamız aynı. önce alemi gözden geçiriyoruz. semaya nispet ettiğimizde zemini, denizdeki bir damla kadar değil. o kadar küçük, hakir. hakirlikten kastı, başka bir yerde, semanın arzdan çok daha latif ve nurani olmasıyla açıklıyor. tüm bu özellikleriyle beraber, zişuur mahluklarla doldurulması, bunların vefat edip, sürekli yenilerinin geliyor olması, daimi bir faaliyet var.

bundan hareketle, zeminde dahi, kesafeti, sınırlılığıyla beraber bu kadar çok mahluk varsa; çok daha büyük olan semada vücudun nuru olan hayat sahibi mahlukların olması gerekir. parantez içinde, vücudun nuru olan hayat sahiplerini, cemadat nebatat hayvanlar ve üstünde insanlar. onlara mukabil, cansızlara mukabil vücut. bitkiyle hayat. hayat adeta vücudun nuru gibi. hayvanlar, hem hayat hem ruh sahibi. dolayısıyla, hayatın nuru ruh. ruhu nuru da adeta şuur gibi.

hş. hayvanda da şuur var.

aş. cüzi manada irade var da şuur değil.

hş. zevil idrak dediği insan. yani anlayabiliyor. ruh sahibi olmak da şuurdur.

nasa marsta araştırma yapıyor, hayat yok diyor, bulamıyorlar. üstad ise, her yerde zihayat var diyor her yerde.

aş. onlar gözleriyle bakıyorlar.

aö. burada o semavata münasip unsurun içinde o sorunun cevabı. manevi kısmını açıklayacak. nasa, o münasipliğin maddi cihetine bakıyor. bizim gibi kesafetli mahluklar olmadığından, onlar ise semaya münasip. bizburada işn manevi yönü üstünde duracağız.

zk. şöyle bir denklem var mı. nuru vücudun nuru olan zihayat derken, vücut olması için hayat olması lazım denilebilir mi?

oğ. nurani bir şey olarak algıladım ben.

aş. nasıl ışıkla arolan maddeler gözükür, mevcudun da anlaşılması hayatla anlaşılır anlamında.

oğ. söylemek istediği başka manada herhalde. biri cemadat, hayat sahibi değil. müstakil bir şekilde, cemadata hayat sahibi demeyiz.

aş. biz diyoruz da, arapçada öyle bir ayrım yok. cansız diye bir kategori yok.

oğ. üstad böyle bir kategori tanımlamıyor mu?

aş. cemadat diyor.
hş. vücudun görünmesi için, bizatihi ışığa zişuur diyor. maddiyatan latifleştikçe, çok bariz şekilde gözüküyor hayat seviyesi.

nasa niye göremiyor un düşününce, hayat dediğimizde lemaatta beş tane hayat seviyesi var diyor. birincisi, sınırlı, elimizi uzatabildiğimiz. ama hz. ilyasın hayat seviyesi var, şüheda hayatı var, ölülerin hayatı var.

hayat ille maddi olması gerekmiyor. maddiyatla sınırlaman gerekmez. bir yıldız binlerce ışık yılı uzakta. oradan bir yere gitmesi için, maddi sınırlara takılmaması lazım.

oğ. risalede pek çok yerde, aynı şeyler farklı anlamlarda kullanılabiliyor. buradaki anlam noktasında bu sorunun cevabı nasıl olmalı. buradaki ele alınış biçimiyle baksak daha güzel olur.

aş. aslında hayat kavramı, 30. lemada, hayatın imanın 6 rüknünü izah ediyor. hayat, bir camidatın hayatı. bitkinin, hayvanın, melekin, insanın hayatı. evliyanın, asfiyanın, nebinin ve en ileride de muhammed asm.nin hayatı. hayatın çekirdek halinden en kamil haline kadar gidiyor. hepsi hayattandır. ama camidattaki hayatta, sadece mevcudiyet cinsiyle hayat tezahür ediyor. allah bir pencere açarak, bitki hayatıyla biraz daha geniş perspektifte hayatı gösteriyor.

hayat, melaikeye iman, zaten imanla beşeriyetle insaniyet arasındaki geçiş oluyor. gayba açılan penceresi insanın. dolayısıyla melekler vasıtasıyla gayba muhatap oluyoruz. bizdeki ruh gibi. gaybı ancak ruhla görürsün. melek, bilinçliliği temsil ediyor. insanda böyle bir meleki vasfın olduğunu gösteriyor.

aö. dolayısıyla hayat cansızları da içeriyor. o zaman vücut varsa, hayat gerekiyor.

aş. cennet hayatında madde bile duyan işitendir. bu dünyada dahi, zerre cennete layık olmak için terakki ediyor. önce senin vücuduna girerek, anlayan bir mahiyet alıyor. cennetin maddesi de öyledir.

hş. miraçta, resulullah ayakkabısıyla gitmiş. cenabı hakkın katına ayakkabısıyla, maddeyle gidiyor. orada ince bir mana var. cenabı hakkın katına çıkıyor. nalınlarıyla gitti diyor hadiste.

is. hz. musa dağa çıktığında ayakkabısını çıkartıyor.

hş. bir maddenin ne kadar zirve noktası olabildiğini görebiliyoruz.

zk. şöyle bir şey de var. arzın küçüklüğüyle beraber, semavi cisimlere nispeten zişuur mahluklarla doldurulmuş olması, elbette semavi cisimlerde de zişuur mahluklar vardır diyor. ama başka bir yerde, semavatın ve arzın rabbi ifadesinde, semavatla arzın birbirine denk tutulmasından bahsediyor. sanki burada ise tersini söylüyor.

aş. meseleyi tefekkür açısından düşünmek lazım. bütün mevcudat, kendi esmasını bilmek ve bildirmek için yaratmıştı allah. gökyüzünde de bir sürü mahlukat var, o mahlukatın allaha olan tespihatını ilan eden, tespih eden, fark eden, okuyan mevcudatın mutlaka olması gerekiyor.

aö. aş'nin vurguladığı şey, buranın merkezinde duruyor. başka yerlerde, sanki burada tersi gibi görünüyor, bağlamdan dolayı ama, belki şöyle algılayabiliriz. kimi yerde bir harfte bir kelimeyi dercetmek gibi bakılırsa, dünya zahiren bakıldığında, semaya nispetle daha kesif, küçük. ama rabbimiz adeta, o kainatta tezahür eden esmasını, bir derece.

aş. cenabı hak, aslında mevcud olan bir şeyi gösteriyor, inkişaf ettiriyor. mesela, askerin biri heykel gibi duruyor. aslında onda bilinç var, ama ben onun sadece duruşunu görüyorum. onun gibi mevcudatta da tüm özellikler dercedilmiş. nasıl perde açıldığında, resulullahın elinde taşlar zikretmeye başlıyor. aslında zaten zikrediyorlar, ama perde kalkınca görünüyor. bizim görememiz, bizim eksikliğimizden. dışarıda güneş var, ama büyük bir perde var, sen güneşin sadece kırmızı rengini görüyorsun. o zaman, senin kabiliyetin sınırlıyor.

ben önce iman gözüyle görürsem, o zaman eline taş koyduğunda, taş zikrini yapıyor. melaikeye iman şu yönden önemli, kainatta hiçbir yer ve an yoktur ki, allah zikredilmesin. her an allahtan bir mesaj geliyor. bu mesajı taşıyan bir melek var. sen hayatını öyle dizayn et ki, her an bir melek allahın bir mesajını taşıyor.

aö. meleklerin semavata muhatap olması özelliklerinden bahsedecekti.

14. söz 3. meselede, üstad 40 bin başlı, her başında ... lisan olan meleklerin tespihat yapmasını açıklıyor.

"Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri
ve sair bir kısım melekler hakkında muhbir-i sâdıkın tasvir ettiği, meselâ kırk binler başlı, her bir başda kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikate çıkmak için şuna dikkat et ki: Zât-ı Zülcelâl,



1

2

3

gibi ayetlerle tasrih ediyor ki, mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasip bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.

mealler:

1. Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. (İsra Suresi: 44)
2- Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik. Onunla birlikte tesbih ederler. (Sâd Suresi 18)
3- Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. (Ahzab Suresi: 72)"



aö. bir şeye teklif yapılması için, muhatabın şuur ve idrak sahibi, emanetin mahiyetini fark edebilecek şekilde olması gerekiyor. eğer ki, mevcudatın müekkel bir meleği yoksa, o zaman teklifin de onlara yapılması, abes oluyor. o müekkel melek kavramı olmadan bu ayetleri anlayamıyoruz.

dağların tespit etmesi. eğer melekler, tespihatlarını rablerine sunmuyorsa, manaları tam dolmuyor. bu mevcudatı yaratan usta, sıradan bir usta değil. mevcudat çalışmasıyla ustasını tanıtır. ama bu usta bununla yetinecek usta değil. o yaptığı şeyin ne kadar güzel olduğunu anlayacak mahlukla ancak ona razı olabilecek bir usta.



aş. evet. bir cd var, madde taş. bu cd tespih ediyor desen, olur mu öyle şey derler eski insanlar. halbuki sen sesini kulağında bilgisayardan duyabilrsin. cd metalken, bir anda perdesi açıldı, zikretmeye başladı. allah diyor ki, yer gök allahı zikreder, ama sadece bazılarınız onu görür. sanki cd gibi. orada bir melek var, onun melekleri de kendi lisanıyla tespih ediyor.



aö. bu, meleklere imanın, neden iman esaslarında yer aldığını da gösteriyor. ne kaybederiz meleklere imanı çıkartırsak. kainatın yaratılış sebebi dediği, tüm yer ve göklerin allahı zikretmesi kavramları olmayacak. çok kritik bir noktada eşyayla münasebetimizde.



hadisleri anlamakta zorlamanın ötesinde, kainatın yaratılış gayesini anlamakta zorlanıyoruz. bu yüzden belki iman esasları arasında yer alıyor.



hş. melaike imanını içimize yerleştirmezsek, kendi kendine oldu gibi garabet şeyler düşünülebilir. çünkü onun arkasındaki maneviyatı göremiyoruz.

mk. geçen haftalarda, aponun askeri komutanı şemdin sakıkı dinledim. 18 yıl dağda komutanlık yapmış teröristlerin. apodan sonraki adam. diyor ki, bu kadar yıl, nasıl bir mücadele ettiniz ve sonra nasıl bıraktınız diye soruyor. valla, biz zaten, benim anam, babamın ilk hanımıydı. sonra ikinci hanım gelince, biz itile kakıla, babamıza düşman olduk, sonra mahalle reisine düşman olduk, sonra devlete düşman olduk. sonra baktık, hapse götürecekler. anam bir akrabamızı ziyarete gitti kaçak kimlikle. dedi ki, yavrum sen kaç, durma, çok kötü. ya hapishaneye girecektik, ya da kaçacaktık diyor. her tarafı düşman gördük diyor. asmaktan kesmekten başka çaremiz yoktu. yoksa devletin elinde bitmiştik. böyle başladık ve gittik diyor. fakat gün geçti devran döndü. bir gün güneş doğdu. şöyle etrafıma baktım, orada yaprakları gördüm. çiçeklerin açılışını, kokuları duydum. dünya başkalaşmaya başladı. orada bir melek gördüm diyor. o meleği görünce, dünyam değişti. hayatı sevişim. kılık kıyafetime dikkat etmeye başladım. her şeyi asıp kesmekle olmayacağını anladım. reflekslerimi kaybetmeye başladım. sevin, kucaklayın demeye başladım.

bunun üzerine, bizim meleği kafese koyduklarını duydum. meleği kurtarmak için, makamı bıraktım, onun için gelmiştim, o sırada yakalandım. bir meleğin, insanı ne hale getirdiğini buradan anlayabiliyoruz. melek, hakikaten çok basit görünebiliyor.

anlayabildiğim iki nokta var.

bir, eğer melekler yoksa, insan kendisini kral hissetmesi lazım. çünkü öyle bir insan ki, insanlar için çiçek açıyor. binbir tane çiçek. geçen hafta bir gül resmi bastım. böyle katman katman, eğer melekler yoksa, bu dünyada benden başkası yok diye her şeyi zaptü rapt altına almak ister. bu çok kolay. çiçeklerin ne tümünü görebiliyoruz, ne idrak edebiliyoruz. renklerin adedi bilinmez, coşkusu belli değil. melek nasıl bir şey deyince, tavşan aklıma geldi. onu gören hele çocuklar filan, o bir melek ya. tavşanın eti ne olacak, ama o tüyü falan öyle bir tatlıdır. tilki ayrı, kurt ayrı. geçen gün bir çin arslanı gördüm. sırf bıyıklarını bile seyretmek insana zevk veriyor. sesi bile bir acayip titreşim veriyor insana. kainatı meleksiz düşünürsek, insan azgınlaşır. neler neler var, adlarını bile bilmiyoruz, göremiyoruz. peki onlar niye yaratıldı?

demek ki, insanoğlunun bunlara ihata etmesinin imkanı yok. bu kadar sanat harikası, mucize başıboş olur mu. bir maksadı olması lazım. kainatta hiç maksatsız bir şey gördünüz mü. her şeyin bir faydası var da biz analmıyoruz. öyleyse o değerlerin takdir edicileri olması gerekmez mi.

köyümüzde melekler ince ince oyalar yaparlar. neden yaparlar. o oyaları birisi taktir etsin. gönlünü almak için yaparlar. hatta çiçeklere bile nakış yaparlar. işte cenabı hak bütün kainatı böyle mükemmel yaratmış. bunları tespih edecek, takdir edecek mahlukunu yaratmaz mı.

fakat biz melekleri niye hiç görmüyoruz. hiç alanımıza girmiyor. eğer biz melekleri görür de onlarla yaşarsak, çok güzel bir insan oluruz.

aö. bu hikaye bana şeyi anımsattı. üstad 30. lemada hayatın meleklere bakan yönünü tasvir ederken, şenlendirecek ve netice-i hilkati gösterecek ifadesini koymuş. şenlendirecek sözü, imani nazarla kainatı algılama. küfri nazarla, hep umumi bir matemhane olurken. üstadın oradaki tasvirlerini anlamak için de meleklerle muhatap olmak lazım. meleksiz o tasvir oturmuyor. kainat bu kadar şen şakrak mıydı. meleklerle kainat dünya bu kadar şen şakrak hayattar surete geliyor.

aş. geçen haitide deprem olmuş. insanlar taşların altından insanları çıkarıyorlar. belli bir zaman sonra, buldozerle giriyorlar. sonucu söyleyeyim önce: insanın eşyayla münasebetindeki edep, mesela bediüzzamanın lambayı bile atmaması, melekler hayatına girdiği ölçüde letafet ve hürmet, karşılıklı ruhani bir ilişki tezahür ediyor.

siz elinizde buldozer. orada bir hayat var, deseler. kepçeyi sokamazsınız. çok ince yaklaşırsınız. çok hassas ve nezaketli davranırsınız.

biz eşyayı meleklerle allahı tespih eden yerler olarak görsek, o zaman hassasiyemiz de çok incelikli olacak. ki zaten öyledirler. her bir taşın, kitabın, eşyanın altında, bizi sevindirmek isteyen, hoşlandığımız, manevi lezzetlere gark eden melekler vardır. bizim eşyayla ilişkimizin edep içinde tezahür olmasını sağlar, melekleri tanımak.

bunlar cansız dediğin zaman, kır dök at. bir anlamı yok ki. bir filmde bir adam, yüz kişiyi bir adamı öldürebiliyor. o canların hiç mi önemi yok. bir tek kahraman önemli. nasıl sen böyle binlerce insanı kesiyorsun. insana bu imajı veriyor. ama o insan, attığı bombanın orada akrabası var bilse, o bombayı atabilir mi. aynı yaratıcının kulu olma manasında tüm mahlukat akrabayız. ancak allahın emriyle onu keseceksen bile kesebilirsin. ben sivri sineği bile öldüremem çekinirim. ama çok rahat bir kurbanı kesebiliyorum. birini allah emretti. öte taraftan, sivri sinek. üstad diyor ya, kertenkeleyi vuran talebeye, sen mi besliyorsun onu niye vuruyorsun.

rd. cenabı hak bu dünyayı, en mükemmel haliyle yaratıyor. insanlarda ve cinlerde bir eksiklik var. bu düzenin bir şükrü olması lazım. bu noktada insan ve cinler eksik kalabiliyor. bizim eksik kaldığımız yerlerde, melekler bunu tamamlayabiliyor. biz insanlar uyuyabiliyoruz, ama sınır boyundaki askerlerin uyumaması lazım.

muhammed ağbi, biz niye melekleri görmüyoruz diyor. görsek, belki kendimize benzetiriz. bu saatin durmadan çalışması lazım.

mk. aslında geçen haftalarda çok melek gönderdi allah. başka türlü izah edilmez. kar melekleri. öyle bir melek ki, sema ederek geliyor. tertemiz. her birinin görevi farklı.

yağmur niye göndermiyor da kar gönderiyor. ne gereği var. istese, suyu öyle de gönderebilirdi. demek ki, bunu sırf su göndermek olarak göremeyiz. başka türlü izah edilebilir mi. bu melek bahsiyle, meleklerin gelişi tesadüf değil. gelişleri, sunuşları çok etkileyici. her birinin de vazifeleri ayrı ayrı.

aö. mevcudatın bir gayesi, şuur sahiplerine bakar diyor. biz bir açıdan meleklerle aynı kitabı okuyoruz. başka bir yönden bakıyoruz, onunla aynı safta mücadele ediyoruz şerre karşı. onlar şeytanlarla savaşıyor, biz kafirlerle savaşıyoruz. omuz omuza savaştığınız birisinden size daha yakın birisi olabilir mi. müminlere dua ederler diyor. meleklerin bedir savaşında doğrudan yardımı. hayatımıza her yönüyle girmişlikleri de var.

mk. aslında şu bardak, mandalina, metal tabak da bir melek. vazifesi var. yani rabbinin verdiği vücutla, rabbinin verdiği görevi yaparak, rabbini tespih ediyor şu bardak.

aö. bunu şuurlu bir şekilde yapanı da meleği oluyor.

mk. tamam kademe kademe gidelim. o zaman şu bardak kırıldığı zaman, vazifesini yapan, vazifesinden terhis oldu diye göreceğiz. o zaman bir liralık bardak olarak görmeyeceğiz. büyük bir iş yapan, muvazzaf bir asker meleği olarak göreceğiz.

benim araba, en son model arabalardan. dünyanın en güzel arabasını da allah bana verdi. fakat bazen kötü kullanıyorum arabayı. şimdi onu anladım, ya araba da bir melek. o da rabbinin verdiği vazifeyi görerek onu tespih ediyor. ben onu melek olarak görürsem, ona davranışım değişir.

bir tane boluda bir abla varmış. çok da güzelmiş. herkes onu severmiş. o da herkesi severmiş. herkese kitaplar dağıtırmış, güzely üzler dağıtır, güzel sözler söylermiş. o sözler, güzel bir tohum olup çiçekler açtırırmış. kitabın yazarı merak etmiş. ya kızım, bu kitapları yazan benim, fakat bu kadar kimseye ben bu kitapları okutamıyorum. herkes senden bahsediyor. bu kitapları bu kadar kimseye nasıl dağıtabiliyorsun, üstelik geçimin olmadan. demiş ki, hocam bu sırrı ben kimseye söyleyemezdim, ama size söylemeden duramayacağım. ben üç yıldan beri öğle yemeklerimi yemiyorum, onun parasıyla kitapları alıyorum, onun parasıyla bu kitapları alıyorum. başkaları da paralarını veriyor, ama o zaman bu kitaplar o kadar tesirli olmuyor. bu yüzden, kim ki, bu hakikatleri kendisi içinde çok samimi hisseder, onlar çok değerli.

aö.

"Evet, müteaddit eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır. İşte bak; misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör. Ağacın şu üç başının her başında, kaç yüz dal dilleri var; ve her dilde, bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var; ve her meyvede, dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i 1 ’e malik sâni-i zülcelâline ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i manada müteaddit diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir."

mk. bende bir resim var. ağaçlar üstüne çıkmış, serçeler kargalar. hepsi bir şarkı söylüyorlar. bir ağaç görmüyorsunuz. ağacın her bir yaprağı bir koro üyesi. sadece ağaç bile muhteşem bir koro. bizi yaratan bizi çok güzel yaratmış, o hışırtılar bir müzik gibi geliyor. buradaki tasvir çok güzel. bunu biraz daha içselleştirelim. arabamız, kalemimiz, evimiz. her biri böyle toplu bir zikirle müzik yaptığını.

modern toplumun en büyük sorunlarından birisi yalnızlıktır.

hş. bazı fotoğraflarda insanlar grup içinde gözüküyor. ama bakışlarından yalnız oldukları belli oluyor. grup içinde yalnızlar. sanki yine yalnız oluyor insan. o melek ünsiyeti olmadığından. partiye giden insanlar, tamamen samimiyetten uzak bir kalabalık içinde.

oğ. benim aklıma üstad hazretlerinin hayatı geldi. zahiren yıllarca yalnız yaşayan bir adam. tek başına kalsın, kafayı yesin diye düşünmüşler. ama o hepimizden daha kalabalık bir toplumun içindeydi aslında barlada.

aş. barlada ilginç bir şey hissettim. tepeden bakmayı severim. çam ağaçlarının her biri melek gibi, saffa durmuş, hepsi namaz kılıyor gibi hissettim. sürekli ekran değişiyor. önce sis her tarafı kapladı. sonra yavaş yavaş değişti. göl gözükmeye başladı. sürekli yeni manalar aktardılar.

rd. kişi yalnız olmadığını bilirse, bireyselleşmez. otomatikman yalnızlık duygusu hissetmez.

hş. melek 40000 başlı çok ağızlı bir şey. bir melekle dost olduğun vakit, tüm kainatla otomatikman dost oluyorsun. hapse girsen bile.

aş. bir talebesi diyor ya, çok küçük bir hücreye koymuşlar, yumdum gözümü başladım okumaya. üstad demiş ki, açsaydın gözünü, duvardaki meleklerle konuşsaydın.

mk. gençlerle ilgili bir şeyi söylemek istiyorum.

bir dışarıdaki melekler var. mesela yalnızlık gidermek diyoruz. aslında yaptığımız işte melekleri görürsek, yaptığımız işin sesi bizi tatmin eder. o tatmin etmediği zaman, yaptığımız işin sesini duymuyoruz, başka sesler duymak istiyoruz o zaman. dolayısıyla hayatımızın her bir safhasında da yaptığımız işle ilgili meleki görürsek, coşkuyla yaparız. yaptığmıız işten hazalırız.

toplumumuzun en zor yönlerinden biri, işiyle de aşkıyla da barışık değil. melek melek diyor, onunla da arası iyi değil. dolayısıyla meleğin adının melek olması kurtarmıyor. onun melekiyetini görmek gerekiyor.

aö. eşyayla olan muhataplıkta, son tahlilde biz nereye gideceğiz derken, lezzet-i ruhaniye ile meleki özdeşleştirmiştik. sizin söylediğiniz daha ileri bir mertebe. lezzet-i ruhani, sırf maddi şeyler değil de, manevi bazı şeylerden hazlar almak. o eşyanın melekut boyutuyla, peyda olacak bir yetenek gibi. mesela yalan söylememekten, hakkın ortaya çıkmasından lezzet almak. toplumun menfaat görmesinden lezzet almak. eşyayla muhataplıkta, hep halinden memnun olmak. meleklerle muhatap olacağız, eşyanın müekkel meleklerini göreceğiz, en nihai noktada da ruhani lezzetleri alabilecek bir kıvama gelmek.

aş. bir gün gebzede pazarda dolaşıyorum. bir baktım, ay o kadar güzel ki, etrafındaki renk halkaları bariz bir şekilde gözüküyor. dalmışım seyrediyorum. bir çocuk, nereye bakıyorsun dedi. baksana dedim. e ne olmuş dedi. bir daha bak dedim. dikkatli bak dedim. ya ne kadar da güzelmiş ya dedi. eşyaya muhatap olurken, insanın midelerinden bahsediyor. bir besin alınca, bitki yeşerir ya. o besinle, gıdayla ölü haldeyken, canlanmama vesile oluyor. ikinci olarak, hayvani yönüm, tadından lezzet alıyor. sonra, beşeriyetimin üzerine tefekkür edince, oradaki sanatı, güzelliği fark edince, sanatın güzelliğinden lezzet almaya başlıyorum. bir de melekiyet. meleki bir midem de var. oradan bir anlam geliyor bana. o çiçeğin bir anlam taşıdığına muhatap oluyorum. her bir eşya, manevi, yani meleki manayı benim dünyama taşıyor. midemin nasıl bir ihtiyacı var, meleki yönümle de ruhum adeta elmanın meleğini yiyorum. melek bana, bunu bir hediye olarak getiriyor.

üstad talebelerine zaman karpuzu alıp tavana asıyormuş. bazen çürütüp de yapıyormuş. üzümü de öyle yapıyormuş. siz bunun hep midenize bakan yönüyle ilgileniyorsunuz. biraz da meleki yönüne bakın. insanları meleki duygulara yönlendiriyor.

oğ. melek hakikati, bizim dünyamızı güzelleştirdiği gibi, sizi temizliyor, bir de kirlerden koruyor. insan her zaman yanlışa müsait. insanı bu yanlışlardan koruyan en büyük şey, diğer bir şeyin varlığı. insan yalnızken o yanlışlara çok daha çabuk düşüyor. ayıp diyorsun.

8 Ocak 2010 Cuma

26. Lema Beşinci Rica

"BEŞİNCİ RİCA: Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzusuyla, İstanbul'un boğaz tarafındaki Yuşa Tepesi'nde, yalnızlıkla ruhum
bir istirahat aradı. Bir gün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Gâyet hazîn ve rikkatli bir levha-i zeval ve firakı, ihtiyarlığın ihtarıyla gördüm. Şecere-i ömrümün kırkbeşinci senesi olan kırkbeşinci dalındaki yüksek makamından, tâ hayatımın aşağı tabakalarına nazar gezdirdim. Gördüm ki; o aşağıda, herbir dalında, herbir senenin zarfında sevdiklerimden ve alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve iftiraktan gelen gâyet rikkatli bir mânevî teessürat içinde, Fuzulî-i Bağdadî gibi, müfarakat eden dostları düşünerek enîn edip:
Vaslını yâdeyledikçe ağlarım,
Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim.
diyerek bir teselli, bir nur, bir rica kapısını aradım. Birden, âhirete îman nuru imdada yetişti. Hiç sönmez bir nur, hiç kırılmaz bir rica verdi.
Evet ey benim gibi ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Madem âhiret var ve madem bâkidir ve madem dünyadan daha güzeldir ve madem bizi yaratan zat hem Hakîm, hem Rahîm'dir.. ihtiyarlıktan şekva ve teessüf etmemeliyiz. Bilakis ihtiyarlık, îman ile ibadet içinde sinn-i kemale gelip, vazife-i hayattan terhis ve âlem-i Rahmete istirahat için gitmeye bir alâmet olduğu cihetle ondan memnun olmalıyız. Evet nass-ı Hadîs ile; nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmidört bin Enbiyanın icma' ve tevatür ile; kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakîne istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevkedileceğinden ve bu kâinatın Hâlıkının kat'î va'dettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi, onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile ilmelyakîn suretinde tasdik eden yüz yirmidört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şEhadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün Esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle, bir âlem-i bekayı bilbedahe iktiza ettiklerinden; yine âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene baharda, rûy-i zeminde ayakta duran hadd ü hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini Emr-i كُنْفَيَكُونُ ile ihya edip Ba'sü Ba'delmevt'e mazhar eden ve haşir ve neşrin yüzbinler nümunesi olarak nebatat taifelerinden ve hayvanat milletlerinden üçyüz bin nevileri haşr ü neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesabsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemal-i şefkatle gâyet harika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir zamanda hadd ü hesaba gelmez envâ-ı zînet ve mehâsini gösteren bir Rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daimenin bilbedahe âhiretin vücudunu istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat'ın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedid, sarsılmaz, daimî olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, bilbedahe işaret ve delâletiyle bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat'î bir surette isbat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedahe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler. (Hâşiye) Madem Kur'an-ı Hakîm'in bize verdiği en mühim bir ders, "îman-ı bilâhiret"tir ve o îman da bu derece kuvvetlidir ve o îmanda öyle bir rica ve bir teselli var ki; yüz bin ihtiyarlık bir tek şahsa gelse, bu îmandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar "Elhamdülillahi alâ kemal-il îman" deyip, ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz."

ik:
aş. üstad 45 yaşına geeldiği zaman tüm ömrünü gözden geçiriyor.
yy. derler ya, diğeer tarafta ne çok sevdiğin var diye.
aş. sevdiğimiz şeylerin iyi belirlenmesi lazım. hepsi gelip gitti. şimdi ruhumuzu zor taşıyan bir bedenle yaşıyoruz.
insan zaman zaman , bediüzzamanda bu çok yoğun, içsel bir tefekkür ve hayatını yeniden gözden geçirmek için bu gerekiyor. resullahın hayatına da baktığımızda, 40 yaşına kadar çok yoğun bir mağara seyahati var. orada içseel bir tefekkür tecrübesi yaşıyor. özellikle eçok önemli kararlar vereceğin zaman, zihnini boşaltmak, alıştığın ortamdan uzaklaşmak yararlı oluyor. üstad da, böyle yapıyor. yuşa tepesine çekiliyor, vanda elek dağına çekiliyor bir süre. ondan sonra yepyeni bir hayat başlıyor. çünkü belli bir zaman sonra insan kanıksıyor.

bir zamanlar haram olan şeyler, belli bir zaman sonra kanıksanıyor. kendi gençliğimde, bize çok acayip gelen şeyler, şimdi çok basit, rahatlıkla yaptığımız şeyler olmuş.

yy. şimdi "kız arkadaş" o kadar normal bir şey haline gelmiş. toplumun genelinde çok rahat bir şekilde, insanların sıkılmadan söyleyebildiği bir şey olmuş.

aş. ailecek bakılması çok ayıp olan şeylere çok rahat bakıp da hiç rahatsız olmuyoruz. insanda utanma duygusu olmuyor. bu bir örnektir. o ülfeti kırmak, hayata yeniden bakmak,

alıştığımız sistem içinde neleri kaybedip kazandığımızı görmek için, inziva gibi bir dönem, hayır olur.

yy. şirketlerin yıl sonu değerlendirmeleri olur. veya üç aylık da olur. halimiz nedir, ahvalimiz nedir. kar mı ediyoruz, zarar mı ediyoruz. insanın da dönem dönem hayatını yapıp ettiklerini, tefekkürden geçirip kendi halini gözden geçirmesi gerekiyor.

aş. ihtiyarlar leması, onun daha çok van'daki tefekküründen sonra. 1922'lerde. 45 yaşları da o zaman. değil mi? siyaseti bırakıyor.

yy. ama o acaba en son gidişi midir van'a?

ik. buradaki yuşa tepesine çıkışı.

hş. 1920.

aş. üstad kosturmadan döndükten sonra istanbulda 2 sene kalıyor. kurtuluş savaşından hemen önce. 1918-1921 arası. o dönemde, darülhikmet azalığı yapıyor.

hş. 1920'de 45'ten gün alıyor üstad.

aş. bu hepimizin ihtiyacı olan bir şey. hayatı anlamlandırma derdindeysek, bu noktada ne yapıyoruz. uhrevi bir yolculuğumuz var, bu ömrümüzü mümkün olduğunca bereketli ve verimli kılmak için, her sene bir değerlendirme gerekiyor.

yy. günün de muhasebesini yapıyoruz. akşam yattığında. tasavvufta bu metodun olması lazım, öyle değil mi? şapkanı önüne koy, düşün derler ya.

rm. o zaman bunun metodolojisi de olmalı. şirketler değerlendirmeleri yaparken, bir yönteme dayanarak yapıyor. kişi bunu nasıl yapacak? kriterleri nasıl olacak?

hş. metodolojisi, sıkıntı. üstad burada bir yere gidiyor. ihtiyaç hasıl oluyor. yoksa bunun belli bir saati yok. her karanlıkta bir nur arama tavrı var üstadın. önce karanlık bir halet geliyor, oradan bir nur arama gayreti doğuyor.

yy. gün içinde de aynı şeyi insan bazen yaşayabiliyor. bazen için bunalıyor. sonra bir dostun geliyor, o huzursuzluk dağılıyor. depresyondaki insan hayatı kuyudaki gibi düşünür. her şey kötü zanneder, onun gibi.

rm. bu beklentinin biraz vicdani bir yönü de var.

yy. dedi ya, şirketler bir hedef koyuyor, ona göre değerlendirme yapıyor. insan da bilinçli veya bilinçsiz bazı hedefler koyuyor kendisine.

rm. o kadar planlı değil yalnız.

hş. her insanda, bu insan olmanın bir gereği. üstad çok duyarlı oludğundan, bunları çok şiddetli hissetmiş. biz onları hissettiğimizde örteriz. üstad ise, onları en derinine kadar sorguluyor, ona göre bir rahmet arıyor. kurandan bir çözüm buldum diyor. onu da çok derinden hissediyor.

yy. çözüm yine kuran. gittim güzel bir müzik dinledim değil. türk filmlerindeki gibi, kafayı çekip moralini düzeltmesi gibi değil. orada üstadın temel bir soruna temel bir çözüm bulması var.

hş. genelde biz kötü bir şey oludğunda, aman bunu hatırlamayalım, diye geçiştirmeye çalışırız.

bende ta çocukluktan beri bir d uygu var. o duygu gelince, hemen üstünü örtmeye çalışıyorum. o çok derin bir şey.

ona mantıki bir şey değil, hatırlamamak için kapatıyorum. ama üstad atmıyor. o duygudan nur elde ediyor.

yy. o enteresan.

ry. ahirete imandan kaynaklanıyor.

hş. ahirete imanı da pekiştiriyor bu.

yy. susuz kalmış bir insanın, su içerkenki, o suyun nimet olarak değerini algılama biçimini düşün. susuz bir insanın su içmesiyle, ikinci kez içen bir insanın içmesi aynı tadı alamıyor.

ik. azalan marjinal fayda.

hş. kur ekmekte çok büyük lezzet var. ama o lezzet açlığın derecesine göre değişiyor.

yy. intihar eden insanların psikolojisine bakıldığı zaman, onlara müdahele tekniklerinden en basiti şu: kişide zaman mekan ilişkisi bozulduğu için, kişi hayattan kopmuş oluyor.
ona neye basıyorsun, neye dokunuyorsun diye soruyorlar. etrafındaki çiçeği böceği tarif et diyorsun.

aö. adam o sırada kendinde değil mi yani?

yy. yoğun bunalım hali.

aş. gerçek olan da odur. biz allahı tabiri caizse, yokluğunda fark ediyoruz.

yy. daha iyi hissediyoruz.

aş. insan cennette allahı bilebilecek olsaydı, dünyaya gönderilmezdi. o kuyuya atılış, uzaklaştırma, aslında yaında olanı fark etmek içindir. balığı dışarı çıkartıyorsun, o zaman suyun ne büyük bir nimet olduğunu anlıyor. uzaklaştırmak, ona zulmetmek değil.
açlık, yediğimizin; veya hastalık sıhhatin sürekli bize verilmiş olduğunu ve sıhhat veren bir şafi olduğunu tanımak için verilir. yoksa zarar vermek için değil. biz ancak böyle tanıyabiliyoruz. üstandın karanlık içinde nur gördüm demesi, fıtri bir haldir. allah bizimle dalga geçiyor değil herhalde. bir şeyleri gösteriyor; onları anlamamız için bunları veriyor. çocuk sobadan kaçınsın diye, onun hafif sıcak bir tarafına elini dokundurtuyor. veya yüksekliğin zararını anlaması için, az yüksek bir yerden çocuğu atlatıyor. böylece bilsin bunun acısını ki kaçınsın diye.
bazen eski fotoğraflarda dolaşırız, özleriz, bazen üzülürüz. bu fıtri bir şey. bunu zaten allahın sana neyi verdiğini, neyi sevdiğini anlamak için bunları şayıyorsun. fani şeylere abağlanıyorum, onlar benim elimden çıkıp gidiyor. o zaman bize diyor ki, sen fani olan bir şeyi sevebilir misin, kalbine bir bak bakalım, hayır olmuyor. o zaman baki olana yönel diyor. ancak baki olanı zikrettiği zaman, o musibet anında bir teselli buluyor. musibeti yaşamasa, baki olana da ulaşamaz. insan hayatını şöle bir kontrol etmesi, ne için yaşıyorsun demesi. sanki bu dünya ebediyen kalacakmış gibi, dalabiliyoruz. çok da önemsemiyoruz hayatı. allah bu sefer ne yapıyor? senede bir iki defa imtihan edilirsiniz diyor. gerçekten şükredecek misiniz diye imtihana tabi tutuyor. sıkıntı anlarınızda sizin medetkarınızı allah mı biliyorsunuz. bu imtihanları yaşamadan, biz kendi kendimizi dünyanın fenasını anlamak için, muhasebe edebiliriz. o zaman imtihan anlarında daha mukavemetli davranırız.

ry. hastalık, dünyanın fani olduğunu hatırlatmakla beraber, baki hayatı da hatırlatıyor. üstad diyor ki, onlar bakidir, hem allahtan bahsediyor rahimdir diyor. bu tür şeyler insanın kendine gelmesini sağlıyor. firavun bir kere hasta olsaydı, ilahlık dava etmezdi diyor alimler.

aş. demin söyledik ya, yıl sonunda şirketler değerlendirme yapar. burada bir cümle var. 9. sözde, namazı anlatıyor. yatsı namazında şöyle bir ibare var: "ibrahim vari... huzuruna çıkmak" orada gerçekten yevmiye defterini kapamak. günlük defteri. bugün ne yaptık ne ettik. burada bugün gidiyoruz, onunla ilgili ne yaptık.
ahiretin varlığını, ebedi bir hayatta ebedi bir saadetin varlığını başka nasıl anlarız? dünyaya aldanmış olsak, bu dünyadan gitmeyi, arzulamazdık. budünyanın fenasıdır ki, bizim ellerimizi çözüyor buradan. yoksa bu dünyada fena olmasaydı, ahirete olan iştiyakımız ortaya çıkmayacaktı. cenabı hakka olan iştiyakımız da, fanilere müracaatımız neticesinde bir medet bulamamız neticesinde, bizim derdimize merhem olan ancak baki olandır diyoruz.

hş. dünya burada da ahiret sonra değil tabi. her ikisinde de insan huzurlu olabilir.

aş. tren benzetmesi gibi. ön tarafta birinci sınıf vagonlar var. çok lüks. ama oradakiler, trenin sonunda uçuruma düşeceğini zannediyor. arkadaki vagondakiler, hayvanlarla beraber. ama onlar biliyor ki, bu tren onları saraya götürüyor. biri ziyafete gittiğini biliyor, yanındaki hiçbir şey ona rahatsızlık vermez. ben ziyafete gidiyorum der. şurada iki dakika bir sıkıntıya katlanacağım, der. sürekli o müjdeyi yaşar. ötekisi ne yapar? her an kuyunun içine girme endişesi, oradaki lezzetleri tatmasına bile izin vermez.
mektup geldikten 2 sene sonra idam olacaksın diyelim. ne fark eder, 2 sene olması. sen yine o korkuyla 2 sene yaşarsın.
öbür taraftan, resulullah sana 1 sene sonra özel buluşma mektubu yollamış. o bir seneyi ne kadar büyük bir mutlulukla yaşarsın. bütün dertlerin gider. diyelim ki, rüyanda resulullah 1 sene sonra bütün sıkıntılarından kurtulacaksın demiş.

ry. inanmadan yaşayan bir insanın hayatı, idama mahkum olmuş adam gibidir.

aş. hz. hasan ve hüseyin, rüyasında resulullahı görüyor. bütün o eziyetleri hiç manevi acı çekmeden yaşıyor. narın da hoş, nurun da hoş.

ry. "bir zaman...

aş. şurası çok ilginç: "o imanda öyle kuvvetli bir teselli var ki...
demek ki, iman, şiddeti nispetinde musibeti izale ediyor. gençlikte zannederdik ki, nefsi terbiye ettik mi, dertler bitecek. saadetli bir hayat yaşayacak zannederdik.
aslında nefsin terbiyesi, musibetlere karşı tahammül kazanmamızı sağlıyor. yoksa musibetlerin azalmasının garantisi değildir.
üstadın hayatına baktığımız zaman, yaşlandığında daha çok musibet yaşıyor.
nefsini terbiye etmezsen, her bir musibet sana daha ağır geliyor. terbiye edersen, tersine, gelen ne olursa olsun, sana yine tatlı gelmeye başlıyor. iki sevgilinin birbirine küsmesi, meşhur mecnunun hikayesi var ya, leyla yemek dağıtıyormuş. herkese bol kepçe vermiş. ona gelmiş, boş kaşığı vurmuş. demişler, senin sevdiğin sana ihanet etti, sana hiçbir şey vermedi. o demiş ki, olur mu, herkese verdiğinden farklı bir şey verdi, demiş.

zk. burada ahirete imana gidiş tarzı da ilginç. peygamberlere ve ahirete imandan bahsediyor. ölünce sen peygamberlere kavuşacaksın diyor.

aş. evet, bütün peygamberler, insanların en kamilleri. hayatı anlamlandıran insanlar, ahiretin varlığı konusunda ittifak etmişler. sonra, diyor ki, "124 bin enbiya... bu kainatın sani-i hakiminin bütün esması bu kainatta göstedikleri cilveleriyle..."
bu kainat çok temiz, güzel, intizamlı, rahmetli. bu kainatta tüm bunları görüyoruz. rahmetin rahmet olabilmesi için, mutlak olması gerekiyor. inayetin inayet olması için, mutlak olması gerekiyor. bütün bu esma-i hüsna, ahireti iktiza ediyor. benim kalbim de yle bir rahmeti istiyor. benim kalbime de bu duyguyu veren, rahmeti tam manasıyla anlayabilecek şekilde, rahmeti veren isteten yaratıcı, bunu kalbime söylettiriyor. allahın rahmeti var ise, mutlaka ebediyet olması lazımdır. yoksa rahmet rahmet olarak kalmaz. bu kainatla esmalarını bu şekilde tanıtan yaratıcı, esmalarını tam zıtlarına dönüştürecek bir şey yapar mı? yapmaz. öyleyse, esma bunu iktiza ediyor. bu çok güzel bir delilleme.

zk. allah esmasını göstermek istesin de, sadece küçük bir zerre göstersin de, gerisini göstermesin, abes.

aş. evet. hem kudreti de yeterli. sonsuz kudreti bunu yapabilir, bunu iktiza eder.

aö. burada özellikle çıkarım yapmadan önce, 124 bin enbiyanın ittifakından bahsetmesi, acaba daha mı kolay anlaşılmasındandır?

aş. kuyunun içindesin, her taraf karanlık. deseler ki, buradan kurtulmak mümkün. hemen o söze koşarsın. hem de 124 bin enbiya diyor. ruhunun ihtiyacı.

aö. diğerindeki gibi bir çıkarım yapmana gerek yok.

aş. evet. ruhun bunu istiyor. 124 bin insan bunu diyor. sonra 124 milyon insan da bunu tasdik ediyor. o karanlıktaki insan için ne büyük bir teselli olur. bir kişi dese, tam inanmayabilirsin. ama 124 milyon insan deyince, çok büyük bir huzurla inanırsın.
bir yola girmişsin. kaybolmuşsun. biri dedi, buradan gitmen lazım. tam emin olmazsın. ama bir sürü insan sana, bu yoldan gitmen lazım deseler, rahatlarsın.

yy. peki ya çok sayıda insan başka yollara gidiyorsa.

aş. ama onlar nereye gittiklerini bilmiyorlar. öbürleriyse, biz gittik doğru yol bu diyorlar. bir soruyu yanlış çözmenin sonsuz yolu vardır. ama hiçbir kıymeti yoktur. doğru ise bir tanedir. onu iki kişi çözse, tamam ona güvenebilirsin. hiç biri zaten onlardan, bu yol doğru yol demiyor. bana göre diyorlar. 124 bin enbiya ise, bana göre değil, allaha göre böyle diyorlar. esmalarıyla bunu da iktiza ettiğini gösterdiklerinde, senin kalbin de buna itminan ediyor. çölde geldin, bir sürü nimetlerle donatıldın. çölün içinde bir vaha gördün. bahçesi çok güzel tasarlanmış. hiç kimse demez ki, bu çözlün ortasında kendiliğinden oldu demez.
ha bir de yersen, huriler de eline yiyecekleri verirse, hayal meyal değil dersin. biz çok rahat rahmeti bu kainatta gözlemliyoruz. bütün ihtiyaçlarımız haddinden çok karşılanıyor. bir göz vermiş, inanılmaz güzellikleri görebiliyoruz. her şeyin sesini ayırd edebilen bir kulağı vermiş. dokunmakla her şeyi tanıyabiliyoruz. bu kadar nimet veren, bu sınırlı dünyada, bu kadar sanatını gösteren yaratıcı, bunları abese kalbetmez. boşu boşuna, büyük bir şirketin, kendiyle alay etmesi gibi olur. çok büyük bir ürün yapmış, dünyaya meydan okuyor. hologramlı telefon yapmış, üç boyutlu. sonra anında alet bozuluyor. kayboluyor bozuluyor. adam için nur meselesidir. böyle bir şeyi hiçe götürecek şekilde yapmaz bu. bu kadar numuneleri sanatları gösterdiği bu dünyada, bunları elbette ki, zıttına inkılab edecek şekilde bir zulme müsaade etmez. bu çok güçlü bir delil. kainatta hikmet ve rahmet varsa, ahiret var.
bütün ümitler kesildi, kapkaranlık bir kuyuya düştük. orada bir ağacı düşün.baharda kupkuru bir hale geliyor. hiçbir ümit yokmuş gibi, bir de üzerine kar geliyor. sonra bir bakıyorsun, baharda yeniden canlanıyor. bizim sıkıntı hallerimiz de bunun gibi değil mi? tam ümidi kesiyoruz, bir bakıyorsun, topraktan nimetler geliyor. allah oradan rahmetini gönderiyor. haşrin numunelerini, bize kainatta milyonlarca gösteriyor. bir tohum veriyor; al bu tohumun içinde beka ver diyor. bir tohumla sonsuzluğu kazanabiliyorsun. allah belki milyon yıl önce bir tohum yarattı, biz hala o tohumu tüketiyoruz. ve bitmiyor. bir elma 100 milyon yıl önce belki vardı. hala onun meyvesini biz yiyoruz. baharda gidiyor kayboldu gibi zannediyoruz, bir sonraki baharda yeniden geliyor. allah da bazen veriyor, bazen alıyor, kendi rahmetini gösteriyor.

ry. ortadoğuda hurma çekirdeği buluyorlar, kazılarda. 5000 senelik tohum. demek ki, allahu teala buna müsaade etmiş.

aş. allah bir tohumu yaratmakla bir kainatı yaratıyor.

zk. ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz diyor. her sene baharın yenilenmesi, mevcudu korumak gibi duruyor da, ahiret mevcudu korumak değil. mevcuttan çok daha iyisini vermeye. peygamber örneğini ben anlamlı görüyorum. burada görüşemiyorsun, ama orada görüşeceksin.

ry. her türlü hastalık var. ama ahirete imanla hepsi ortadan kalkıyor. bütün sorunlara çözüm geliyor. bu insanın en büyük ümidi.

aş. gönderdiklerine kavuşuyor gibi. sadaka meselesi. resulullaha diyorlar, ben ölümden korkuyorum. o zaman tasaddük et, diyor. nasıl olacak, diyorlar? çünkü insanın kalbi, malı neredeyse, oraya bağlıdı, diyor. sen dostlarını ahirete göndermişsen, ahirete gitmek istersin. ama malını buraya bağlarsan, yitirme korkusunun yaşarsın sürekli. sevdiklerimiz ebedi saadete gitmişler, gibi düşünürsen, bunu yaşarsın.
ben bunu anneannemde görmüştüm. nasılsın diyordum. ben iyi olsam ne olur, diyordu. oraya bir an önce gideyim istiyorum. allah yaşlılıkta, bir an önce insanı oraya sevkettirmek istiyor. annem de anlatıyor. ölmeden bir gün önce, gidecek zannetmiş. korkma demiş, benim bir günüm var. oradaki torunları gelmiş, hepsini tek tek karşılamış. sanki kavuşmuş da onları karşılıyorlarmış gibi, hepsini görmüş gibi konuşmuş. nefesini öyle vermiş de gitmiş. orada bekleyenlerin varsa, gitmek kolay geliyor.
aslında bu hayata bakış açımızı da etkileyen bir şey. hepsi aslında allahın rahmetini celbeden, bizi çeken şeyler. burada bunu görürsek, o zaman musibet de çok hafif geliyor.
ona kavuşma anı olarak görebiliyoruz.

ry. müminin zindanı, kafirin sarayıdır diye bir hadis vardı.

zk. o hadisle ilgili geçen gün aklıma bir şey geldi. buradaki tecelliler herkesin kabiliyeti nispetindedir. buradaki biz kısıtlanmışız, aşamıyoruz kendimizi. sınırlarımızdan kurtulup, tam ayine olamıyoruz. bir sürü nimet var. hepsini yiyemiyoruz. fakat üstadın bir benzetmesi var. bu dünyada sen fotoğrafçısın. ebedi almede yiyebileceğin nimetlerin fotoğraflarını çekiyorsun. orada tadacaksın. illa bir nimeti bilmek için, onu tatman gerekmiyor. hepsini bir anda yiyemezsin. bir miden var. ama orada, bir bakışta 70 perdeyi birden görebileceksin. çokluktan gelen bir espri var. 70 farklı nimeti bir anda tadabileceksin. bir anda cennette de 70 ayrı nimeti tadabileceksin.

ry. her şeyden özel de, hakka kavuşmak. nimetlerin en ütü, allahı görmektir derler.



mk. o zaman bu akşam derslerinin muhasebesini yapalım.

yy. öncelikle
özet yapalım dersleri

mk. ihtiyarlık yaşla ilgili bir şey değil.
insan yaşlandıkça kendini daha genç hissediyor.

aş. üstadın bir sözü var: ceset yaşlandıkça ruh gençleşir.

aş. bence ihtiyarlar risalesini herkes okumalı da gençler daha çok okumalı.

mk. ihtiyarlığı yaşta değil başta hatırlamak olarak düşünebiliriz. muhasebe etmenin bir alışkanlık haline gelmesi gerektiğini. muhasebe yapmak başlıbaşına bir cesaret gerektiriyor. belki bu akşamki ders buna cesaret etmeyi, zarar bile etsek, buna cesaret etmek. böylece yeni arayışlara girebiliriz. muhasebe etmediğimiz bir konu, ne yapacağımızı bilmeyen kaybolmuş bir kayık gibidir. bu bayağı cesaret ve gençlik isteyen bir konu.

zk. zararlı durumdayken, muhasebe etmek daha karlı bir durum. kar ederken, muhasebe etmeye gerek yok.

mk. karlı zamanda da gerekir. karın ne olduğunu, nereye gittiğini değerlendirmek gerekir.

cn. parayı sayınca, bereketi gidermiş.

mk. sayınca bereketi fazlalaşır, çünkü şükrünü hissedersiniz. ama o ayrı bir versiyonda.

aş. onu keyfiyet olarak değil de, kemiyet olarak görüyoruz. allahın rahmetini sayılabilir bir şey olarak görürsen, gider o doğru. yoksa allahın rahmeti hiç azalmaz.

mk. bazı şeyler duaya vesile olsun. bu konuyu ödev alalım. bir dahaki derste konuşalım.
muhasebeyi bir çok insan yapar aslında. ihssedersiniz. ama bunları dile getirmek işimize gelmiyor, kaçamak yapıyoruz. kaçmanın aslında çok yapratıcı olduğunu, bir şeyle yüzleşebilmek, insana hem direnç getiriyor, hem de ümit getiriyor. bu da gayretin artmasına sebep oluyo. buraya derse gelmek bile, bir gayretin sonucu.