19 Şubat 2010 Cuma

Ondördüncü Söz

"
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

آلرَ كِتَابٌاُحْكِمَتْآيَاتُهُثُمَّفُصِّلَتْمِنْلَدُنْحَكِيمٍخَبِيرٍ


[Kur'an-ı Hakîm'in ve Kur'anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyâdı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazîrelerine işâret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inâyet Beyân edilecek. O hakikatlardan Haşir ve Kıyametin nazîreleri, Onuncu Söz'de, bilhassa Dokuzuncu Hakikatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur. Yalnız sâir hakikatlardan nümune olarak "Beş Mes'ele" zikrederiz.]"

"Birincisi: Meselâ: خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ

"Altı günde gökleri ve yerleri yarattık" demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibâret olan eyyâm-ı Kur'aniyye ile insan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâl'in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları; nazar-ı şuhûdâ gösteriyoruz. Evet güyâ insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâl'in emriyle âlem dolar, boşanır."

em. normalde altı günde gökleri ve yerleri yarattık derken, kendi standartlarımıza göre değil. halbuki bunların hepsinin kendine ait günleri vardır. farklı gezegenlerin veya galaksilerin günü farklıdır. bunu kainatınilk yaratıldığı zamanı düşündüğümüzde, kainatın vasfını düşünmemiz lazım. yani kainatın kendi çevresinde dönüşünden bahsediyor bize.

zk. dokuzuncu sözde, namazın parçalarını anlatırken, 6 evreden bahsediyor. hem kainat, hem dünya, hem de insan açısından. zaman dilimleriniin hepsinin altı evresi var.

aş. 6 evreyle, fıtratın kademeleri ortaya çıkıyor. insanda, bebeklik, gençlik, olgunluk var. bunun gibi.

ir. 6 gün, tevratta da benzer bir şekilde bahsediliyor. yedinci günde, istirahata çekildi diyor.

aş. onların rab anlayışı mutlak kudrette değil.

hş. o istirahati ben tercüme hatası olarak görüyorum. dünya her haliyle kurulmuş. her şeyi yapılmış. sadece geliyorsun, dünyada bir anda geçip gidiyorlar.

zk. yorum hatası. onlarda cumartesi günü izin günü ya, aynı şeyi rablerine de uyarlıyorlar.

hş. ismi hakim ile alim arasındaki fark gibi. alim ismiyle cenabı hak bir takım şeyleri biliyor. ama bunlar gün yüzüne çıkmıyor hemen.

aş. burada bir yanlışımız var. yaratıcı açısından zamanı düşünemeyiz. yaratıcı açısından zaman yoktur. zaman bizim açımızdan vardır. bir şeyin fıtratını anlayabilmemiz için, bu altı evreyi görmemiz gerekiyor.

yy. rabbin süreye ihtiyacı yok.

hş. ihtiyacı yok. bu bir şekilde, alim ismiyle kadir isminin arasındaki karıştırmadan dolayıdır diye düşünüyorum.

aş. karıştırmadan ziyade, cenabı hakkı zaman ve mekanla sınırlandırılmış düşünme yanılgısından kaynaklanıyor. cenabı hakkı tanımanın da aslında altı basamağı var: fiil, esma, sıfat, şuun, ..., zat.

yy. altının sembolik anlamı var değil mi?

aş. cenabı hak katında bir hükmü vardır elbette. bunlar birer şifredir. bizim cenabı hakka doğru giderken, işaret taşlarıdır seyri sülukta. sıfat-ı seba vardır. 40 var. çokluktan kinaye olmakla birlikte... renklere baktığınızda temelde 3 renk vardır. kainat tamamen bir temsildir. cenabı hakkın tanınması için birer ayettir. cenabı hakkın sıfatlarını kainat vesilesiyle tanıyoruz. bu rakamların burada önemi var. cenabı hak zatı itibarıyle birken bismillahta 3 isim geçer. buradan yedi sıfat tebarüz eder. zati isimler. fiili isimlerse, sonsuzdur. renkelrin skalası sonsuzdur. bu rakamlar da, seyri sülukumuzda anlamlıdır. yoksa niye özellikle 6, 5 değil de. en hikmetlisi bu olsa gerek.

"İkincisi: Meselâ: وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلآَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلآَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: "Bütün eşya, bütün ahvâliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor." demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelâl, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bâhusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntâzam mahlûkatın fihriste-i vücudlarını, tarihçe-i hayatlarını, desâtir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde mânevî bir Sûrette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemâl-i intizâm ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya her bir bahar, birtek çiçek gibi, gâyet muntâzam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil'in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor. Hakikat böyle iken, beşerin en acîb bir dalâleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz'un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san'at-ı Rabbâniyye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyyeyi, bu nakş-ı san'atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telâkki etmesidir. اَيْنَالثَّرَامِنَالثُّرَيَّا Hakikat nerede... Ehl-i gafletin telâkkileri nerede..."

aş. cd'nin içerisinde bir film yazılıdır. bilgisayara koyduğunuzda, oradakiler okunur ve ekrana da yazılır. yazılıdır, yazılıyor ve yazılır. geçmişte yazılmış.

yy. bize yeni gelen şey, aslında olmuş bitmiş bir şey.

biz bir şeyin yaratılışını görüyoruz. filiz haline gelişini, ağaç haline dönüşünü görüyoruz. biz onun her halini yeni bir şeymiş gibi görüyoruz. ama aslında onun her hali önceden yazılmış.

aş. levhi mahfuzda her şey mevcut. bizim açımızdan yeni.

aci. ikisi de gerçek. hepsinin bir gerçekliği var.

aş. zaman bir perde sadece. geçmişe bakıyoruz. çocukluktan şu ana kadar geçmiş bir hadise. sanki çocukluğumuzu rüyamızda gördük. geçti. bir filmi seyrediyormuşsun gibi. nasıl olacak dediğin zaman. allah gözünün önünden sanki bir perdeyi kaldırıyor, elli sene sonraki bir hali gösteriyor. bu mümkün.

yy. zaman algısı da insana göre değişiyor. bizim için keyifli anlar, çok hızlı geçiyor. hastalık anları ise yavaş geçiyor.

aş. kişiye göre demek alem gösteriliyor. herkes kendi alemini kendi zaman diliminde görüyor.

kiminin zamanı bir senede 1000 senelik olur. bazısı 100 sene yaşar, bir senelik bile ömür yaşayamaz.

zaman hakikatleri ortaya çıkaran vesiledir.

yy. karanlık odada ışığı nereye tutarsan, orası aydınlanır. zaman da bir fener gibi.

aş. yani düğmeye bassan hepsini bir anda göreceğiz.

aş. bir çiçek bir bahar kadar değerli olabilir. bir papatyanın içine bakınca, içiçe geçen helezonlar sanki sonsuza kadar inceliyoruş gibi. onları büyütsen, br sürü ağaç göreceğiz sanki. kudret açısından br çiçekle, dünyanın tüm çiçeklerinin arasında çok fark yok.

üstad şöyle diyor: geçmişteki insanlara baksan, önünde de yeni insanların geleceğini anlayabilirsin. zaman denen kavram, yani sıralı yaratmak denen kavram, bir kudretin noksaniyetinden kaynaklanmıyor. bana farklı simaları göstermek için, zaman ipine diziyor.

em. bazı insanlarda bir yanılgı var: allah küçük işlerle uğraşmaz diyorlar. allah hem bütün yeryüzünü yaratıyor. ama hem de ayette dediği gibi, zerre miktar gözünden bir şey kaçmaz. her şeyle ilgileniyor, küçük veya büyük.

biz patron olsak, küçüklerle ilgilenemediğimizden ilgilenmiyoruz. halbuki hakiki büyüklük, en büyükten en küçüğe kadar her şeyle ilgilenebilmektedir.

aş. cenabı hakkın azameti yani celali, sadece büyüklük açısından değildir. celal, boş alan bırakmamak anlamındadır. bir çiçek gördün ne kadar güzel, cemal gözüktü. ama dünyanın her yerine o çiçeği dikebilecek bir kudret var. hatta çiçeğin her bir parçasını nizamlı ve güzel yaratmış. kudretin büyüklüğü sadece bir şeyi çok büyük yapmak değil, o her bir şeyin içine sonsuz küçük sanatlar yaratmakta. asıl kudret, orada ortaya çıkıyor.

aö. o zaman celal, allahın şiddetli bir şekilde her yerde esmasını tecelli ettirmesi.

aş. 14. sözün sonunda depremle ilgili bir bahis var. bu hadiseleri, gayesizhikmetsiz zannetmekle, maktulün hakkını zayi eder. deprem geldi, es kaza gittin. bu ne demektir, boşuna gittin. tesadüf eseri yorumlarsan, es kaza gittin demektir. bu büyük bir zulümdür masumlara karşı.

"Hakikat böyle iken, beşerin en acîb bir dalâleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz'un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san'at-ı Rabbâniyye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyyeyi, bu nakş-ı san'atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telâkki etmesidir."

aş. tabiata bir kuvvet vermek. trafik kuralları var. bunlar fail değildir. teorik kurallardır. bir etkisi yoktur. bir insan trafik ışığında duruyorsa, bu ışığın bir etkisi değildir. orada bir kuralın varlığına işaret eder. yoksa kuvvet göstermez.

tabiat dedikleri şey, maddedeki etki olarak adlandırılıyor. madde ortadan kalktığı anda tabiat diye bir şey ortada kalmaz. maddeye ise kuvvet istinad etmek mümkün değildir, sürekli değişen bir şeye, sabit bir şey verilemez. kendisi sabit değil ki, sabit bir şeyi ona veriyorsun. sanat, hikmet, güzellik sabittir. halbuki çiçeğin zerreleri sabit değildir ki, o sabitlikleri ona veresin.

kainatta değişmeyen bir şey gösterin.

arazı ortadan kaldırdığın zaman, bir şey kalmaz. yani unsurları ortadan kaldırırsan, ortada artı bir şey yoktur.

programı br mevcut gibi algılıyoruz. sanki o mevcut kendini oluşturuyormuş gibi algılanıyor. ağaç diye bir tabiat var, o kendini teşekkül ettiriyor gibi. ayrı bir araz yoktur. maddey ortadan kaldırdığında, bir şey kalmaz.

zerrelerin kendi mevcudiyeti yoktur. atomun altına in. sürekli hareket ve boşluk vardır. zerreye ip sarkıt dipsiz bir kuyudur. boşluklardan oluşan bir şey. sabit bir şey yok ki, nizam, kemal gibi şeyleri ona atfedesin.

bilim adamlarının arayışı buydu: sabit bir şey arayışı. en sonunda geldikleri şey: her an hareket var.

postmodernizm öyle doğdu. bulsalarda bu diyeceklerdi. bunu diyemiyorlar. halbuki, tabiat deyince, kendini maddenin içine nüfuz etmiş bir şey var.

dna kendini replike eder diyorlar. resim kendini inşa edemez. bir an bile devam eden sabit bir şey yok. kainatın dışında onu aramak zorundasın.

resulullah yağmura hayranla göğsünü açıyor. "bu yağmurun allahla sözleşmesi yenidir" diyor.

levhi mahfuz neden bize bildirilmiş? biz bilmiyoruz geleceği, ama bunu bilen biri var, bundan emin olmamız için. her şeyin arkasında bir kaderin olduğuna iman etmemiz için. yağmuru gönderen, ne yapacağını bilmiyor değil. yoksa ben kime itimat edeceğim.

azrail as.'ye ruhumu teslim etmek ne güzel bir şey olduğunu anladım diyor. tanıdığınız bir kişiye emanetinizi teslim ediyorsunuz. başıboş değil.

müminin ünsiyeti var, ülfeti yok. her an yenilik görüyor.
kafirin ülfeti var, ünsiyeti yok. arkadaş değil. başına ne getireceği belli değil.

aö. yağmur gibi yeknesak olmayan şeylerde bile, güneş her akşam rabbine ibadet eder, diyor. yağmur biraz zamansız geliyor. ama en yeknesak olayda bile, onun da kul olduğunu kuran ifade ediyor.

aş. insan topraktan korkuyor. toprağa ne değmiş ki, içinde hakikat barındıran, karşılığını almamış olsun. toprak içinde zerre kadar hakikat barındıran bir tohum, toprağa değdiği anda, toprak rahmet kapısıdır.

---
mk.

---

12 Şubat 2010 Cuma

Üçüncü Desise

mk. Sait Nurside çok müspet bir kişilik var. Hem insanlara tabi olmuyor, hem de insanlara gıcık olmadan, kendi gördüklerini anlatıyor. Sait Nursi, en karışık devirde bile, insanların haklarını ifade ediyor. Küsmüyor.

aş. Şeriat isteyenlerin asıldğı bir yerde, sözünden dönmüyor.

mk. Aynı zamanda, karşıdaki insana menfi bir davranışta bulunmuyor.

bu çok ince ve tatlı bir nokta.

aş. 31 marttaki hadise çok ilginç. önünde bir sürü insan asılmış. o dar ağaçların önünden geçiriyorlar. "sen de bunlar gibi şeriat mı istedin" diye soruyorlar. "evet ben de istedim, ama isyancıların istediği gibi değil. benim istediğim şeriat şöyle şöyle" diyor.

yy. insan bakınca, bu gücü nereden alıyor diye soruyor. bir çocuk size mantıklı bir şekilde kafa tutsa, düşünürsünüz, bu çocuk neye dayanıyor. üstadın her yerdeki tavrı.

mk. başka bir müspet örnek. sait özdemir ağbi. hala yaşıyor kendisi. üstadı afyonda mahkemeye götürürken, kollarından girmişler. bütün millet de yolda izliyor. sait nursi, demiş ki, yanındakilere: "bunlar kim? niye gelmiş bu insanlar?" yani bütün o insanların coşkulu halinden kendisini kopartıyor. yani olgun bir kişilikle, kararlı tutarlı, tepkiselolmayan. sait nursi buna, asabiyet hastalığı diyor. dengesizlik diyor. doğruyla eğriyi her zaman birbirine karıştırma tavrı var. sait nurside bu yok. o yüzden mahkemeden korkmadığı gibi, insanların ayağa kalkmasından da heyecanlanmıyor.

necmettin şahinerin uzaktan da olsa çıraklığını yapmıtım. eskişehirde, barladan almış götürmüşler 40 kişi kadar. askerleri tahrik ediyorlar. bir talebesi demiş: "biz gavur muyuz?" isyan etmiş. sait nursi, tahriklere kapılmamış, hemen onu teskin etmiş.

sait nursiyi yolu bile olmayan barlaya tıkıyorlar. hapse koyuyorlar. camı kırık. yatak yok. sait nursi, tahrik olsun isyan çıksın istiyorlar. hep tahrik etmek için uğraşıyorlar. ama sait nursi, mutedil adam. bu tahriklerin hiçbirine kapılmıyor. hem korkmuyor. hem de başkalarını korkutmak, başkalarına karşı güç göstermek gibi bir davranışta bulunmuyor.

sait nursinin yanında olan insanlar zarar görmemişler. ama şeyh sait isyanında adı sanı belli değil, binlerce insan ölmüş.

yy. üstadın derdi belli. iman hakikatleri isyan çıkarsa, ne olacak. zaten bir şey elde edilmez. karşı tarafa malzeme çıkar. onlar da onun peşinde. bu oyun hala oynanıyor ki. adam öldürüyorlar, müslümanlar yaptı diyorlar. her defasında, millete "kahrolsun şeriat" diye bağırtırıyorlar. ama müslümanlar, duruşuyla yaşantısıyla dik durduğu zaman, karşı tarafı daha fazla etkiliyor.

aş. önemli olan korku damarının hikmetini anlamak açısından bakmak. üstadın kahramanlıklarının hak üzere olduğunun göstergesi. müminleri tarif ederken, onların kalplerinde bir korku yoktur, hüzün de duymazlar diyor ayet mealinde.

o damarın yanlış kullanılması, insanı ne hallere götürüyor. mesela askerde veya başka bir kurumda kendini saklıyor. komutanlar öylelerine özellikle uyuz oluyor ve kıldırmıyorlar. soruyorlar, kim oruç tutuyor? 5 kişi el kaldırıyor. tamam diyor, bunlara yemek çıkacak, diğerlerine çıkmayacak. ama başkalarına, izin vermiyor. sen bazen kılıyorsun, bazen kılmıyorsun diye kızıyor onlara.

zarar görme meselesine gelince, bizim gençliğimizde kitap taşımak bile ceza gerektiriyordu. bir kere hoca, namaza gidiyorum diye, beni dövmüştü. o hareketi bana zarar gibi gelmişti, ama aslında benim imana karşı ilgimi daha pekiştirmişti, gibi geliyor şimdi.

o gördüğüm şeyi, zarar olarak telakki etmiyorum şimdi. biri zarar olarak telakki ediyorsa...

korku faktörü çok ilginç. ilaç firmaları bu korku faktörünü çok kullanıyor. hastalık üretiyor. bu damarı öyle kullanıyorlar ki, aslında biz bunda suçluyuz.

hş. bazen kıvırırlar, bu kötü bir şey. üstadın kosturmadaki, 31 marttaki davranışı, çok güzel bir derstir bize. allahın dürüstlüğü nasıl koruduğnu gösterir.

ama sen bir kıvırtmaya başladın mı, adam sana baştan güvenmiyor.

yy. yalnız "her doğruyu her yerde söylemeyin" diyor.

hş. evet, ama adamın mahrem bir şeyini almışlar, ortaya çıkarmışlar. bunu da savunuyor.

mk. mehdi ve deccal konusunu bile, sait nursi, çok olgun işlemiş. saldırgan, tahrik edici bir tarzda işlememiş. deccal konusunu insanların dengesini bozacak şekilde işlememiş. mehdinin özellikleri şunlar olacak, diyerek, herkes kendi nispetinde ne alacaksa, söylemiş.

bukonularda sait nursi, hep latif ve dengeli bir şekilde anlatmış.

hş. bazı insanlar hem ahireti, hem dünyayı kazanmak için, iki taraflı oynarlar. hem yanında gibi gözüküp, hem de ben yanında değilim, demeye gerek yok. o zaman zarar da görmezsin.

aş. üstad, korkuyla ilgili oranlar vermiş. mesela, adam gemiye binemiyorum korkuyorum demiş.

mn. "hayvan bile olamaz" sözü menfi bir söz olmaz mı?

yy. adamın biri kendini darı zannediyormuş. tavukları görünce korkuyormuş. tedavi görmüş, tamam ben mısır değilim diye anlamış. tam çıkacakken, doktora demiş ki: tamam anladım, mısır olmadığımı, ama tavuklar bunu biliyor mu.

mk. arabanın birisi geri geri geliyor. tam köprünün kenarında. orada, hop mu, dersin. yoksa, lütfen bir dakika düşeceksin diye kibarca mı konuşursun. doğru olan, nedir. orada bağırıp, en yüksek sesle ani tepki vermektir.

aş. kendi dünyamda uyguladığım bir şeyi söyleyeyim. sürekli mesela kanama vesvesesi oluyor. acaba abdestim bozuldu mu. siz vesvese yaptıkça, su geliyor. bir gün dedim ki, bozulsa da bozulmasa da ben artık bırakmayacağım. psikolojik bir takıntı haline gelmişti. elhamdülillah o kararı verdikten sonra, o vesvese kayboldu.

yy. adamın biri köye gidiyor. hocaya musallat oluyor. hocam, bana muska yap diyor. hoca istemiyor, ama adam bırakmıyor. hoca da dayanamıyor diyor: bu su mübarek su, ama bu suyu içerken aklına tavşanı getirmeyeceksin diyor. hoca kurtuluyor. takıntı.

mk. korkunun çaresi nedir, diye sorarlar. en önemli hususlardan bir tanesi, korkuyu sadece dini olarak algılamayalım. korku hayatımızın temel bir parçasıdır. eğer hayatımızın temelinde korku olayını çözemezsek, dini olaylarda da çözemeyiz. arabaya bindiniz, araba kullanmayı bilmiyorsanız, korkarsınız. sürmeyi öğrenince, korku geçer. korkuları anlamak istiyorsak, bazı şeyleri kavramamız gerekiyor.

iş konusunda da. bir konuyu öğrenirseniz, bilgi olarak korkudan kurtulursunuz. pratik eder de meleke haline getirirseniz, korkularınızı aşmış olursunuz.

temel konularda korkunuz varsa, dini konularda da korkarsınız.

yy. şahsiyetli insanlar bu doğrudur deyip net oluyor. ama şahsiyetsiz insanlar, sürekli dönüyor.

aş. hulusi ağbi, üstada bir mektup yazmış. burada problemin nereden kaynaklandığına dair bir şeyler söylüyor.

her bir desisei imaniyenin, imandaki bir zaaftan kaynaklandığını söylüyor. mesela hubbu cah yerine, rızayı ilahiyi kabul edin diyor. ikincisinde, havf ve vehim, kadere imanın eksikliğinden kaynaklanır diyor. çözümü de kadere iman noktasında aramamız gerekir. bunu nasıl oluşturacağız? yine imanımızı artırmakla. nefsimize karşı iman hakikatlerini tahkik ettirmekle olacak bir iştir.

mk. imanımızı nasıl artırırız? bana göre rezzakı okuyacağız. bunu okuduğumuz gibi hayatta tatbikat yapacağız.

aş. üstad rızık konusunda, ihtiyar ile olmadığını, ihtiyaç ile olduğunu söylüyor. tecrübelerimizin, okumalarımızın pratik hayata da yansıması doğru.

hş. bir olayın failini kulun kendisinde, herhangi bir sebepte bilirsen, ondan gelecek şeyden de korkarsın.

biz olayların faili değiliz, olaylara karşı tercih yapanız.

mk. adam diyor ki, bunu aldık zarar ettik. bundan kar ettik. allahın takdirlerini göre göre öyle bir hale geliyor ki...

hş. bazı insanlar iş alarak kendilerini büyük zannederler. büyük işler aldıkça namazdan niyazdan vazgeçiyorlar. öyle değil. veren allahtır. senin işin, dürüstlük, sünnetullaha uymak, hikmetin gereğini yapmaktır. sonuca karışmayacaksın. sonuca karışan insan, allahın işine bulaşır.

bir dua var: ayaklarımızı sabit kıl diyor, resulullah. yani altın sağlam olacak. yani biz o sağlam yer neresidir, dünya toprağına basarsak, dünya kayar. biz allahın arzına basarsak, allahın rızasına bağlanırsak, hiçbir zaman orası kaymaz. üstadın o pervasızlığı, her şeyin allahtan olduğunu bildiği için. kosturmadaki olay var ya, mucize. kesin, tüm silahlar üstada dönmüş. öldürecekler. general pişman oluyor, özür de diliyor. ama üstad tek adım geriye gitmiyor.

aş. esbaba tevessül, ihtimal hesaplarını nazara almak, hikmeti ilahiyi anlamak açısından değerlidir. korku damarı, hıfzı hayat için verilmiş. yoksa, onunla, kaderi itham edecek bir konuma getirmemek esprisidir. her olayın arkasında cenabı hakkı göreceğim. ama kitaplar, kuran ve hadis, ve kainat kitabı da ne yapacağımı bana bildiriyor. fırtına çıkmış. o kayık orada yüzmez.

rm. "ayağını sabit kılma" duasında aklıma şöyle bir şey geldi: insanın haddinin fevkinde bir şeylere heveslenmesi, yani taşıyabileceğinden daha fazla yük alması, orada zemin sağlam bile olsa, sizin ayaklarınız kaygandır.

rk. ihtimal hesabı asla islami değildir. savaşlarda yüzde yüz bizim aleyhimize olduğu halde, müslümanlar kazanmıştır.

aş. yok. ilk gelen ayette, bire on güç farkı olmasına izin verilmiş, sonraki ayette bire iki fark olması durumunda, savaşabilirsiniz denilmiş.

aş. aslında korku duygusu, allahtan korkmak için verilmiş. kamil insanlar korkuyla allaha yaklaşmaktan çok büyük lezzet duyar.

yy. korkuyla saygı birbirine çok yaygındır. sevgi ise çok kolay duyulabilen bir duygudur. bunlar birbirine zıt olmak zorunda değil.

hş. korku meselesi, toplumları manipüle etmede, çok kullanılan bir tekniktir. güven çok önemli ekonomide. kriz oluyor, bu kriz bazı insanlar için çok güzel bir yönlendirme aracıdır. amerikadaki terör ortamı, amerikan insanını diğer insanları sinek gibi ezmek için meşrulaştırmak için kullanılmıştır.

aş. desisei şeytaniyelerden ikincisi. hubbu cahtan sonra, korku.

hş. ümitsizlik. insanda güvenlik zaafının olması, tercihe en açık hale gelmesi durumudur.

aş. risalede en fazla geçen konu, derdi maişet. geçenlerde lemaları taradım. 20nin üzerinde bu meseleyi söylemiş.

yy. korkuyla ilgili 3 temel köken var. birincisi, yükseklik korkusu. çocuk doğduğu zaman, yüksekten düşme korkusu var. ikincisi, arkasındaki dayanağın çekilmesi. üçüncüsü de yüksek ses. onun dışındaki tüm korkular, öğrenilen korkular.

5 Şubat 2010 Cuma

Dokuzuncu Söz

"

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ


Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.

Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u ilâhînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i ilâhiyenin birer ma'kesi olduğundan, Kadir-i Zülcelâl'e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tâzim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için «Beş Nükte»yi nefsimle beraber dinlemek lâzım..."

zk. namazın ne manaya geldiğinden, ibadetin ne manaya geldiğinden, namaz vakitlerindeki tasarrufu azimeden bahsedecek -niye bu vakitler-, insanın namaz kılmaya ne kadar muhtaç olduğundan bahsedecek.

"BİRİNCİ NÜKTE: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür."

aş. cenabı hakkı eksik sıfatlardan olmadığını ilan etmek anlamına geliyor, sübhanallah. bende kudret yoktur, yani benim kudretime ihtiyacı yoktur allahın; bende eşyada kudret olmadığını ilan etmekle, onu tenzih ediyorum. allah sübhandır, yani mahlukat gibi eksilen artan cinsinden değildir. mevcudata kendi sıfatından eksilterek vermiş değildir. allah mutlaktır. esbabın tesiri yok demekle, sübhanallah diyorsun. yani allah kudret olarak esbaba ihtiyaç duymaz. esbab sadece, allahın sıfatlarını gösteren bir aynadır. yoksa esbabda onun ilmindeen zerre kadar bir cüz yoktur. böylece onun mutlaklığını ilan ediyorum. hiçbir şeyin tesiri yok demekle, allah tesiri elinde bulundarındır demiş olursun. şirki ortadan kaldırmaktır. yani esbabda allaha ait hiçbir vasfın zerresi yoktur. tenzih etmek o manada.

hamd de, mektubatta üstad izah eder kelime kelime. her kimden her kime övgü varsa onların hepsi allaha mahsustur. hamd bu manayı pekiştiren. yani övülecek, sevilecek ne varsa, müspet olan ne varsa, allaha mahsustur. tümü allaha aittir. o sıfatlar allaha aittir. onlardan neşet eden memnuniyetler de allaha aittir. dolayısıyla, bu bir öncekini pekiştirir. yani şirki reddediyorum ve bütün menfaatleri ve zararı ondan biliyorum.

bir de allahu ekber var. insanınzihninde arzi bir kudret hayal edilebilir. benim hayalimin bile ötesinde mutlaktır anlamında ilandır. yoksa deist materyalist bir kudret değildir. benim çıkamayacağım bir yerdedir manasında. onun mutlaklığını, ehadiyetini ilan etmek demektir. aklen, hayalen sınır konamaz, tarif edilemez.

"Yâni, celâline karşı kavlen ve fiilen "Sübhânallah" deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı, lâfzan ve amelen "Allahü Ekber" deyip tâzim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen "Elhamdülillâh" deyip şükretmektir. "

aş. celal bir şeyin her yeri ihata etmesidir. mesela güzellik cemaldendir. güzelliğin her yere yayılması, celaldir. bir şeyin hem makro hem mikro alemde ihatası mümkün olmayıp, her yere sirayet eden manasındadır. rahmet dediğinde, cemal açısından, güzel bir tecellidir. ancak rahmet allaha mahsustur demek, ondan başka rahmetli olan yoktur demek. tüm rahmet onaaittir, her yeri kuşatmış manasındadır celal. cemal bir güzellik manasıyken, celal o güzelliğin her yere yayılmasındadır. kuddusiyetin her yere yayılmasıdır. cemal, kudsiyet ifadesi.

papatya güzel. etrafındakiler de güzel. öyle bir istidat vermiş ki, her tarafa yayılabilir. o güzellik her tarafı ihata etmiş. aynı zamanda içine giriyorsun. papatyanın ortasında küçüksarı sarı başka çiçekler var. çiçek içinde çiçek var. tek papatya yaratmış, papatya bahçesi yaratmış, tüm papatya dünyasını yaratmış. aynı şekilde içinde de, polen, polenin içinde hücreler, hücrelerin içinde atomlar hepsi mükemmel. zamansal ve mekansal, dibe de giriyor, sonsuza da açılıyor. yani esbabın kendine ait güzelliği yoktur, tüm güzellikler ona aittir.

öz. şiddetlenmek manası yok mu?

aş. evet,nüfuz özelliğinin her tarafa yayılması anlamında, yoksa öfke anlamında değil. lafzaı celaldir, çünkü bütün isimler mutlak manasındadır. tüm isimleri cem etmiş.

kemal ise, tamlıktır. tamlık insanın ulaşabileceği bir nokta değildir. bir şey kemalde olsa, her şey kendi içinde kemaldedir de, tam bir kemalin gözükmesi mümkün değildir. mutlak yani. mutlak ihata edilebilir mi? mümkün değil. bir şey görünebiliyorsa, bir sınırı vardır. kemal had konulamayan anlamındadır. zihnin de had koyamaz, gözün de. o zaman ne diyor, allahu ekber. yani mahlukat cinsinden değil, kemalde olandır. eşyanın kemali ayrıdır, en mükemmel çiçeği yaratmıştır. ama allahın kemali, benzeri misli yoktur manasında. o yüzden allah külli değildir. allah hakiki cüzidir. eşi benzeri olmayandır. yani örneği veya bir parçası yok. zat itibariyle. cüzi kavramı maddesel bir şey değil.

cüzi nedir? parça değil. insanla insanlık arasında ne fark var? insan bir bireydir. insanlık ise bütünseldir. madde değil. şöyle bir tartışma yapmışlar: bir şeyin külli olması için, onun mutlaka, cüzilerinin olması gerekiyor. yani bir çok yerde kendini göstermesi gerekiyor. cenabı hak zatı açısından, bu söz konusu olamaz. çünkü külliyet, cüziyetin varlığına muhtaçtır. tek bir cüzi, aynalar menziline girerse, bir tek cüzi iken, küllileşir. ama cenabı hak küllidir dersen, cüzilere muhtaçtır manasına geleceği için, onu reddetmek için, cüzidir, yani benzeri kıyası yoktur manasında. külli kıyaslanabilr bir şeydir.

"Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler."

aş. yani bütün mevcudatın vazifesi bunlardır. ya tesbih, ya tekbir ya da hamd. tüm kainatın vazifesi de budur. insan bunları yapmak suretiyle, namazın hakikatini yerine getirmiş oluyor.

zk. yani yaratana karşı alınacak tavır budur. ister irade sahibi olsun, ister olmasın.

"Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te'kid ve takviye için şu kelimât-ı mübareke , otuzüç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hülâsalarla te'kid edilir."

zk. demek ki, namazımız yaratana karşı tavrı tam ihtiva eden bir ibadettir.

aş. mevcudatın yaratılış gayesi bunlardır. cenabı hak kendini tanıtmak istiyor. tanımak için yol, tesbihdir. yoksa cenabı hakkı tanımamış olursun, sevgini mevcudata yöneltirsin. o da boşa gider. cenabı hak hem kendini tanıtmak, hem de sevdirmek istiyor.

zk. tesbih de tazimi gerektiriyor. onu tanıdıktan sonra onu ilan etmen lazım. sonra sen bu kadar acizken, bu kadar nimeti verdiğini görünce şükredersin.

rm. şöyle bir şey aklıma geldi: cenabı hakkı sevmek, insanı sevmek gibi olmamalı değil mi? çünkü bir insanı severken, merhamet duygusu yaşıyorum; ama cenabı hakkı severken, ürpermem lazım.

bu sıfatlar bir yönüyle ayrılması gerekiyormuş gibi.

zk. kardeşine merhamet edersin, çünkü aciz bilirsin. yoksa merhamet etmene gerek yok.

aş. bu zoraki bir şey değil. hayretten dolayı, muhabbetin olur. azametten dolayı ne muhteşem dersin, bu hem hayretini artırır, hem hürmetini, hem de muhabbetini artırır.

rm. sevmem, ahmeti sever gibi değil ama.

hş. ananı ayrı, çocuğunu ayrı seversin. cenabı hakkın celaline karşı, ürpermek dediğin de öyle bir şey herhalde. onun noksan olmadığını.

rm. sıfatlarından bahsederken ölçü de zaten yok.

hş. biz de ona göre secdeye kapanıyoruz. kendimizi hakir görüyoruz, yani sıfırlıyoruz. kendimizi küçültüyoruz. kendi benliğimize dönüyoruz.

mk. bir tasvir söyleyeceğim. ben sonradan yaşadım. birisini sevdin mi, onun her şeyi güzel gelmeye başlar. kaşı ayrı, esintisi ayrı, sesi ayrı, varlığı ayrı güzeldir. artık onun saçının gölgesi olmazsa yaşayamayacağını hissedersin. ateşte yok olacağını hissedersin. o korku öyle bir korkudur ki, yeter ki, onun saçının gölgesinden ben yaşayayım. onun yokluğuna dayanamam. o olunca, çiçeklerim açıyor, dört mevsimi dört defa yaşıyorum. yeter ki, ben böyle bir güzellikten mahrum kalmayayım diye. o sevginin verdiği korku, insanı coşturuyor. onun bırak kafasının yarılması, saman sapı bile dokunmasın. tesbih derken, tesbihleri böyle hissedersek, zaten o sevginin arkasından bir korku gelecek.

fakat genel teamülümüze bizim aykırı bu. bir şeyden korkarsanız, onu sevemezsiniz. tesbih derken, şöyle algılıyorum ben. bir adamın sabahleyin kalkınca yüzü gülmüyorsa, tesbih etmiyor demektir. çünkü var olmak, temiz havayı hissetmek, suyu görmek, onların hepsinin idrakinde olursa, dünyaya olumsuz başlamaz. rabbimiz zaten kainatı gelinler gibi gelincikler takarak süsleyerek, bize dünyayı sunarak, kendisini böyle tanıtıyor bize. onun taktığı her bir güzelliği, takdir edip kabullenmek. varlığının farkında olmak. değerinin, özenliliğini hissetmek tesbih etmek. onun için, buna şimdiki batı dili inancı olmadığı için, derviş aliyle çatışırdık. batı klasiklerini niye okuyorsun. o da haklı, ama öyle öyle bir şeyler öğreniyorsun. tesbihin gerçeği olumlu olmaktır. tüm artıları bir araya getirmek.

rm. teknosaya gittiniz, lcd televizyonun önündesiniz. böcekleri gösteriyorlar. ne kadar güzel çiçek diyorsun. senin oradaki hayranlığınla, doğada gördüğün çiçeğe hayranlığın aynı mı olmalı? bence farklı olmalı. çünkü biri kul eliyle sunulmuş. benim kastettiğim şey oydu. televizyonu ne güzel yapmışlar diyorsun. dışarıdaki çiçeği görüyorsun, farklı olmalı.

biri kısıtlı bir şey.

mk. niye teferruata giriyorsun.

rm. birisi yaratıcının en mükemmel sunumu, diğeri insan eli değmiş.

hş. televizyon da allahın bir nimetidir, çiçek de öyle.

mk. sevgilimi hatırlatan resim de güzeldir, sevgilim zaten güzeldir.

tesbih demek kainata olumlu bakmak. o mükemmeliyeti, ikramı görmek, hayret etmek.

bir zamanlar ben kızmıştım bir ağbiye, böyle sert suratla ikram etmiştim. o da çok sevimli bir insandı. bu çayı içmek değil, çayla ikramı alıp karşılıklı ikramiyeti yaşamak istiyor insan. rabbim kainatı doymak için değil, her şeyimizle tüm duygularımıza hitap edecek şekilde yaratmış. biz kendimize yanlış alışkanlıklarımızdan dolayı veya yanlış algılamalarımızdan dolayı bu tesbihlerimizi kapatıyoruz. ehli dünya, bunu olumlu yaklaşmak olarak ifade etmiş. ya niye, müslüman olmadı demek, bence o da komünistlik. daha ilerisini de sen geliştir.

"İKİNCİ NÜKTE: İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı ilâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp "

mk. burada acz ve kusuru, ben yetersizlik manasında anlıyorum. bizim dilimizde, suçlama hata arama anlamında halbuki.

zk. kusur tesbihi gerektirir. acz tazim gerektirir. fakr da hamdi gerektirir.

"Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i ilâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. "

aş. kemali rububiyet, kusura bakıyor, yani hiçbir yerde hiçbir şeyi eksik bırakmamış. kudreti samedaniye, hiçbir şeye muhtaç değil. rahmet ilahiyye insanı tüm manasıyla güldürüyor.

"Yâni rubûbiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekâisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr -ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve Kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin."

aş. üç yolu varmış. biri, bir şey eksikse, benden kaynaklanıyor demek. çirkin bir şey görüyorsam, bu benim görme yetimin eksikliğinden demek. ikincisi, ehli dalalet, bu ne çirkin diyor ya, seni tenzih ederim, senin merhametini bilmemekten dolayı, orada kusur görüyorlar. üçüncüsü, kainat o kadar mükemmel ki, hiçbir noksanlık gözükemez, çünkü orada gözüken allahın esması orada mutlaktır. eğer kusur varsa, benim göremememden kaynaklanıyor. yine orada istiğfar deyince, kötü bir adamım da, kötülük yaptım da göremedim değil. benim yetmezliğim var, beni bağışla, bana doğruyu göster. fark edemediğim incelikleri bana göster. sabrım yetmedi. iyiliği tam yapamadım. benim beceriksizliğimden kaynaklandı bu. ne varsa, senden geliyordu. sende her şey kemaldedir. benim kusurumu tamamla manasında. ben bir şey yapamam zaten, benim sonsuz kudretim yok deyip, sen vereceksin diye ondan istemek. mevcudatta tesir olmadığını, asıl tesirin allahta olduğunu ilan etmektir. ne veriliyorsa, sendendir. bir şey eksik zannediyorsam, benim göremememden, veya mevcudatın kasrından kaynaklanır. yoksa sende kusur yoktur.

zk. aksi halde rububiyette bir kusur görmüş oluruz.

aş. buraya cömert bir adam geldi, tam yusuf ağbiye geldi, param bitti dedi. böyle değil. rububiyet herkesi besliyor, ama birine gelince, senin kulağın da eksik kaldı değil. kulağı eksik yaratsa da onun hikmetini ben göremdiğimden dolayı, kusurumu bağışla. nazarımdaki eksikliği bağışla. istiğfarın bir manası da budur. sende kusur yoktur. sübhanallahla bunu ilan ediyorsun.

"Hem de rubûbiyetin Kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za'fını ve mahlûkatın aczini görmekle Kudret-i Samedâniyyenin âzamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahü Ekber deyip huzû ile rükûa gidip ona iltica ve tevekkül etsin."

aş. kendi yetmezliğini görmek yetmiyor, bütün mevcudatın yetmezliğini görmek yani insan öyle bir mahluk ki, kendi ihtiyacı karşısında ihtiyaçlarınıkarşılayacakb ir varlık istiyor, ama sokaktaki kediyi de düşünüyor. uzayın derinliğindeki bir canlıyı bilse, onun da ölmemesini istiyor. oradaki mevcudatın da ihtiyacı kendi ihtiyacı oluyor insan için. dolayısıyla, aslında kudretin tanımı, ihtiyacı anlamak suretiyle. ben görmeye gerçekten muhtacım. anadan doğma kör bir insana deseler ki, çocuğunu bir dakikalığına görmek için ne verirsin? belki servetini verecek. biz her gün tüm sevdiklerimizi her an görebiliyoruz. bunun için ne yaptık ki. ne verdik. fark etmemiz gerekiyor. sürekli bende oluyor olması, ihtiyacım olmadığını göstermez. bazı insanlar öldürülmeyi yeğliyor da, hapse girmeye razı olmuyor. biz her gün sevdiklerimizle beraberiz, haftada bir bile olsa.bir kalbin bütün kainatın ötesinde mülk ve melekuta bedel olduğunu görmemiz gerekiyor. şu kardeşim üzülmüş, o da üzülmesin istiyor. denizdeki zerrelerden gökteki yıldızlara kadar her şeyi düşünecek bir kalp taşıyoruz. bu kalbin hadsiz ihtiyacını görmezsen, kudretin hadsizliğini göremeyiz. hem kendi ihtiyacını, hem tüm kainatın ihtiyacını bilmek suretiyle tazim edeceğiz.

zk. zaten tesbihte de yine, hiçbir boşluk yaratmayacak surette hayretle rukua gidiyoruz.

"Hem rubûbiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbının ihsan ve in'âmâtını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin. Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı ilâhîden vaz'edilmiştirler."

zk. burada, şu da var mı? kendi ihtiyacımız için dua ediyoruz. mahlukat aciz, onların da ihtiyacının giderilmesi lazım. ben vesile olmak itibariyle, ben de onlara muhtacım.

aş. çocuğum ihtiyaç içerisinde. onun ihtiyacının giderilmesi, beni memnun etmiyor mu? ben yemedim, o yiyince seviniyorum. niye? onların ihtiyacının giderilmesi beni de memnun ediyor. demek ki, onların ihtiyacı da benim ihtiyacım.

sual: istemek manasında.

rz. sabır da var mıdır? ihtiyaç varsa, sıkıntı var. kaza olmuş, kan aranacak.

aş. sabır tahammül değil, allahı unutmamak. allahla irtibatı unutmamak.

şükür ve sena denince, çok hoşuma gidiyor. zekeriya bana hediye verdi. ne yaparım? biri görünce, aaa ne güzel kalem, dese, zekeriyayı anarım. onunla arkadaşlığın mennuniyetini hissederim. sena etmek, anmak. bana bunu zekeriya verdi. şükrün bir manası da budur. her an allah bize kendisini andıracak şeyler gönderiyor. elmalar onu anmam için bir vesile. insan her an anmakla mükellef. o yüzden sürekli senahan olmak lazım. üstad diyor ya, şükür fabrikası olmak lazım. öyle oluyor ki, teşekkür etme duygusunu verdiği için, şükredesin geliyor.

yk. bazen o kadar nimet geliyor ki, ben neyim ki, bu kadar nimet geliyor. ben hak etmiyorum. hiçbir şey yapmadan bir sürü nimet geliyor insana, insan utanıyor.

mk. nadiren öyle insanlar var artık.

yk. diyorlar ya, bu kadar mal nasıl birikti. çalıştık da oldu. övünüyor kendisiyle. sağlık olmasaydı nasıl çalışacaktın.

aş. aslında çalışabilmek şükür vesilesi. bir nimetin gelmesi, hak etmemizden değil, ihtiyacımız neticesinde gelir.

mk. bugünkü medeniyet tesbihsiz ve senasız olduğu için, daima bir empoze var. sevgili dedemiz, buna engizisyon diyor. cebirle yapılıyor. hem siyasi hem medeniyet olarak. bugünkü medeniyet ne diyor? diyelim ki, bir televizyon gördün. bu renkleri bu kadar güzel yansıtıyor, allahın nimetlerini gösteriyor diye görürsek, o televizyon manasını ifade etmiş olur. o zaman almamıza gerek yok. almadan da tesbih yapabiliriz. bir kardeşimiz de alsa, tesbih ve sena edebiliriz.

aş. hz. ayşeye ganimet malları geliyor. resulullah bunları dağıt diyor. hz. ayşe de dağıtıyor. ne yaptın diye soruyor resulullah. çoğunu dağıttım, bir kısmını da kendimize bıraktım diyor. o da diyor ki, dağıttığın bizimdir, diyor. nimeti insanlara dağıtmak, tüm nimetin allahtan olduğunu bildiğin için, herkese verirsen ...

...

mk. hayasızlık ne biliyor musun. ben kendimi kral biliyorum, önüme geleni istediğim gibi kullanırım. samimi olsun, zaten haya olur. öteki duygusal soygunculuk. inanmadığın bir şeyi nasıl yapabilirsin. bir insanın tersine dönmesi gibi.

"ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i Musaggarıdır ve Fâtiha-i Şerîfe, şu Kur'an-ı Azîmüşşân'ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envâ'ını şamil bir fihriste-i nuraniyyedir ve bütün esnâf-ı mahlukatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-yi kudsiyedir."