26 Kasım 2010 Cuma

15. Şua 9. Kelime

"Dokuzuncu Kelime: آمِينَ dir. Buna kısacık bir işaret:
Madem نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ deki "nun" üç cemaat-ı azîmeyi, bilhassa
âlem-i İslâm câmiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediğimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor; biz dahi bu "Âmîn" kelimesiyle, o cemaat-ı muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o "Âmîn" ile bir rica etmemizle, bizim cüz'î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip, küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir. Demek uhuvvet-i îmaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibariyle ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha'daki "Âmîn" külliyet kesbeder, milyonlarla "Âmîn"ler hükmüne geçebilir
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
"

aş. "Biz sana ibadet ederiz"deki biz neyi ifade ediyordu? Her bir insan vücutta 70 trilyon hücre var. Bunun altında sayısız parçacıklar var. Her biri tesbih ediyor. Kendi yapabileceğinin çok çok üstünde kasıtlı faaliyetlere vesile oluyorlar. Dolayısıyla ben bir Mazımın, Muktedirin memuruyum diye zikir yapıyor. Dolayısıyla insanın her bir zerresi ve o zerrelerin mürekebinden oluşan hücreler, organlar hepsi kendi yaratıcısını zikrediyor. Ben de bunun bilinciyle, hepsinin ubudiyetini tasidk etmek manasında "na budu" diyorum. Yani benim vücudumdaki tüm zerreler sana ibadet eder, ben de şahidim buna, der.
Bu birinci anlamıydı.

İkincisi, alem veya ehli islamın hepsi, Allaha ubudiyet ediyorlar, namazda. En başta Kabenin etrafındaki halka. O halka genişleye genişleye, hem zamansaml hem de mekansal olarak genişleyerek, sana ibadet ederiz diye ilan ediyorlar.

Üçüncü olarak, daha külli bir manada, tüm kainatın tüm zerratı, ve tüm parçaları, her biri, bizi bu şekilde yöneten Rabbimizi zikrediyoruz, ona ubudiyet ediyoruz diye ilan ediyorlar.

Burada "dualarına ve söylediğimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor;" diyor ayrıca. Neden şefaat kelimesini kullanıyor? Tüm ehli iman diyor ki, biz müminleriz, bu kainatın sahibinin memurlarıyız. Dolayısıyla, benim tek başıma söylediğim "nabüdü" sözünün derken, kim şahittir denilince, diyorsun ki: başta vücudum, sonra tüm ehli iman bu sözümü tasdik edicidir, şefaatçidir; sonra hatta tüm kainat şefaatçidir. Yaptığın işi anlamlı kılmak anlamına geliyor bir bakıma şefaatçi. Senin o ifade ettiğin mananın doğruluğunun hak olduğunu tastdik etmek manasında şefaatçidir. Resulullah nasıl şefaatçi olacak? Bizim istediğimiz şeylerin hak olduğunu söylemek manasında şefaatçı olacak. Yoksa bize torpil geçilecek değil. Cenabı Hak, ona sorduğunda, o da mı seninleydi, diye sorduğunda; evet o da benimleydi, diyecek adeta. Resulullahın şefaatçı olmasını istiyorsak, veya onun şahsı manevisini temsil eden alemi islamın şefaatçı olmasını istiyorsak, onların ilan ettikleri hakikati biz de ilan edeceğiz ki; onlar da evet o da bizdendir, desinler.

aö. şefaatin özellikle günahkarlara olması ne anlama geliyor?

aş. çünkü büyük günahlar yapan bile, resulullahın şefaatine özellikle ihtiyacı olacaktır. diyecekler ki, seni biz nasıl tanıyacağız, büyük günah işlerdin. Resulullah diyecek ki, ben buna şahidim.

içki ve zina büyük günahtan. sahabeden içki içen biri var. resulullah der ki, o allah ve resulunu sever, ona dokunmayın, der. yani şefaati, ümmetinin büyük günahlarını işleyenlere yöneliktir. onların kendisine olan salavatını işitiyor.

şefaat iman eden kişilere yöneliktir. allahım, ben senin o sevdiğinin yolunda gidiyorum, diyen insanlara yöneliktir.

---
önemli olan burada insanın niyet olarak ait olmak istediği şeyi belirlemesidir. biz bunlardan olmak istiyoruz.
---
ruh nasıl terakki eder?
mesela meyveyi yediniz, bedeniniz terakki etti. fakat meyvedeki ikramı görüp allaha şükrettiniz veya o meyveyi allah rızası için bir başkasına ikram ettiniz, o zaman ruhunuz terakki eder. biz ruhumuzu önceleyeceğiz. maddiyatla muhatap olurken bile, orada ruhumuza bakan yönüne bakacağız.
---
aci. ruhu beslemek var ya, bu sözle kastedilerek olacak bir şey değildir. sen güzel bir şeye bakarken, güzel düşünürsen zaten ruhu beslemiş olursun. ama "ruhumun besleyeyim dersen" olmaz.

19 Kasım 2010 Cuma

19. Mektub 4. Nükteli İşaret

"19. Mektub DÖRDÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET

Altıncı Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca: Her gün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. "

aş. hepimiz rahmeti ilahiyeye mazharız, fakat nihayetsiz değil bizim mazhariyetimiz Resulullah gibi.

"Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.
Meselâ: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz."

aş. olaya tanık yok, yine de Huzeyfe ben şahidim diyor. ben senin kişiliğine şahidim diyor. bir at alışverişi meselesinde, bedevi atı resulullaha satmak istiyor. ama bedevi bir müddet sonra, bir başkasına satıyor. resulullah da, "ben aldım" demiştim diyor. bunun üzerine tartışma çıkınca, Huzeyfe, ben şahidim, diyor. ben senin risaletine şahit olmuşum.

muhammed asm. risaleti cihedityle yaptığı her fiille her çağdaki her insana ve hatta geçmiş ve geleceğe rehberlik yapan bir kişi. geçmişin tashihi onun vasıtasıyla oluyor. eski zamanın peygamberleri, onu şahit gösteriyorlar.

o tartışmada da, o sözde de büyük hikmetler var. çünkü bütün insanlığın ders çıkarabileceği bir hadisedir. zaten onun için o olay onun başına gelmiştir. birisine yüzünü buruşturduğunda, ayet iniyor ona. bu ne demektir? onun her fiili gözaltında tutuluyor. her hali. yani o nefsinden konuşmaz, o ne söylerse vahiy gibidir; fakat yazılı, sözlü vahiy değildir. vahyin yorumudur. dolayısıyla o konuşurken, bütün insanlığa konuşan cenabı hakkın resulunün bir sözüdür.

daha güncel meselelere taşıyalım konuyu. muhammed asm, 12 veya 9 yaşında bir kişiyle evlenmiş. eğer sen ona bir insan nazarıyla bakarsan, ayıplanabilir bir konuma getirebilirsin. hz ayşe ile evlenmesini kendisi istemiyor, cenabı hak ona emrediyor. dolayısıyla o fili muhammed asm'nin bir tercihi olarakg öremezsin. risaletiyle o tüm insanlar için bir had koyuyor. demek ki, siz 3-5 yaşındaki biriyle evlenemezsiniz. bir yanda kendisinden çok büyük bir kadınla evlenmiş, bir yandan da kendisinden çok küçük bir kızla evlenmiş. bunun bir hikmeti, insanlara had koymaktır. sen o olayı, kişisel bir zevk olarak görürsen, hiçbir şey anlamazsın.

4 kadınla evlenme meselesi de böyle. bu konuda ezikliğe hiç gerek yok. çünkü batı 4 kadınla değil, 400 kadınla bile yetinmiyor. fakat sadece din dedi diye buna tepki gösteriyor.

cenabı hak resulullahın tüm hareketlerini gözetmiştir. resulullah da sahabelerin tüm hareketlerini gözetlemiştir. bir sahabeyle karısı arasındaki bir olayla ilgili ayet inmiş doğrudan.

resulullahın fiillerine risalet cihetiyle bakmak gerekiyor. resulullah sadece insanların değil, cinlerin de nebisidir.

şurada küçücük bir hacime bir gaz sıkıştırmış olsak. bunun kalıbını açsak, o gaz her tarafa yayılır. aslında zaman da böyle bir şeydir. resulullahın bulunduğu an böyle yoğun bir şey. onun kalıbını açtığın anda her tarafa yayılır ve nüfuz eder. resulullahın da mahiyeti böyledir. çizgisel zaman açısından asrı saadete sıkışmıştır; ama ruh cihetiyle gelecek ve geçmişi ihata eder mahiyettedir. resulullah asm zamanlar üstü bir mahiyettedir. adem daha balçıkla toprak arasındayken ben nebiydim, diyor. ilk yaratılan ruh olması, zamansal olarak değil. mahiyet olarak. bir insanın mahiyeti ruha doğru kaydıkça, zamansızlaşıyor. dolayısıyla muhammed asm her zamanda resuldür. nasıl allahın her esmasının bir yansıması var; onun her şeyi görür ve bilir olan isminin de bir ayinesi olması gerekiyor. resulullahın şansı manevisi, bu manada külli bir aynadır. resulullahda temerküz etmiştir. miraçda resulullah zamanda seyahat etmiştir. hem mülk ve melekutta seyahat etmiştir. miraç zamansız vuku buldu. ne demek? yani allahın bütün nimetleri ona gösterildi.

muhammed asm öyle bir insandı ki, dudağıyla hz. hasanın üzümcüğünü öpüyor. oradan tüm seyyidler ve imamlar doğuyor. burada öpüşünü yüceltmek, yanlışş bir bakış olur. şunu diyebilirsiniz: muhammed asm'a o silsileden gelen nesil gösterildi; o nimete hürmet olsun diye o üzümcüğü öptü. aradaki fark bu. bizim kafamızdaki muhammed asm mucizeler yapan, sanki o her şeyi görüyor. üstad da bana yazdırıldı derken bunu diyor. resulullah, her seferinde bana açıldı diyor. 20 peygamberin makamı var. onların her biri yarı alemlerdir. hepsinden dersler alıyor, hepsini aşıyor. buzdun sen, eridin su oldun, tüm buzları kapsayacak bir mahiyet aldın. eridin, buhar oldun, tüm dünyayı kapsadın. buhardın, eridin, enerji oldun. tüm evreni kapsadın. daha da eridin, esir oldun. mülkle melekutu bitirdin. esirden de eridin, melekuta geçtin. oradan da eridin, esma, sıfat, şuun, zat mertebeleri. muhammed asm bu basamakalrın her birisinde, ne kadar çok madde ruha doğru gittikçe letafet kesbediyor, genişliyor.

fiziki bir beden var. bu bedendne, ruhu çıkardığın zaman hiçbir anlamı olmayan parçalardır. ruh bir anda hepsine yayılabiliyor. çünkü ruh latif olandır. latif olan, bedenin her noktasına işleyebilir.

mesela, yusuf baba oldu. artık farklı bir insan oldu. çocuğuna gelen acılardan acı, onun lezzetlerinden mutluluk duyar. bir mümin de enesini yırtmak suretiyle, tüm müminlerin bedeni onun hücresi gibi olur. bu hayali bir şey değil. bir müminin ayağına bir diken batsa, başka yerdeki bir mümin onu hisseder. bu ne demektir? sen bedeninin ruh yönünde melekiyet kesbetsen, amerikadaki kardeşinin ayağına batan diken seni de incitir. bu bir terakkidir. biz enelerimiz buz gibi durduğu için, bunu anlayamıyoruz.

"İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:
Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü' eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını, ağaç ve kuşun evsafıyla rabtedip bahsetmekte lâzım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. "

basit bir insani fiilin içinde risalet cihetiyle baktığın zaman dağ gibi hikmetleri, kainatı görürsün.

sen muhammed asm'ye bir çekirdek olarak bakacaksın. islam düşüncesine ait binlerce kitap nereden çıktı? muhammed asm'nin hareketlerinden, sözlerinden çıktı.

12 Kasım 2010 Cuma

Altıncı Söz

aş. Kurbanla ilgili bir bahis okuyalım.

Kurbanın esas manası, insanın nefsinin allah'tan olduğunu bilip onu iade etmesi anlamına gelir.

Nefis ve canının ondan geldiğini fark edip, ve ona nimet olarak verilen malı, Rabb adına çalıştırmak manasına gelir kurban. Bu manada, o nimetler, insanı Allah'a yakınlaştırır. Kurbiyyet oluşturur.

"Altıncı Söz sözler 6. söz

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ اْلمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ




Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk'a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:
Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder gider. Padişah, o iki nefere kemal-i merhametinden bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız. "

aş. Dün kendi kendime düşünüyordum. Bir özel ders geldi. Dedim ki, dün yoktu bugün var, yarın olmayabilir. Dün yokken bir sıkıntım yoktu; ama varken gidince üzülüyorsun. Niye üzülüyorsun, idye kendime sordum. Aynı şekilde Yaratıcı verirken iyi, Onun malıydı zaten; ama alırken niye kötü?

aci. tattığım için. devamını istediğimden dolayı.

aş. evet, devamı önemli olan. devamı cennet. ebediyen sana verilmiş olduğunu fark ettiğin zaman, cennetin tadını burada yaşayabilirsin.

'nefis ve malını cennet karşılığında satın alır" yani ebediyen vermek karşılığında onları alır.

fıtratımız o nimetleri kaybetmek istemiyor. o zaman allah diyor ki, verdiğimi benim adıma kes. zaten keseceksin, benim adıma kes.

'emanetimi bana satınız'. benim emanetim yani.

'ta sizin için muhafaza edeyim.' eğer istiyorsan devamını, ben koruyayım. sen kendin koruyamazsın.

'beyhude zayi olmasın'. ne kadar merhametli. ver bana ben muhafaza edeyim.

aö. üstad, mesnevi-i nuriyede 30 senelik ilim hayatımın özü 4 kelimedir diyor: Ben kendime malik değilim.

aş.

"Tâ, sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi' olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır, pek büyük bir fiat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masarıfatını tedarik edemezsiniz. Bütün masarıfatı ve levazımatı, ben deruhde ederim. Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr..."

aş. "benim namımla benim tezgahımda işlettirilecek" verecek miyiz? hayır, aslında elimizden dahi çıkarmıyoruz. göz vermiş, gözü onun namıyla kullanacağız.

ayette, "satın almıştır" kipinde kullanıyor. yani sen sattığın anda onu daha berekli bir şekilde bulursun.

ibadet ettiğinde ancak mutlu olursun. başka türlü mutlu olamazsın.

gözün var değil mi, bu gözün sana mutluluk vermesini istiyor musun? o zaman ibadet edeceksin. burada dünyada. ahirette değil. yani ancak rabbin adına kullanırsan gözü mutlu olacaksın. abid olacaksın; yani yaratılış kanunlarına uyacaksın.

insanlar akılla değil hissiyatla hareket ediyor. hissiyatı mağlup etmenin tek yolu var: sen böyle yaptığın müddetçe mutlu olamazsın. mutlu olmak mı istiyor, Allaha tabi ol. tohumun tarlaya attığın anda endişen gider, eminsin ki, yazın hasat alacaksın. o ameldedir tüm mesele. tohumu atacaksın. zaten atacaksın, ya taşın üstüne atıyorsun, ya toprağa atıyorsun.

aci. satma kelimesi burada anlaşılmayı kolaylaştırmak için seçilmiş gibi. yatırım gibi bir şey. sattığın zaman elinden çıkan bir şey değil yani.

aş. cennet nimeti kesikli bir nimet değildir. şu anda başlayan ve sonsuza kadar gidecek bir nimettir. biz biliyoruz ki ölüm yoktur. veya ölüm ebedi hayatın kapısıdır, desek, şu andan itibaren her şeyi oraya gönderiyorum. oraya gidenler yok olmuyorlar. dolayısıylaş u andan itibaren o nimet işlemeye başlıyor.

birisi gelse, dese ki: devlet size 1 sene sonra idam cezası verdi. diyebilir misiniz ki, 1 sene sonra bunu düşünürüm. şimdiden azabını duymaya başlarsınız. bir başkası dese ki, hz. isa as. sizi şurada karşılaycak. diyebilir misiniz ki, 1 ay sonra sevineceğim. sevinciniz şimdi başlar.

"Hem o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. "

hş. birinci söze atıf var mı? ufacık bir tohum çok büyük işler yapar. birken binler olur.

"Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masarıfatını tedarik edemezsiniz. Bütün masarıfatı ve levazımatı, ben deruhde ederim. Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr..."

" Eğer bana satmazsanız, zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek, hem o yüksek fiattan mahrum kalacaksınız. "

aş. kurbanla ilişkilendirelim. keserken, allaha adamak var, veya mide namına kesmek var. neticede herkes et yiyor. kurbanı keserken, onu bir yere atmıyoruz. yine kendimiz yiyoruz. arada niyet farkı var. birinde hem maddeten eti tattırıyor, hem de manen de lezzetini tattırıyor.

...

bir hadis var. bir kadın ateş yakmış çölde. çocuğunu emziriyor. resulullah oradan cihada gidiyor. kadın diyor ki, "ey muhammed! insan çocuğunu şu ateşin içine atar mı?" "atmaz" diyor. "bizler de allahın kulları değil miyiz? bizi nasıl cehenneme atacak" diyor. resulullah, secdeye kapanıyor. "sendeki merhamet dahi ondandır". sana bu şefkati veren allahtır, o da kesinlikle atmak istemez.

"merhamet-i ilahiyeden fazla merhamet, merhamet değildir"

"Hem o nâzik, kıymetdar âletler, mizanlar, istimal edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından; bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. "

aş. dinsiz birinin gözünden bakalım. insanın kalbi çocuğuna bağlanıyor. çok seviyor. biliyor ki, en sonunda ölümle ayrılacak. ne yapıyor? hem onu kaybetme korkusunu yaşıyor, hem de çocuğun bütün külfetini çekiyor. ve sonunda kendisine azap çektiren bir külfet. yapmasın manasında değil.

"Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasaret içinde hasaret..."

aş. emanetin içinde hıyanet cezası. yani o göz, hıyanet etmenin cezasını sana verecek. yani tattırıyor zaten. bir kere onu allaha vermedin mi, onu kaybetmenin ızdırabını yaşıyorsun.

hıyaneti cehennemde görecek, derseniz, dünyaperestler der ki, kafir daha keyifli yaşıyor. doğru değil. hem bu dünyada hem öbür dünyada, mümin daha huzurludur, mutludur. bedeni acı çekebilir; ama şöyle bir şey: görevini yapmış bir kişi her zaman gönlü rahattır. ötekisi sürekli suçluluk psikolojisini yaşar.

" Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz.
Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:
-Baş üstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim.
Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden dağdağalarından haberi yok. Dedi:
-Yok! Padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam...
Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıbta ederdi. "

aş. hacda yaşlı bir amca tanımıştım. çok mütevazi bir amcaydı. 80 küsür yaşında. hiç el öptürmez. lütfen elimi öpme, çok üzülüyorum, derdi. yapma derken, bile çok nazikçe söylerdi. belki ilmi çok azdı, ama yaşayışıyla, imanı öyle bir tevekkül gösteriyordu ki, gıpta ettik ona.

"Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki: Hem herkes ona acıyor, hem de "müstehak!" diyor. Çünki hatasının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.
İşte ey nefs-i pürheves! Şu misalin dûrbîni ile hakikatın yüzüne bak. Amma o padişah ise, ezel-ebed Sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve bâtınî hasselerindir. Ve o yaver-i ekrem ise, Resul-i Kerim'dir. Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur'an-ı Hakîm'dir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi, şu âyetle ilân ediyor:"

"Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz."

oğ. serbest bir askeri olursunuz, demesi dikkatimi çekti.

aş. kanuna tabi olan, büyük bir ruhi serbestlik yaşar; çünkü kimseye zillet etmez. ruhun hürriyeti var orada.

---

aş. bazı insanlar neden kurban ibadetinden rahatsız oluyorlar? nefis adına harcamayı öyle bir meşrulaştırmışlar ki, adını da koymuş: tüketeceksin, üretmek için tüketmek gerekir. alışveriş noktasında hiçbir sınır tanımıyor.

" İkinci Nükte: Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebîr'in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan "bakar"ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. "

aş. yani kendi menfaatine hizmet eden her şey adeta kudsiyet kazanıyor.

hiç sorgulamıyoruz. insanların eğitim hakkı deniyor. insanların eğitim hakkı elinden alınamaz. evlere yazı gönderilmiş. çocuğu okula göndermezseniz, binlerce lira ceza. çocuğunu göndermezsen, devlet elinden çocuğu alır. devlet nedir ki? devlet dediğin bizim gibi insanlar. hayır senin istediğin gibi okutamazsın, benim istediğim gibi eğiteceksin. çoğunluk, azınlığa hükmediyor. zorunlu eğitim diyor, buna. her gün yemin ettireceksin, devletin ideolojisine tabi olmak için.

dünyada bütün insanlar bilim putuna hizmet etmek için kullanılıyor. en zeki öğrenciler, en iyi okullara gönderiliyor. hepimiz bu amaca hizmet ediyoruz. tabi seleksiyonla, en iyiler kalıyor ve sistem devam ediyor.

"Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, İcl mes'elesinden anlaşılıyor."

aş. hz. musa onları kölelikten kurtarıyor, kızıldenizi yarıp geçiyorlar, mucize görüyorlar; fakat mısırda öyle yaygın ki, bakarperestlik, daha birkaç ay geçmeden, o buzağı putunu kendilerine istiyorlar. bilimin bizim dünyamıza verdiği lekeler öyle yerleşmiş ki, atamıyoruz. hayatı korumaktan daha ötede, eşyadan korkuyoruz. hayatımızı sigortayla garanti altına alıp huzuru bulmaya çalışıyoruz.

" İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor."

aş. taptığın şeyi sana kestirtiyor. sana verilen o duyguyu bizzat kullanmak suretiyle... mesela oruç da o manaya gelir. nefsine diyorsun ki: sen canının istediği gibi yiyemezsin. nefsi kesiyorsun bir bakıma.

" İşte şu hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i'caz ile beyan eder.
Buna kıyasen bil ki: Kur'an-ı Hakîm'de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. "

aş. o yüzden kurban kesmeyi sadece tarihsel bir olay olarak algılayıp, kendi çağdaş bakarlarımızı görmezsek, ...

putperestliğin özünde, nefsin malik olma arzusu vardır. nefse lezzet veren her şey putlaştırılır. bizim de nefsimizi doyuran, ona zevk veren her neyse, onu kurban etmemiz lazım.

hş. nefsin hoşuna gitmek değil de, insanın fakirlik ve acizlik ihtiyacını karşılayan bir şey olarak görmesini diyor.

zk. gökten de yemek geliyor ama ineğe tapmayı istiyor. zira gökten her zaman geleceğine güvenmiyor.

oğ. kendine güç kazanıyor, bu şekilde. izafi bir zenginlik kazanıyor, toplum içinde. eşitlik bozuluyor.

"Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa'nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat'ta İ'caz-ı Kur'an Risalesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et."

5 Kasım 2010 Cuma

Fatiha Suresi İşarat-ül İ'caz

"S- اَنْعَمْتَ fiil, مَغْضُوبِ ism-i mef'ul, ضَالِّينَ ism-i fâil olarak zikirlerinde ve keza üçüncü fırkanın sıfatını ve ikinci fırkanın sıfatına terettüb eden âkıbetini ve birinci fırkanın ünvan-ı sıfatını aynen zikretmekte ne gibi bir hikmet vardır?

C- Ni'met ünvanı, nefsin daima meylettiği bir lezzet olduğundan ihtiyar edilmiştir. Fiil-i mazi olarak zikrindeki sebeb, evvelce beyan edilmiştir. İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkâmın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir. Yahudilerin temerrüdü gibi. Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur'an-ı Kerim o zulmün akibeti olan gazab-ı İlahîyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin. İstimrar ve devam şe'ninde olan isimlerden ism-i mef'ul olarak zikredilmesi ise, şerr ve isyanların devam edip, tevbe ve afv ile inkıta etmedikleri takdirde kat'ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir. Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir itikada tâbi' olarak nifaka düşen bir kısım nasara'dır. Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur'an-ı Kerim o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fâil olarak zikrindeki sebeb ise; dalâletin dalâlet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dâhil olacağına işarettir."

...

mk. hapishanedeki insanlar yaptıkları zorbalıklardan pek çoğu pişman olmaz. yaptıklarının bir şeref koruma olarak görürler. çok az kişi, kendisine yapılan o haksızlıklardan dolayı, gadap duygusuyla, namusunu şerefini temizlemenin hata olduğunu görmüyor. o şeref duygusundan dolayı, bir lezzet alıyor ve kötülük duygusunu tam anlayamıyor. cenab-ı hak da senin gadabından daha büyük benim gadabım vardır diye insanlara hatırlatıyor. kendi gadabıyla, insanların gadabını durduruyor.

yahudiler genellikle aşırı milletlerden birisidir. vur deyince, öldürür özelliğini ifade ettiğini tahmin ediyorum.

hş. nefsin hayırlı şeyleri sevmemesi. çocuk mesela, her şeyi sevebilir. nefis de öyledir.

mk. bütün mafya, biz adalet dağıtıyoruz diyor. hiçbiri biz zulüm yapıyoruz demez.

hş. mağdubi, edilgen bir fiil. dallin ise işi bizzat yapan, etken fiil. burada oraya işaret var. yahudilikle cebriye mezhebi biraz paralel seyreder. cebriye mezhebi nasıl çıktı? emeviler çok güçlenip zulm yapmaya başladığı zaman, şunu söylediler: siz böyle hatalar yaptığınız için allah size böyle zorba yöneticiler verdi.

aş. üstad bunu bir yerde şöyle izah ediyor:

kainatta fıtrat kaknunları var. bu sünnetullaha uymazsa insan, onun cezasını çeker. yani gadaba uğrar. yani fıtrat o tavrı reddeder. bu reddetme olayı, adeta meleklerin ve kainatın gadabına maruz kalmasıdır.

insanların gazaba maruz kalmalarının nedeni, fıtrata muhalif hareket etmeleridir.

yahudiler sürekli ezilmiş bir kavim. firavun karşısında esaret halinde yaşamışlar. musa as.'a tabi olduktan sonra bile sürekli temerrüd ediyorlar. musa as gider gitmez, hemen puta tapmaya başlıyorlar. temerrüd, yani sürekli emirlere karşı, ezilmişlikten kaynaklanan bir durumla, esbaptan bir put arıyorlar. mısır'da sanemperestlik ruhlarına işlemiş. fakat buradaki kuvve-i gadabiyeyle ilişkisini tam kuramadım.

x.

mk. pratik hayatımızla ilgili ne diyor? bir konuda haklı olabiliriz. haklı olduk diye, daha büyük bir zulme girmememiz gerekiyor.

aş.

üstad hayali bir yolculuğa çıkıyor. üç tarzda yolculuk yapıyor. dünyanın bu tarafından öbür tarafına geçecek. birinci yolda, dünyanın içinden kuyu kazarak, arka tarafa geçmeye çalışıyor. ikinci yol, dünyanın üzerinde yüzeyden yol almak. sis bulut arasından geçmek. üçüncü yol ise: asansörle yukarı çıkmak, sonra dünya dönünce, yeniden aşağı inmek.

mağdubiyi tarif ederken, birinci yola benzetiyor. dallin, ikinci yol. enamte aleyhim de, asansöre binenler.

esbabperestler, meful durumunda. lezzetin kaynağını esbaba veriyor. lezzet gidince azap çekiyor. zulümde niye nefsani bir lezzet var? hakkı ben yerine getirdim diyerek, kendine kudret veriyor. esbabperest nazar, lezzeti esbabtan bildiği için, esbabın yitirilmesi neticesinde azap çekiyor. zaten cehennem azaplarından en önemlilerinden birisi odur. susuzluğu, su giderir diye biliyorsun. bu zannınla yaşayacaksın. su sana gelecek, ama sususzluğun geçmeyecek. yanacaksın. tesiri olmayan esbaba tesir verdiğimiz için, zannımızın karşılığını yaşıyoruz.

yahudiler de kendilerine pay veriyorlar. biz allahın seçilmiş kullarıyız diyorlar. ben yapıyorum diyerek, enaniyetten zevk alıyorlar. bu tavırlarının karşılığında ceza çekiyorlar.

mk. futbolcu ofsayta düştüğnü fark etmez. gadap duygusunda da insan ofsyata düşüyor. ondaki zulümü, zulüm olarak göremiyor.

onun için, peygamber efendimiz ne demiş? 3 gün müslüman müslümana küs kalmayacak. haklı bile olsanız, affetmelisiniz. çok haklı olduğunuz halde, insaflı davranın, siz de yarın onun konumuna düşebilirsiniz.

bizse, bir noktada haklıyız diye, karşımızdakine hayat hakkı tanımaz hale geliyoruz.

hş. bir surede, cenabı hak şöyle diyor: biz onlara hiçbir şeyi yasak kılmamıştık; onlar kendilerine haram kıldılar.

bakınız, zalim, zorba insanlar bir şeyleri yasaklamayı çok severler.

aş. her mafya suçlusu, ben adaleti sağlamak için yapıyorum diyor. ama sen adaleti sağlayacak merci değilsin.

mk. eskiden aksarayda inci baba vardı. herkes bundan korkardı. içimden derdim, bu mafyayla kimse başedemez. sonra ne oldu? inci baba ankaradan gelirken, yeğeniyle koruması kavga ediyor. inci baba, onları ayırayım derken, kaza kurşunuyla ölüyor.

yani cenabı hakkın bir gadabı var. inci baba dediğin pavyonlardan yankesicilik yapan bir eşkıya. demek istediğim: fazla gadab etmeyelim, gerçek bir gadab sahibi var.

aş. bir insan kibirlenince, herkes ondan rahatsız oluyor. herkesin ona karşı bir tavır takınması, gadab-ı ilahiyenin ir tezahürüdür.

nefsani lezzette öyle bir özellik var ki, sürekli devam ederse, katılaşır ve silinmez hale gelir.

"İstimrar ve devam şe'ninde olan isimlerden ism-i mef'ul olarak zikredilmesi ise, şerr ve isyanların devam edip, tevbe ve afv ile inkıta etmedikleri takdirde kat'ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir. "

mk. yani, cenabı hakkın gadap göstermesi de nimetlerinden bir tanesi. böylece bizi gadabından kurtarıyor. aynı şekilde, diğer gadablılara da gaap etmeyip, allahın gadabına sığınmamızı sağlıyor.

hş. gadap her yerde var. esbab dairesinde bile, hikmete uymazsan, bir gadap görüyorsun. bunlar da yine allahın rahmetinden ve gadabından.

hk. beşer zulmeder, ama kader adalet eder. insanların maruz kaldıkları gadapları, hep adalete bağladık; ancak insanların yaptığı gadabta zulüm tarafı da vardır.

hş. gadap gördüğümüz zaman, biz niye gadap görüyoruz diye sormamız lazım.

hk. gadabı ilahiye bu iki eksende düşünülmeli. beşer zulmeder; ama kader adalet eder. üstad mesela ihanetlere hiç tahammül etmez. çok sinirlenir dahi. hakimin sert konuşması bile üstadı çok rahatsız eder. demez ki, hakimdeki gadap allahtan gelir, hak ediyorsun. cümlelerimiz enfusi olsun, bu bana hak oldu diyebilirsin; ama başkasının yapması açısından hak değil.

bu karşıdaki insanı masum yapmaz.

aş. gadaba uğratan kaderdir. ben kibirlendiğim zaman, birileri bana soğuk davranırsa, bu allahın adaletinin bir tezahürüdür.

hk. bu dört ayağın bir tanesidir. sen gadaba uğradığın zaman, bu cümleyi kurabilirsin. ama başkası uğradığı zaman, bunu söyleyemezsin.

hş. senin çocuğun sana kötü davranıyorsa, sen bunu bir yerde hak etmişsindir de başına geliyordur.

mk. burada konunun özü kaçtı. hiç tepki vermeyeceğiz diye bir şey yok. eğer doğru tepkileri verirsek, büyük bir gadab yapmayız. ufak ufak depremler olursa, korkmayın derler. bu büyük depremlere mani olur.

dolayısıyla allahın gadabına uğramayalım diye, kedi gibi olacağız diye bir şey yok. gadabımızı göstermek de sevginin bir tezahürüdür.

"Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir itikada tâbi' olarak nifaka düşen bir kısım nasara'dır. Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur'an-ı Kerim o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fâil olarak zikrindeki sebeb ise; dalâletin dalâlet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dâhil olacağına işarettir.



Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?

Evet o bîçare havf ve heybetten, acz ve ra'şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me'yusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs.. hâcetlerine bakar, def'edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Herşeyi düşman, herşeyi garib görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir hâlete inkılâb eder. Şöyle ki:

O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk'a istinad eder, müsterih olur. Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidatlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; herşeyle ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda



sh: » (İ: 29)

eder.. ve onların o hareketlerini, ibret ve hayretle tefekkür eder. Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden: "Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme! Hareketlerimizden korkma! Hepimiz bir Hâlıkın memurlarıyız" diye, me'nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.

Hülâsa: O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için teselliler ile hissini ibtal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır.

اَللّهُمَّ بِحُرْمَةِ هَذِهِ السُّورَةِ اجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ آمِينَ
"