22 Şubat 2008 Cuma

Mesnevi-i Nuriye: Dördüncü Reşha

15.Şubat.2008
Mesnevi-i Nuriye
Reşhalar
Dördüncü Reşha
Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu'd-i mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza, ... düsturuna ittibaen, şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekân ile, hayalen Ceziret-ül Arab'a gidelim ve Medine-i Münevvere'de nuranî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev'-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzât görüp, sözlerini dinlemeliyiz.
İşte hayalen oraya gittik. Bak hârika bir surette hüsn-ü suretle hüsn-ü sîreti cem'eden o Mürşid-i Umumî, o Hatib-i Kudsî cevahir dolu bir kitab-ı mu'ciz-ül beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil olan hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün Benî Âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. Evet pek büyük bir emirden haber veriyor. Hilkat-ı âlemin acib muammasını açıyor. Kâinatın sırr-ı hikmetine dair tılsımı açıyor. Felsefe ve fenn-i hikmetin, nev'-i beşere "Siz kimlersiniz? Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? diye irad ettiği, akılları acz ve hayrette bırakan üç suale cevab veriyor.

Y: şu zaman ve muhitin hayalâtından nasıl çıkacağız?
A: ceziretül araba zaten hayalle gideceksin. Fakat şu zaman hayal değil.
Y: İnsan zamanın çocuğuysa, küçüklükten itibaren gördüğümüz fotoğraflarla hayali oluşturmuyor muyuz? Zaten bu zamanın unsurlarıyla hayal oluşmuşsa, ben bunun dışına nasıl çıkarım?
Bir de arkasından akli muhakemeyi bağladı. Bu da ilginç. Muhakemat deyince sadece akılla yapılan işlemi anlıyoruz. Fikirleri tartışarak çıkarım yapmayı aklın bir faaliyeti olarak algılıyoruz. Ama muhakematın içinde muhayelat da vardır. Yani akıldan kopuk değildir. Akıl ve hayal birlikte muhakemeyi doğruyuor.
Aristocu kıyas var ya, küçük büyükten büyük olamaz... Bunlar da sırf akıl var. Felsefece muhakeme yürütmekte sadece akıl var, duygulardan koparılmış.
A: İlim yaparken de öyle yapıyorlar.
Y: Üstad muhakeme yaparken, hislerini, hayalini tatile çıkarır mıydı, yoksa ortak bir muhakeme mi yapardı? Muhakemat-ı akliye diyor, sonra hayal diyor.
Tul-i zaman, zamanın uzaması. Bud-i mekan, mekanin bir boyutu.
"Arkadaş! Tûl-i zaman ve bu'd-i mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur. Maahaza, ... düsturuna ittibaen, şu zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekân ile, hayalen Ceziret-ül Arab'a gidelim ve Medine-i Münevvere'de nuranî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev'-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzât görüp, sözlerini dinlemeliyiz."
Tefsir okumalarını çok yoğun yapıyorsunuz. Sürekli Kurani tabirler okuyorsun. Abi okuduğun zaman, bir anda, mantık yürütmesi, hayali ve hissiyatı bile edğişiyor. Fakat tersine uzun süre günümüz kitaplarını okuyun. Bunlar bir kişiyi inşa ediyor. İçindeki hislerin ve hayalin, akıl yürütme biçiminin değiştiğini görürsünüz.
Dolayısıyla farklı bir atmosfere ait okumalar yapan insan, mekan ve zamandan çıkabilir. Farklı bir ortama göre hisleri oluşur.
A: İlginçtir yurtdışına çıkıyorsunuz. İran'a gittiniz, çok farklı görüyürsonuzu oradaki algınızdan farklı. Buraya döndüğünüzde de burayı çok farklı algılıyorsunuz. Bunun gibi, Asr-ı Saadete gidiyorsunuz. Buradan sıyrılmanız gerekiyor. Ufkunuz daha farklı açılıyor. Mekanda da öyle, zamanda da.
İki noktayı üstüste koydun, ikisi aynı görünür. Ama farklı bir boyut eklersen, iki noktayı görürsünüz. Yani mekan ve zaman açıldıkça, bulunduğunuz hareket de değişiyor.
Af: Burada Arap çölüne gidelim diyor. Ben oraya gitsem, uzaydan gelmiş gibi hissederim.
Y: İlginç şeyler var. Nefis terbiyesinde, akıl ve fikrinde oluşan yaraları terbiye etmede, üstad hayalatı kullanıyor. Hayale binerek bir usul yürütüyor. İnsanın aklını fikrini duygularını içinden gelen itirazları susturabilmesi açısından hayalin istihdamının bir usul olduğunu söyleyebilirim.
A: Temsiller de hayalin bir ürünü. Hayali bir hikayeyle kendi dünyana bir ders çıkarıyor.
Y: Doğru. Hayalin bu şekilde istihdamı çok orjinal bir şey. Eğer hayali kendimizi ikna etmede kullanamıyorsak, bir şeyler eksik kalıyor.
Y2: Terapide de kullanılır. Güvenli bir ortama götürmede kullanılır.
Y: "zaman ve muhitin hayalâtından çıkarak tayy-ı zaman ve mekân ile" Mümince hissedebilmek için, bizim zamanın ve mekanın hayalatından çıkabilecek bir yapıya sahip olmamız lazım. Aksi insanı boğan bir şey. Bu da o kavramların dünyasına girmekle oluyor. Namaz kıldığında, müslümanca ortamlara girdiğinde, o kavramlarla dünyanı tasavvur ettiğinde... Hayaline göre tasavvurda bulunuyorsun, ona göre taakkulda bulunuyorsun.
Biz müthiş bir hayal kirliliğiyle karşılaşıyoruz. Hayali kirletiliyor.
"Talim-ül Mütellim" İmam Zennucinin kitabı vardır. Orada bir talebenin adabı, hoca ne yapmalı, ilim konusunda niyet, unutma gibi bahisler var. Çok çarpıcı bir yer var. Diyor ki, bir ilim talebesi bazı gereksiz görüntüleri seyrettikçe bu onda unutkanlığa yol açar. Bunu bugünün bilimsel anlayışıyla açıklamak zor görünüyor. Bizim mantığımıza uymayan bir şey. Fakat hakikaten izlemenin tadını alan çocuklar ilimden zevk alamıyorlar.
A: Bir araştırma yaptım, kurstayken okulda. Ailelere kaç saat televizyon ve bilgisayar seyrettiklerini sordum. Bu arttıkça, ders başarıları düşüyor.
Y: Bir insanın seyredici duruma düşmesi, onu manevi ahvalden soğutuyor. Çünkü orada hazır bir lezzet var. O lezzeti almaya bünye alıştığı zaman, bu tür bir ortamda ders yaparak telezzüz etmek ona gabileşiyor.
Kuran dinleyemiyor. Çünkü seyretmek üzere yerleşmiş.
Y2: İleriye ve geriye ket vurma var ya psikolojide. Önceki öğrendiğin yeni öğrenmelerine engel oluyor.
A: En zahir perdenin muhakemeyi zayıflattığını söylüyor. Çünkü zahirde bir alt boyut olmadığı için gideceğin yer yok. Fakat nitelik kazanarak düşünseydin biraz daha ufkun açılacaktı. Bunlar aşağı doğru indikleri için, surete takıldılar, gidecekleri nokta kalmadı. O yüzden Batı medeniyeti en aşağı bir medeniye olduğunu üstad söylüyor.
Y: Suretperest, zahirperest gibi tabirleri biliyoruz. Zahire ve surete muhatap olmak... Denilir ki, mezar taşına bakmak unutkanlığa yol açar. Orada iki boyut var: ÖÖlümün anlamını düşünmen gereken yerde, seyredici oluyorsun. Ayrıca iki, zihnini gereksiz detaylarla uğraştırıyorsun, isimler tarihler gibi. Zihnin boş yere çalıştırılması unutkanılğı besliyor. Sen gidiyorsun koleksiyonuculuk yapıyorsun. Yani gereksiz yerde kullanmanın getirdiği bir şey var. Eskiden ilim talebeeleri, draha çok dinleyen insanlar. Seni sürekli sabra alıştırıyor.
Bunlarda sohbet var, dinleme var ama seyretme yok. Hayatın merkezinde seyretme yok. Bizde seyir kültürü var. Bunlarla ilgili benim kafamda sorular var.
K: Çok şey öğreniyorsun ama kolay unutuyorsun.
Y2: Öğrenmede kullansak tamam ama medeniyetin temel yapısı göze inmiş. Görmediğine inanıyor.
Y: Seyirperestlik oluşuyor. Görünüyorum o halde varım. İmajperestlik vs. her şey oraya doğru akıyor. Dolayısıyla bir nisyan medeniyeti çıkıyor.
A: Üstadın bir sözü var: "Avamı nas, genellikle gözleriyle aklederler. O yüzden size derin konuşmayacağım, temsillerle anlatacağım." Risalelerin temsilleri öne alması, insanın nazarının gördüğüne kolay meyletmesinden kaynaklanıyor. Görselliğe kaydıkça taklide doğru kayıyor.
Af: Görsellerin etkisi bayağı büyük. Yaylalara çıkıyorum, zannediyorum bütün dünya hep ağaçlardan ve sulardan oluşuyor zannediyorsun. Başka bir yere gidiyorsun, zannediyorsun her taraf çöl veya beton. Görselliğin etkisine girmek çok kolay. Fakat çıkmak da çok zor.
Y: Seyyahla turist arasındaki fark nedir? Seyyah seyahat ederken duygularıyla geziyor. Kalbi, aklı bir ayna. O aynaları zaman ve mekan içinde gezdiriyor, oraya sürekli suretler yansıtıyor. Enfusi tekamülünün bir parçası.
Ama turist bir mekan tüketicisi. Mekanı tüketiyor ve onu mekanik bir hafızaya kaydediyor. Kalbine, aklına çekmiyor, makineye çekiyor. Çektikçe boyut büyüyor koleksiyonculuk yapıyor. Sonra onları başkalarına göstermeyi arıyor. Duygularına mekanı yansıtmak yerine, makineye yansıtıyor. Çekerken o mekanı dışsallaştırıyor, yani kendinden koparıyor.
Üstad, acaba gittiği yeri kendi duygularından kopuk olarak dışarıda algılar mıydı? Mesela Muhyiddin-i Arabi, Mekke'ye şimdi gitse, orada ağlayan bir kişi tasavvuru mu vardır, yoksa fotoğraf çeken bir adam imajı mı vardır? Üstad da, öyle. Ağaca bakarken, doğrudan onunla irtibat kuruyor.
A: Hologramik hafıza gibi. Holograma yeni bir ışık geldiğinde, bütün resim değişir.
Y: "Medine-i Münevvere'de nuranî ve yüksek minber-i saadetine çıkmış, nev'-i beşere hitaben irşadatta bulunan o zât-ı muallâyı bizzât görüp, sözlerini dinlemeliyiz" nevi beşer, ümmet-i müslimin değil.
Peygamberin meclisine hayalen gidiyorsun ve onu dinliyorsun. Şeyhte fani olmak vardır. Mürit günaha bakacağı zaman, bir anda şeyhinin suretini görür. Onu kendisini azarlıyor gibi görür.
A: Rabbinin ayetini görmeseydi, o da kayacaktı, diyen bir ayet var, Hz. Yunus için. Onun gibi.
Y: Tarikatlar hayali çok kullanıyor. Nefis terbiyesindeki önemli bir yol bu. Risale-i Nur da nefis terbiyesine giden ikinci bir yol. Burada da sanki peygamberin huzuruna giderek onda fani olmak var.
A: Üç şekilde Kuran dinlenir. Kuranı Resuldan dinlemek. Cenab-ı Haktan çıkarcasına dinlemek. Vahyedilerkenki gibi dinlemek.
Y: Zamanda çok süratli bir şekilde bir yerden bir yere intikal ediyorsun, mekanda da. Hazır zamanın muhayyile tarzından çıkıp, intikale tarzında.
"İşte hayalen oraya gittik. Bak hârika bir surette hüsn-ü suretle hüsn-ü sîreti cem'eden o Mürşid-i Umumî"
Mürşit olmanın gereği değil midir, hüsnü suret ve hüsni siret?
C: Umumi bir topluma mürşit olacak ya, suret çok önemli.
Y: Peygamberin suretiyle ilgili bir ilim var. Onu baştan sona tarif ediyorlar.
"İşte hayalen oraya gittik. Bak hârika bir surette hüsn-ü suretle hüsn-ü sîreti cem'eden o Mürşid-i Umumî, o Hatib-i Kudsî cevahir dolu bir kitab-ı mu'ciz-ül beyan eline alarak, bütün insanlara mele-i a'lâdan nâzil olan hutbe-i ezeliyeyi okuyor. Ve bütün Benî Âdemi ve cinleri ve mevcudatı dinletiyor. "
İkinci adımı attı. İlk basamağı iyice yapıyor. Nev-i beşer düzeyine hazır kıldıktan sonra, önce cinleri devreye soktu, ondan sonra tüm mevcudatı devreye soktu.
Peygamberi dinlerken bu açıdan da bakmak lazım. Onun bir hadisini işittin. Öyle bir dinleyeceğiz ki, bize getirdikleri, bir hilkati alemin acip umammasını açıyor, iki kainatın sırrı hikmetine dair tılsımı açıyor, felsefenin üç sorusu var ya bunlara cevap veriyormuş. Acaba sünnete böyle muhatap olsak, sünnet bize nasıl konuşur?
A: İnsan belli bir mekandayken, kudsiyyet alışık olmadığımız bir mesele. İnsanlar iyi güzel, ama kudsiyyet sanki farklı bir boyut. Allah bir insana bir kudsiyyet vermiş mi, o kişiyi dinlerken susuyorsun. xAllah, bir şemayil veriyor Resulüne. Fakat ne kadar güzel olursa olsun ahlaksız bir insan sizin dünyanızı rahatsız ediyor. Sadece surete dayanarak evlenenler 6 ay dayanamıyor.
O yüzden zihnimizi önce kudsi bir ortama taşıyor. Suretlerden, sirete taşıyor. Onun karşısında insan güzel bir edep takınası geliyor. Çünkü o kudsiyyet insana bir edep takınmayı hissettiriyor. Kudsi bir hatip. Bütün insanlara en yüksek mertebeden hitap ediyor. Aslında Arap çölüne gidilen bir seyahat değil, oradan çıkıp semaya yükselen bir yolculuk. O gözle, bu kudsiyetle birlikte buun söyleyince, artık onun "elinizi yıkayın " demesi basit bir olay olmaktan çıkıyor.
Dünya 60 senelik bir hayat. Bundan sonra bir kabir hayatı, sonra berzah hayatı, sonra dirilişe kadar 50000 senelik bir hayat, sonra haşir ve gidiyor. Resulullah bütün bunları görmüş ve bütün bunlara göre konuşuyor. Mesela diyor ki, sabah namazının sünneti üzerine güneş doğan her şeydan daha hayırlıdır. Senin yolculuğunu tepeden görüyor ve bu yolculukta sana yardımcı olacak şeyleri söylüyor.
Y: Bir mesleğin kudsiyetine itimad, insanda tesire açık olma hali oluşturuyor. Hz. Peygamber de tüm mahlukatın bir tabibi. O knouştuğu zaman, hemen yapayım diyorsun. Bunlar basit ifadeler değil.
A: Senin zihninde ne kadar meleyi alaya çıkarsa, o kadar senin için bu sözlerin önemi olacak.
Y: Peygamberin hadislerini toplayan kitapların bir kısmı, sünen diye geçiyor. Bir kısım hadis mecmuaları ise sahih diye adlandırılmış. Niye bir kısmına sünen, bir diğer kısmına sahih deniyor?
A: ...
Y: Peygamberin tüm hal ve tavırlarına şuradaki ifadelerle bakmak nasıl bir şey kazandırır?
M:
A: Abdest almak tılsım-ı kainatı çözen fiilin bir ipucudur. Mesela burada Kuddüsiyet hakikatı var. Her şey temizdir. O isme ayine olmak için abdest almam lazım.
Ehli dalalet aleme şekvalarını yayıor, onun karşılığında biz de virdleri okuyarak onlara cevap vermemiz lazım. Sen basit bir zikir yaptığını zannediyorsun. Fakat alemde bir savaş var. Sen o sözle bir melek üretiyorsun, o melek öbürleriyle savaşıyor. Böylece kainatta cereyan eden umumi bir kanuna tabi oluyorsun. Cenabı Hakkın bir ismine ayinedar olmakla, sıradan bir amel ne kadar edğr kazanıyor. Biri tek kişilik bir davranış, diğeri tüm alemin bir temsili. Sanki böyle bir boyut katıyor, amelimize çok ciddi bir kudsiyyet katarak, amelimizden mana cihetiyle inbisat edilmesine verile oluyor.
M:

---
22:37:06
s. 210
"İ'lem Eyyühel-Aziz! İsm-i Celal, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemal ise mevcudatın cüz'iyatına tecelli eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellisidir. Cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecelliyatındandır."
A: Tek bir çiçekte tecelli eden, cemaldir. Ama o güzelliğin bir nev suretinde tecelli etmesi, celalin bir yansımasıdır.
Şu da çok önemli, ufak formüller veriyor:
" Ve keza celal, vâhidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir."
Bütün insanlık içinde bir fert ehadiyetin tecellisidir. Ama insan bir bütün olarak vahidiyetin tecellisidir. Onun içindeki her bir parça da ehadiyetin tecellisidir. Yani ehadiyet ve vahidiyet içiçe girmiş.
" İ'lem Eyyühel-Aziz! Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garib ve pek çirkin düşer. Çünki o halde Sâniin manen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdanındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır veya pek dar olduğundan mes'eleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlan'dır. Ve illâ Sâniin inkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir."
Burada basireti kalbin bir aleti olarak görüyor. Basiret, eğer Sanie gitmiyorsam, ya kalbimde bir örtü var ya da kalbin basireti yok. Veya pek dar olduğundan kalbi veya basireti, meseleyi azametiyle kavramıyor.
"Ve illâ Sâniin inkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir."
Bir yerde, bunu ifade eder manasında, gördüğünü yani Sanii inkar etmek, gördüğünü inkar etmekten daha zordur diyor. Bunu düşünmeliyiz. Çünkü mümkün olan mutlaka vacip olana işaret eder. Mümkünü inkar etmek kolaydır, ama vacibi inkar etmek çok zordur. Sanatkarın varlığı, sanattan daha katidir.

Hiç yorum yok: