24 Aralık 2010 Cuma

Altıncı Şua İkinci Sual

"İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَعَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ

deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâm'dan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki salavatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir? Aynı dua, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri... Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zâtlar musırrane dua etmesi ve bilhassa o şey va'd-i İlahîye iktiran etmiş ise... Meselâ: عَسَى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا Cenab-ı Hak va'dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِى وَعَدْتَهُ deniliyor; bütün ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?

(Orjinal Sayfa:93)

Elcevap: Bu sualde üç cihet ve üç sual var.

Birinci Cihet: Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler. Âl hakkında olan bu duanın parlak bir surette kabul olduğuna delil şudur ki:

Üçyüzelli milyon içinde Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan yalnız iki zâtın; yani Hasan (R.A.) ve Hüseyin'in (R.A.) neslinden gelen evliya, -ekser-i mutlak- hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları, عُلَمَاءُاُمَّتِىكَاَنْبِيَاءِبَنِىاِسْرَائِيلَ hadîsinin mazharları olduklarıdır. Başta Cafer-i Sadık (R.A.) ve Gavs-ı Azam (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) olarak herbiri, ümmetin bir kısm-ı azamını tarîk-ı hakikata ve hakikat-ı İslâmiyete irşad edenler, bu âl hakkındaki duanın makbuliyetinin meyveleridirler."

aş. Muhammed asm. daha yüksek olduğu halde, neden onu İbrahim as. ile kıyaslayarak duada talepte bulunuyor? İlk bakışta sanki bir tenzilat oluyor gibi, belagat kaidesine ters düşüyor gibi. Buraaki veçhe, nübüvvet makamann velevliya makamnan her zaman yüksek olması.
Burada vurgu Muhammed ve İbrahim asm.'ın makamları kıyaslanmıyor, onlardan gelen nesillerin kemaliyle alakalı bir mesele.
Ayrıca, Hz. İbrahim'in nesli belirlenmiş, gelmiş. Diğerinin nimeti daha ortaya çıkmamış. Bilinen nimetlerden en güzeli istenir. Hiçbir peygambere nasip olmamış. Baba peygamber, oğul peygamber. İshak'tan, 600'e yakın peygamber gelmiş.
Burada şu vurgu da var: Hz. Muhammed'in nesli, her ne kadar peygamber olmasalar bile, onların kemalatları peygamberler nisbetinde olacaktır. Sürekli yapılan o duanın ne kadar makbul olduğunu ve gerçekleştiğini gösterir.
Allah her şeye bir kaide koyuyor. Sanki bize şunu gösteriyor. İmamlıkta rehber olacak insanlar, Muhammed asm'nin soyundan gelecek. Oradan gelen nesle dikkat edin diye bize ders veriyor.
Salih Özcan ağbi, kendisi bir seyyid. Üstad da ona bizzat kendisi de söylemiş, kendisinin hem Hasan'ın hem Hüseyin'in neslinden geldiğini. Ancak ben ispat edemiyorum diyor.

"İkinci Cihet: Bu tarzdaki salavatın namaza tahsisi hikmeti ise; meşahir-i insaniyenin en nûrâni, en mükemmeli, en müstakimi olan enbiya ve evliyanın kafile-i kübrasının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icmâ ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-ı uzmaya, o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahattur ile, şübehat-ı şeytaniyeden ve evham-ı seyyieden kurtulmaktır. Ve bu kafile, bu kâinat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muarızları, onun düşmanları ve merdud mahlukları olduğuna delil ise: Zaman-ı Âdem'den beri o kafileye daima muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesidir.
Evet Kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün muarızlar gadab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi.. kafile-i kübranın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün kudsî kahramanları dahi, hârika ve mu'cizane ve gaybî bir surette mu'cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Birtek tokat, hiddeti; bir tek ikram, muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muarızlara ve binler ikram ve muavenet kafileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gündüz gibi zâhir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delalet eder.
Fatiha'da صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ o kafileye ve غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضّالِّينَ muarızlarına bakıyor. Burada beyan ettiğimiz nükte ise, Fatiha'nın âhirinde daha zâhirdir."
aş. neden namazın sonunda salavat diyoruzun çok güzel bir hikmeti bu. ben de o kafiledenim, demenin bir yolu bu.
Hepimiz bir yolculukta bir yere gidiyoruz. Ama insanların ekserisi, nereye gittiklerini bilmiyor. Hayat yolculuğunda nereye gidiyoruz? Fakat bir kısım insanlar var ki, nereye gittiklerini emin bir şekilde biliyorlar. Ayrıca bu insanlar sıradan insanlar değil. Her biri insanlığın en zirve ahlakında. Yalan söylemeyen, en bilgili, en yardımsever. Fazilet noktasında en zirve insanlar hep o kafilenin içinde. İşte salavat getirmenin anlamı budur: Ben de onlardanım.
yy. bir miting oluyor bağırıyorsun, sana zevk ve emniyet veriyor.
aş. uh

10 Aralık 2010 Cuma

Altıncı Şua

"Hem nasılki o gecede Cenab-ı Hak tarafından اَلسَّلاَمُعَلَيْكَيَااَيُّهَاالنَّبِىُّ demesi, istikbalde yüzer milyon insanların her biri, her gün, hiç olmazsa on defa اَلسَّلاَمُعَلَيْكَيَااَيُّهَاالنَّبِىُّ demelerini âmirane iş'ar eder. Ve o selâm-ı İlahî, o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir mana verir. Öyle de: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, o selâma mukabil اَلسَّلاَمُعَلَيْنَاوَعَلَىعِبَادِاللّهِالصَّالِحِينَ demesi, istikbalde muazzam ümmeti ve ümmetinin sâlihleri, selâm-ı İlahîyi temsil eden İslâmiyete mazhar olmasını ve İslâmiyetin umumî bir şiarı olan mü'minler ortasındaki اَلسَّلاَمُعَلَيْكَوَعَلَيْكَالسَّلاَمُ umum ümmet demesini raciyane, daiyane Hâlıkından istediğini ifade ve ihtar eder. Ve o sohbette hissedar olan Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, emr-i İlahî ile o gece اَشْهَدُاَنْلاَاِلهَاِلاَّاللّهُوَاَشْهَدُاَنَّمُحَمَّدًارَسُولُاللّهِ demesi, bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirane haber verir. Ve bu mükâleme-i kudsiyeyi tahattur ile kelimelerin manaları parlar, genişlenir.

Bu mezkûr hakikatın inkişafında bana yardım eden garib bir halet-i ruhiyedir:

Bir zaman karanlıklı bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde, hal-i hazırda olan bu koca kâinat; hayalime camid, ruhsuz, meyyit, boş, hâlî, müdhiş bir cenaze göründü. Geçmiş zaman dahi bütün bütün ölü, boş, meyyit, müdhiş tahayyül edildi. O hadsiz mekân ve o hududsuz zaman, karanlıklı ve vahşetgâh suretini aldı. Ben o haletten kurtulmak için namaza iltica ettim. Teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ dediğim zaman birden kâinat canlandı; hayatdar, nurani bir şekil aldı, dirildi. Hayy-ı Kayyum'un parlak bir âyinesi oldu. Bütün hayatdar eczasıyla beraber, hayatlarının tahiyyelerini ve hedaya-yı hayatiyelerini daimî bir surette Zât-ı Hayy-ı Kayyum'a takdim ettiklerini ilmelyakîn, belki hakkalyakîn ile bildim ve gördüm.

Sonra اَلسَّلاَمُعَلَيْكَيَااَيُّهَاالنَّبِىُّ dediğim vakit, o hududsuz ve hâlî zaman; birden Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın riyaseti altında, zihayat ruhlar ile vahşetzar suretinden, ünsiyetli bir seyrangâh suretine inkılab etti.

İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَعَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ

deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, İbrahim Aleyhisselâm'dan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir? Hem bu tarzdaki salavatın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir? Aynı dua, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri... Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zâtlar musırrane dua etmesi ve bilhassa o şey va'd-i İlahîye iktiran etmiş ise... Meselâ: عَسَى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا Cenab-ı Hak va'dettiği halde, her ezan ve kametten sonra edilen mervî duada وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِى وَعَدْتَهُ deniliyor; bütün ümmet o va'di ifa etmek için dua ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir?"

hş. Burada bizim niçin ibadet yaptığımızı özetliyor. İnsan, kainattaki bütün mahlukat adına, veya tüm İslam cemaati adına, tahiyyatı sunuyor.
Cenab-ı Hak da ona bir karşılık veriyor.
"ve rahmetullahi ve berakatuh" diyor. Rahmet ve berekat. Bereket, bekaya bakıyor. İnsan beka istiyor. Cenab-ı Hak, "ben sana ahireti de veriyorum" diyor. Resulullah, o bekayı salih insanlara müjdeliyor.

aö. "Selamı ilahiyi temsil eden İslamiyete mazhar olur" ne anlama geliyor orada?

hş. Bütün insanlar ve mahlukat kendi içimizden en güzel olanı çıkardık. Bizdeki tüm güzelliklerin özü Resulullah olur. Tüm güzelliklerin onda öz haline gelmesi ve onun da Cenab-ı Hakka gitmesi veya Ona selam vermesiyle, ben de aslında o selama dahil oluyorum. Her namazda da selamlaşıyoruz, Cenab-ı Hakla. Selam deyince, huzur, mutluluk. Kulluğa başladığımız anda, huzurun ve mutluluğun kapısından içeri giriyoruz.

oğ. Resulullah kainattaki tüm mahlukatın manalarını anlaması ve bunları Rabbe sunmasıyla, "sen kurtuluşa erdin" manası taşıyor. Cenab-ı Hakkın da ona ve salih kullara selam göndermesiyle, bu manayı anlayan insanların da kurtuluşa erebilecekllerini ima ediyor.

yy.

3 Aralık 2010 Cuma

Altıncı Şua

Şimdiye kadar Fatiha'nın tefsirini yaptık, şimdi de namaz tamamlansın diye teşehhüdü okuyoruz.

"Altıncı Şua şualar 6. şua


Yalnız iki nüktedir.

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

[Namazdaki teşehhüdde bulunan

اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّهِ

ilâ âhirenin iki noktasına gelen iki suale iki cevaptır. Teşehhüdün sair hakikatlarının beyanı başka vakte talik edilerek bu "Altıncı Şua"da yüzer nüktesinden yalnız iki nüktesi muhtasar bir surette beyan edilecek.]

Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatı, Mi'rac gecesinde Cenab-ı Hak ile Resûlünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir?

Elcevap: Her mü'minin namazı, onun bir nevi Mi'racı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise, Mi'rac-ı Ekber-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm)da söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle, o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz'iyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teâli edip genişlenir.

Meselâ: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gecede Cenab-ı Hakk'a karşı selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُلِلّهِ demiş. Yani: "Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sâni'lerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve îmanımla sana takdim ediyorum."

Evet nasılki Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَلتَّحِيَّاتُ kelimesiyle, bütün zîhayatın ibadat-ı fıtriyelerini niyet edip takdim ediyor. Öyle de: Tahiyyatın hülâsası olan اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesiyle de, bütün medar-ı bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve "mübarek" denilen ve hayatın ve zîhayatın hülâsası olan mahluklar, hususan tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların fıtrî mübarekiyetlerini ve bereketlerini ve ubudiyetlerini temsil ederek, o geniş mana ile söylüyor. Ve mübarekâtın hülâsası olan اَلصَّلَوَاتُ kelimesiyle de zîhayatın hülâsası olan bütün zîruhun ibadat-ı mahsusalarını tasavvur edip dergâh-ı İlahîye o ihatalı manasıyla arzediyor. Ve اَلطَّيِّبَاتُ kelimesiyle de, zîruhun hülâsaları olan kâmil insanların ve melaike-i mukarrebînin, salavatın hülâsası olan tayyibat ile nurani ve yüksek ibadetlerini irade ederek Mabuduna tahsis ve takdim eder."

aş. Burası Miracta Cenabı Hakla Resulu arasındaki konuşma. Cenabı Hakka, Muhammed Asm'nin miraç suresinde geçirdiği her şeyi takdim ediyor.Şu cümle, tümünü özetliyor, tüm mirac-ı nebeviyeyi. Mirac insanın külli ubudiyetini temsil ediyor. Bu cümle de tüm miracı temsil ediyor.

"Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatı, Mi'rac gecesinde Cenab-ı Hak ile Resûlünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir?"

"Elcevap: Her mü'minin namazı, onun bir nevi Mi'racı hükmündedir. "

aş: İnsan gün boyunca şu dört hakikati ne kadar yaşamışsa onları namazda Cenabı Hakka takdim ediyor.

"Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise, Mi'rac-ı Ekber-i Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm)da söylenen sözlerdir."

aş. Şazeliler halka kuruyorlar. Bunlar devir devir büyüyor. Ortada şeyhin belirlediği biri var. Şeyh de halkanın bir tarafında tutuyor. Ortadaki adam zikri başlatıyor. Halkadaki insanların konumlarını değiştiriyor. Her biri bir mevcudatın bir tespihatını temsil ediyor. Ortadaki bir zikri yönetiyor. Sonra bunları alıp, şeyhin önüne gidiyor ve zikri ona takdim ediyor. Burada kainatın insanın, Cenab-ı Hakla ilişkisini temsil etmişler. İnsan ortada, etraftaki halkalar tüm mevcudat. Onların zikrini dinliyor anlıyor ve bunları Allaha takdim ediyor. Mirac dediğimiz şey de insanın Allah'ın esmasını ne kadar anlamışsa kainatta onu namazda takdim ediyor. Resulullah, bunun külli ubudiyetini Miracda yapmış. Gün boyunca ayetlerle karşılaşıyoruz, onlardan esmayı okuyoruz ve namaz sırasında bütün bunları Rabbe takdim ediyoruz.

Burası, o takdim ediş sırasında insanın ne söylediğini, insanın nasıl bir ubudiyete mazhar olduğunu özetleyen bir yer.

"Onları zikretmekle, o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz'iyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teâli edip genişlenir."

aş. Bir şeyin cüziyetten külliyete çıkması ne demektir? Bir kedinin yavrusunu sevmesi, Rahmaniyetin cüzi bir numunesidir. Bunu kediye verebilirsin, kedi yavrusunu seviyor. Merhametin bir tecellisi.

Bir insan aynalarla dolu bir odaya girdiğinde, kendisi bir kişiyken, aynalar vasıtasıyla sayısız tecelliye mazhar olur. Kendisi cüzi iken, külli mahiyete gelir. Yani her bir aynada o insan gözükür.

Külliyet ile küll arasındaki fark şudur. Küll ile cüz aynı cinstendir. Küllün oluşması için cüzlerin olması gereklidir. Cüzi ise küllinin parçası değildir. Sonsuz tane bile olsa, külliden bir parça değildir. Ama her şey onu gösterir.

Bir kedi yavrusuna merhamet ediyor. Bu merhameti, cüz küll ilişkisinde düşündüğümüzde; merhameti Allah'ın merhametinden bir parça olarak görersek, bu şirk ifade eden bir durum olur.

hş. Ben cüziyi itibari olarak anlıyorum.

aş. Kişi bir fertken, sonsuz görüntü olmasıyla külliyet kesbetmesi ne demektir? Bir özelliğinin her yerde gözükmesi demektir. Ama o yansımalar hiçbir zaman, onun bir parçası değildir.

O yüzden biz panteistlerden farklıyız. Onlar bütün akılların birleşmesinden oluşan bir akla inanırken, bizim anladığımız tevhidde, mevcudat cüzi konumundadır. Cenabı Hakkın esması külli konumdadır. Yani parçası değildir.

Eğer biz anneyle yavru arasındaki ilişkiyi, bir cüzi görüntü olarak görmezsek, o zaman her bir rahmeti sebeplere dağıtabiliriz, bu ise şirk olur.

Ben mesela, kendim namaz kılıyorum; fakat tüm mevcudat, tüm zerrelerim, müminler hepsi Allah'ı tespih ediyor. Sen bir insanken, bir fert olarak ibadet ederken, miracı tahattur etmekle, tüm mevcudatın ubudiyetine dönüşüyor. Ben, zerrelerim, tüm müminler ve tüm kainatla bilikte ubudiyet ediyorum.

"Meselâ: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gecede Cenab-ı Hakk'a karşı selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُلِلّهِ demiş. Yani: "Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sâni'lerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve îmanımla sana takdim ediyorum."

aş. Eğer merhamet cüziyette kalırsa, yok olur. Fakat tüm zayıflara merhamet edenin merhameti şu anda orada yansıyor dedin mi, tıpkı güneşin ışığı bir kabarcıkta görünmesi gibi, tüm kabarcıklarda tecelli eden güneşin yansımasıdır dediğin anda, tüm denizin üstünde tecelli eden güneşle irtibat kurmuş oluyorsun. Yani her zaman her yerde tecelli eden bir hakikatin bir ucu oluyor.

Tahiyyatla, her yerde herkesin yaptığı ubudiyete dahil oluyoruz. Ubudiyetin olmadığı bir nokta bile yok, bunu demek suretiyle külli bir hakikatin içine girmiş oluyoruz.

"Evet nasılki Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm اَلتَّحِيَّاتُ kelimesiyle, bütün zîhayatın ibadat-ı fıtriyelerini niyet edip takdim ediyor. Öyle de: Tahiyyatın hülâsası olan اَلْمُبَارَكَاتُ kelimesiyle de, bütün medar-ı bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve "mübarek" denilen ve hayatın ve zîhayatın hülâsası olan mahluklar, hususan tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların fıtrî mübarekiyetlerini ve bereketlerini ve ubudiyetlerini temsil ederek, o geniş mana ile söylüyor."

aş. Hayatı ifade eden ne varsa, hepsini o verdi manasında bir tespihat var.

Mesela bir araba çalışmasıyla, beni yapanın güzel iş yaptığını gösterir. Güzel bir aletin çalışıyor olması, efendisini öven bir hal olur.

Birinci katta, ne kadar hayattar olan ne varsa, ki hayattar olmayan hiçbir şey yoktur, tüm mevcudatın ubudiyetini sana sunarım, diyor.

Bu yetmiyor, sonra el mübarekatuh, diyor. Bir çizgi sonsuz noktadan oluşur, bir düzlem sonsuz çizgiden oluşur. Bir ağaç var, üzerinde sayısız meyve var. Bunların hepsi sana tespih eder. İki, her bir meyvenin içinde bir tohum var, ve onun içinde bir ağaç kadar potansiyel var. Dolayısıyla, ağacı bir tohumun içine koydu, her bir tohum da kainatın ifade ettiği manayı ifade ediyor dedi. Her bir hayat sahibi sayısız hayat sahibi kadar tespih ediyor. Yani bir boyut artıyor. Yatay eksendeki her bir noktayı sonsuz noktalardan oluşan bir doğruya çevirdi.

Mekansal sonsuzluk vardı, zamansal sonsuzluğu da ekleyerek, tespihatın keyfiyetini artırdı.

Ben sana sadece bütün mevcudat ibadet ediyor demiyorum, her bir zerre tüm kainat miktarınca tespihat yapıyor, diyor. Böylece ubudiyeti küllileştirmiş oluyor.

aö. Merkezde Mabud ismi var. Cüzi ubudiyetler bunun tecellisiyken, hepsinin küllileşmesi oluyor.

aş. Peki es-salavatın farklılığı nedir?

"Ve mübarekâtın hülâsası olan اَلصَّلَوَاتُ kelimesiyle de zîhayatın hülâsası olan bütün zîruhun ibadat-ı mahsusalarını tasavvur edip dergâh-ı İlahîye o ihatalı manasıyla arzediyor. "

Ağaç, ağacın tohumları, o tohumların içinde sonsuz ağaç var. Ama ruh dediğim zaman hem zamanı hem mekani içine alabilen, hepsini aynı anda ihata edebilen bir mahluka dönüşüyor. İnsanı düşünün. Her bir dna, bir nesli barındırabilir. Ama ruh, tüm zihayatı ve ziruhu içine alabilecek bir mahiyet kesbediyor.

Ağacın tüm meyveleri tespih ediyor. Tohumlar da diyor ki, bu tesphiat sonsuzdur. Bir de ziruh var. Onun tüm ubudiyetlerini sunabilecek mahiyette. Yani tohumundan ağacına kadar tüm silsileyi içinde barındırabilecek mahiyette. Ağaç dediğimiz zaman bir şahsı manevidir. Tüm ağaçları içine alabilecek bir mahiyet kazanıyor.

Cansızlara baktığımızda çeşit çeşit var. Tohumlu bir canlı, bunu tüm zamana katıyor.

hş. Ziruh farklı varlıkları bir araya topluyor. Mesela bir hayvan et yemekle, başka bir hayvanı da içinde barındırıyor. Herhangi bir ziruha bak, tüm kainatı temsil ediyor.

aş. Ruh, başlangıçtan sona kadar olan tüm insanları bir araya bağlıyor,hem de o potansiyeli de insana bağlıyor. Yani bebekten ölüme kadar tüm anı birbirine bağlıyor, hem de dna'daki potansiyeli de ona bağlıyor.

"Ve اَلطَّيِّبَاتُ kelimesiyle de, zîruhun hülâsaları olan kâmil insanların ve melaike-i mukarrebînin, salavatın hülâsası olan tayyibat ile nurani ve yüksek ibadetlerini irade ederek Mabuduna tahsis ve takdim eder."

aş. Ziruhlar zaman ve mekanı birleştirdiler. Zişuurlar da tüm ziruhların yapmış olduğu tüm ubudiyetleri birleştirip Allaha takdim ediyor. Ziruhların yaptığı ibadetleri fark etti.

aö. Zişuur yerine burada melaike-i mukarrebin demesinin maksadı?

aş. Bir örnek vereyim: Benim ruhum, bedenimdeki tüm zerratın ubudiyetini takdim ediyor. Sen bu cemaatin lideri oldun, bir şahsı manevi olarak anılıyorsun. Ayette diyor ya, o gün imamlarıyla çağrılır. Çünkü o imam tüm hepsini bir parçası gibi görüyor. Cebrail As. da tüm meleklerin toplamı gibi. Bir babanın ailenin bütününü temsil etmesi gibi.

En sonda, Muhammed ASM. tüm peygamberlerin, velilerin, mevcudatın tüm zamanlardaki her halinde potansiyel olarak veya o andaki ubudiyetlerini temsil ediyor. Mirac da bunun gerçekleşmesi. Mirac'da ona tüm zamanlar gösteriliyor. Tüm peygamberlerin makamında terakki ediyor. Cebrail As. mertebesinde mülk ve melekutu terakki ediyor.

26 Kasım 2010 Cuma

15. Şua 9. Kelime

"Dokuzuncu Kelime: آمِينَ dir. Buna kısacık bir işaret:
Madem نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ deki "nun" üç cemaat-ı azîmeyi, bilhassa
âlem-i İslâm câmiindeki muvahhidîn cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediğimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor; biz dahi bu "Âmîn" kelimesiyle, o cemaat-ı muvahhidîn ve musallînin dualarına yardım ve davalarına tasdik ve şefaatlerinin ve istianelerinin makbuliyetine o "Âmîn" ile bir rica etmemizle, bizim cüz'î ubudiyet ve dua ve davamızı küllî, geniş bir ubudiyete çevirip, küllî, umumî rububiyete mukabele ettirir. Demek uhuvvet-i îmaniye ve vahdet-i İslâmiye sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm mescidinde milyonlarla efradı bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet itibariyle ve manevî radyolar vasıtasıyla Fatiha'daki "Âmîn" külliyet kesbeder, milyonlarla "Âmîn"ler hükmüne geçebilir
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
"

aş. "Biz sana ibadet ederiz"deki biz neyi ifade ediyordu? Her bir insan vücutta 70 trilyon hücre var. Bunun altında sayısız parçacıklar var. Her biri tesbih ediyor. Kendi yapabileceğinin çok çok üstünde kasıtlı faaliyetlere vesile oluyorlar. Dolayısıyla ben bir Mazımın, Muktedirin memuruyum diye zikir yapıyor. Dolayısıyla insanın her bir zerresi ve o zerrelerin mürekebinden oluşan hücreler, organlar hepsi kendi yaratıcısını zikrediyor. Ben de bunun bilinciyle, hepsinin ubudiyetini tasidk etmek manasında "na budu" diyorum. Yani benim vücudumdaki tüm zerreler sana ibadet eder, ben de şahidim buna, der.
Bu birinci anlamıydı.

İkincisi, alem veya ehli islamın hepsi, Allaha ubudiyet ediyorlar, namazda. En başta Kabenin etrafındaki halka. O halka genişleye genişleye, hem zamansaml hem de mekansal olarak genişleyerek, sana ibadet ederiz diye ilan ediyorlar.

Üçüncü olarak, daha külli bir manada, tüm kainatın tüm zerratı, ve tüm parçaları, her biri, bizi bu şekilde yöneten Rabbimizi zikrediyoruz, ona ubudiyet ediyoruz diye ilan ediyorlar.

Burada "dualarına ve söylediğimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor;" diyor ayrıca. Neden şefaat kelimesini kullanıyor? Tüm ehli iman diyor ki, biz müminleriz, bu kainatın sahibinin memurlarıyız. Dolayısıyla, benim tek başıma söylediğim "nabüdü" sözünün derken, kim şahittir denilince, diyorsun ki: başta vücudum, sonra tüm ehli iman bu sözümü tasdik edicidir, şefaatçidir; sonra hatta tüm kainat şefaatçidir. Yaptığın işi anlamlı kılmak anlamına geliyor bir bakıma şefaatçi. Senin o ifade ettiğin mananın doğruluğunun hak olduğunu tastdik etmek manasında şefaatçidir. Resulullah nasıl şefaatçi olacak? Bizim istediğimiz şeylerin hak olduğunu söylemek manasında şefaatçı olacak. Yoksa bize torpil geçilecek değil. Cenabı Hak, ona sorduğunda, o da mı seninleydi, diye sorduğunda; evet o da benimleydi, diyecek adeta. Resulullahın şefaatçı olmasını istiyorsak, veya onun şahsı manevisini temsil eden alemi islamın şefaatçı olmasını istiyorsak, onların ilan ettikleri hakikati biz de ilan edeceğiz ki; onlar da evet o da bizdendir, desinler.

aö. şefaatin özellikle günahkarlara olması ne anlama geliyor?

aş. çünkü büyük günahlar yapan bile, resulullahın şefaatine özellikle ihtiyacı olacaktır. diyecekler ki, seni biz nasıl tanıyacağız, büyük günah işlerdin. Resulullah diyecek ki, ben buna şahidim.

içki ve zina büyük günahtan. sahabeden içki içen biri var. resulullah der ki, o allah ve resulunu sever, ona dokunmayın, der. yani şefaati, ümmetinin büyük günahlarını işleyenlere yöneliktir. onların kendisine olan salavatını işitiyor.

şefaat iman eden kişilere yöneliktir. allahım, ben senin o sevdiğinin yolunda gidiyorum, diyen insanlara yöneliktir.

---
önemli olan burada insanın niyet olarak ait olmak istediği şeyi belirlemesidir. biz bunlardan olmak istiyoruz.
---
ruh nasıl terakki eder?
mesela meyveyi yediniz, bedeniniz terakki etti. fakat meyvedeki ikramı görüp allaha şükrettiniz veya o meyveyi allah rızası için bir başkasına ikram ettiniz, o zaman ruhunuz terakki eder. biz ruhumuzu önceleyeceğiz. maddiyatla muhatap olurken bile, orada ruhumuza bakan yönüne bakacağız.
---
aci. ruhu beslemek var ya, bu sözle kastedilerek olacak bir şey değildir. sen güzel bir şeye bakarken, güzel düşünürsen zaten ruhu beslemiş olursun. ama "ruhumun besleyeyim dersen" olmaz.

19 Kasım 2010 Cuma

19. Mektub 4. Nükteli İşaret

"19. Mektub DÖRDÜNCÜ NÜKTELİ İŞARET

Altıncı Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor. Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca: Her gün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlahiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. "

aş. hepimiz rahmeti ilahiyeye mazharız, fakat nihayetsiz değil bizim mazhariyetimiz Resulullah gibi.

"Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz.
Meselâ: Hazret-i Cebrail ve Mikâil, iki muhafız yaver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz."

aş. olaya tanık yok, yine de Huzeyfe ben şahidim diyor. ben senin kişiliğine şahidim diyor. bir at alışverişi meselesinde, bedevi atı resulullaha satmak istiyor. ama bedevi bir müddet sonra, bir başkasına satıyor. resulullah da, "ben aldım" demiştim diyor. bunun üzerine tartışma çıkınca, Huzeyfe, ben şahidim, diyor. ben senin risaletine şahit olmuşum.

muhammed asm. risaleti cihedityle yaptığı her fiille her çağdaki her insana ve hatta geçmiş ve geleceğe rehberlik yapan bir kişi. geçmişin tashihi onun vasıtasıyla oluyor. eski zamanın peygamberleri, onu şahit gösteriyorlar.

o tartışmada da, o sözde de büyük hikmetler var. çünkü bütün insanlığın ders çıkarabileceği bir hadisedir. zaten onun için o olay onun başına gelmiştir. birisine yüzünü buruşturduğunda, ayet iniyor ona. bu ne demektir? onun her fiili gözaltında tutuluyor. her hali. yani o nefsinden konuşmaz, o ne söylerse vahiy gibidir; fakat yazılı, sözlü vahiy değildir. vahyin yorumudur. dolayısıyla o konuşurken, bütün insanlığa konuşan cenabı hakkın resulunün bir sözüdür.

daha güncel meselelere taşıyalım konuyu. muhammed asm, 12 veya 9 yaşında bir kişiyle evlenmiş. eğer sen ona bir insan nazarıyla bakarsan, ayıplanabilir bir konuma getirebilirsin. hz ayşe ile evlenmesini kendisi istemiyor, cenabı hak ona emrediyor. dolayısıyla o fili muhammed asm'nin bir tercihi olarakg öremezsin. risaletiyle o tüm insanlar için bir had koyuyor. demek ki, siz 3-5 yaşındaki biriyle evlenemezsiniz. bir yanda kendisinden çok büyük bir kadınla evlenmiş, bir yandan da kendisinden çok küçük bir kızla evlenmiş. bunun bir hikmeti, insanlara had koymaktır. sen o olayı, kişisel bir zevk olarak görürsen, hiçbir şey anlamazsın.

4 kadınla evlenme meselesi de böyle. bu konuda ezikliğe hiç gerek yok. çünkü batı 4 kadınla değil, 400 kadınla bile yetinmiyor. fakat sadece din dedi diye buna tepki gösteriyor.

cenabı hak resulullahın tüm hareketlerini gözetmiştir. resulullah da sahabelerin tüm hareketlerini gözetlemiştir. bir sahabeyle karısı arasındaki bir olayla ilgili ayet inmiş doğrudan.

resulullahın fiillerine risalet cihetiyle bakmak gerekiyor. resulullah sadece insanların değil, cinlerin de nebisidir.

şurada küçücük bir hacime bir gaz sıkıştırmış olsak. bunun kalıbını açsak, o gaz her tarafa yayılır. aslında zaman da böyle bir şeydir. resulullahın bulunduğu an böyle yoğun bir şey. onun kalıbını açtığın anda her tarafa yayılır ve nüfuz eder. resulullahın da mahiyeti böyledir. çizgisel zaman açısından asrı saadete sıkışmıştır; ama ruh cihetiyle gelecek ve geçmişi ihata eder mahiyettedir. resulullah asm zamanlar üstü bir mahiyettedir. adem daha balçıkla toprak arasındayken ben nebiydim, diyor. ilk yaratılan ruh olması, zamansal olarak değil. mahiyet olarak. bir insanın mahiyeti ruha doğru kaydıkça, zamansızlaşıyor. dolayısıyla muhammed asm her zamanda resuldür. nasıl allahın her esmasının bir yansıması var; onun her şeyi görür ve bilir olan isminin de bir ayinesi olması gerekiyor. resulullahın şansı manevisi, bu manada külli bir aynadır. resulullahda temerküz etmiştir. miraçda resulullah zamanda seyahat etmiştir. hem mülk ve melekutta seyahat etmiştir. miraç zamansız vuku buldu. ne demek? yani allahın bütün nimetleri ona gösterildi.

muhammed asm öyle bir insandı ki, dudağıyla hz. hasanın üzümcüğünü öpüyor. oradan tüm seyyidler ve imamlar doğuyor. burada öpüşünü yüceltmek, yanlışş bir bakış olur. şunu diyebilirsiniz: muhammed asm'a o silsileden gelen nesil gösterildi; o nimete hürmet olsun diye o üzümcüğü öptü. aradaki fark bu. bizim kafamızdaki muhammed asm mucizeler yapan, sanki o her şeyi görüyor. üstad da bana yazdırıldı derken bunu diyor. resulullah, her seferinde bana açıldı diyor. 20 peygamberin makamı var. onların her biri yarı alemlerdir. hepsinden dersler alıyor, hepsini aşıyor. buzdun sen, eridin su oldun, tüm buzları kapsayacak bir mahiyet aldın. eridin, buhar oldun, tüm dünyayı kapsadın. buhardın, eridin, enerji oldun. tüm evreni kapsadın. daha da eridin, esir oldun. mülkle melekutu bitirdin. esirden de eridin, melekuta geçtin. oradan da eridin, esma, sıfat, şuun, zat mertebeleri. muhammed asm bu basamakalrın her birisinde, ne kadar çok madde ruha doğru gittikçe letafet kesbediyor, genişliyor.

fiziki bir beden var. bu bedendne, ruhu çıkardığın zaman hiçbir anlamı olmayan parçalardır. ruh bir anda hepsine yayılabiliyor. çünkü ruh latif olandır. latif olan, bedenin her noktasına işleyebilir.

mesela, yusuf baba oldu. artık farklı bir insan oldu. çocuğuna gelen acılardan acı, onun lezzetlerinden mutluluk duyar. bir mümin de enesini yırtmak suretiyle, tüm müminlerin bedeni onun hücresi gibi olur. bu hayali bir şey değil. bir müminin ayağına bir diken batsa, başka yerdeki bir mümin onu hisseder. bu ne demektir? sen bedeninin ruh yönünde melekiyet kesbetsen, amerikadaki kardeşinin ayağına batan diken seni de incitir. bu bir terakkidir. biz enelerimiz buz gibi durduğu için, bunu anlayamıyoruz.

"İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:
Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü' eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten, büyük âlî sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını, ağaç ve kuşun evsafıyla rabtedip bahsetmekte lâzım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. "

basit bir insani fiilin içinde risalet cihetiyle baktığın zaman dağ gibi hikmetleri, kainatı görürsün.

sen muhammed asm'ye bir çekirdek olarak bakacaksın. islam düşüncesine ait binlerce kitap nereden çıktı? muhammed asm'nin hareketlerinden, sözlerinden çıktı.

12 Kasım 2010 Cuma

Altıncı Söz

aş. Kurbanla ilgili bir bahis okuyalım.

Kurbanın esas manası, insanın nefsinin allah'tan olduğunu bilip onu iade etmesi anlamına gelir.

Nefis ve canının ondan geldiğini fark edip, ve ona nimet olarak verilen malı, Rabb adına çalıştırmak manasına gelir kurban. Bu manada, o nimetler, insanı Allah'a yakınlaştırır. Kurbiyyet oluşturur.

"Altıncı Söz sözler 6. söz

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ اْلمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ




Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk'a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciği dinle:
Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder gider. Padişah, o iki nefere kemal-i merhametinden bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız. "

aş. Dün kendi kendime düşünüyordum. Bir özel ders geldi. Dedim ki, dün yoktu bugün var, yarın olmayabilir. Dün yokken bir sıkıntım yoktu; ama varken gidince üzülüyorsun. Niye üzülüyorsun, idye kendime sordum. Aynı şekilde Yaratıcı verirken iyi, Onun malıydı zaten; ama alırken niye kötü?

aci. tattığım için. devamını istediğimden dolayı.

aş. evet, devamı önemli olan. devamı cennet. ebediyen sana verilmiş olduğunu fark ettiğin zaman, cennetin tadını burada yaşayabilirsin.

'nefis ve malını cennet karşılığında satın alır" yani ebediyen vermek karşılığında onları alır.

fıtratımız o nimetleri kaybetmek istemiyor. o zaman allah diyor ki, verdiğimi benim adıma kes. zaten keseceksin, benim adıma kes.

'emanetimi bana satınız'. benim emanetim yani.

'ta sizin için muhafaza edeyim.' eğer istiyorsan devamını, ben koruyayım. sen kendin koruyamazsın.

'beyhude zayi olmasın'. ne kadar merhametli. ver bana ben muhafaza edeyim.

aö. üstad, mesnevi-i nuriyede 30 senelik ilim hayatımın özü 4 kelimedir diyor: Ben kendime malik değilim.

aş.

"Tâ, sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi' olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır, pek büyük bir fiat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masarıfatını tedarik edemezsiniz. Bütün masarıfatı ve levazımatı, ben deruhde ederim. Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr..."

aş. "benim namımla benim tezgahımda işlettirilecek" verecek miyiz? hayır, aslında elimizden dahi çıkarmıyoruz. göz vermiş, gözü onun namıyla kullanacağız.

ayette, "satın almıştır" kipinde kullanıyor. yani sen sattığın anda onu daha berekli bir şekilde bulursun.

ibadet ettiğinde ancak mutlu olursun. başka türlü mutlu olamazsın.

gözün var değil mi, bu gözün sana mutluluk vermesini istiyor musun? o zaman ibadet edeceksin. burada dünyada. ahirette değil. yani ancak rabbin adına kullanırsan gözü mutlu olacaksın. abid olacaksın; yani yaratılış kanunlarına uyacaksın.

insanlar akılla değil hissiyatla hareket ediyor. hissiyatı mağlup etmenin tek yolu var: sen böyle yaptığın müddetçe mutlu olamazsın. mutlu olmak mı istiyor, Allaha tabi ol. tohumun tarlaya attığın anda endişen gider, eminsin ki, yazın hasat alacaksın. o ameldedir tüm mesele. tohumu atacaksın. zaten atacaksın, ya taşın üstüne atıyorsun, ya toprağa atıyorsun.

aci. satma kelimesi burada anlaşılmayı kolaylaştırmak için seçilmiş gibi. yatırım gibi bir şey. sattığın zaman elinden çıkan bir şey değil yani.

aş. cennet nimeti kesikli bir nimet değildir. şu anda başlayan ve sonsuza kadar gidecek bir nimettir. biz biliyoruz ki ölüm yoktur. veya ölüm ebedi hayatın kapısıdır, desek, şu andan itibaren her şeyi oraya gönderiyorum. oraya gidenler yok olmuyorlar. dolayısıylaş u andan itibaren o nimet işlemeye başlıyor.

birisi gelse, dese ki: devlet size 1 sene sonra idam cezası verdi. diyebilir misiniz ki, 1 sene sonra bunu düşünürüm. şimdiden azabını duymaya başlarsınız. bir başkası dese ki, hz. isa as. sizi şurada karşılaycak. diyebilir misiniz ki, 1 ay sonra sevineceğim. sevinciniz şimdi başlar.

"Hem o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. "

hş. birinci söze atıf var mı? ufacık bir tohum çok büyük işler yapar. birken binler olur.

"Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masarıfatını tedarik edemezsiniz. Bütün masarıfatı ve levazımatı, ben deruhde ederim. Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr..."

" Eğer bana satmazsanız, zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek, hem o yüksek fiattan mahrum kalacaksınız. "

aş. kurbanla ilişkilendirelim. keserken, allaha adamak var, veya mide namına kesmek var. neticede herkes et yiyor. kurbanı keserken, onu bir yere atmıyoruz. yine kendimiz yiyoruz. arada niyet farkı var. birinde hem maddeten eti tattırıyor, hem de manen de lezzetini tattırıyor.

...

bir hadis var. bir kadın ateş yakmış çölde. çocuğunu emziriyor. resulullah oradan cihada gidiyor. kadın diyor ki, "ey muhammed! insan çocuğunu şu ateşin içine atar mı?" "atmaz" diyor. "bizler de allahın kulları değil miyiz? bizi nasıl cehenneme atacak" diyor. resulullah, secdeye kapanıyor. "sendeki merhamet dahi ondandır". sana bu şefkati veren allahtır, o da kesinlikle atmak istemez.

"merhamet-i ilahiyeden fazla merhamet, merhamet değildir"

"Hem o nâzik, kıymetdar âletler, mizanlar, istimal edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından; bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. "

aş. dinsiz birinin gözünden bakalım. insanın kalbi çocuğuna bağlanıyor. çok seviyor. biliyor ki, en sonunda ölümle ayrılacak. ne yapıyor? hem onu kaybetme korkusunu yaşıyor, hem de çocuğun bütün külfetini çekiyor. ve sonunda kendisine azap çektiren bir külfet. yapmasın manasında değil.

"Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasaret içinde hasaret..."

aş. emanetin içinde hıyanet cezası. yani o göz, hıyanet etmenin cezasını sana verecek. yani tattırıyor zaten. bir kere onu allaha vermedin mi, onu kaybetmenin ızdırabını yaşıyorsun.

hıyaneti cehennemde görecek, derseniz, dünyaperestler der ki, kafir daha keyifli yaşıyor. doğru değil. hem bu dünyada hem öbür dünyada, mümin daha huzurludur, mutludur. bedeni acı çekebilir; ama şöyle bir şey: görevini yapmış bir kişi her zaman gönlü rahattır. ötekisi sürekli suçluluk psikolojisini yaşar.

" Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz.
Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:
-Baş üstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim.
Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden dağdağalarından haberi yok. Dedi:
-Yok! Padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam...
Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıbta ederdi. "

aş. hacda yaşlı bir amca tanımıştım. çok mütevazi bir amcaydı. 80 küsür yaşında. hiç el öptürmez. lütfen elimi öpme, çok üzülüyorum, derdi. yapma derken, bile çok nazikçe söylerdi. belki ilmi çok azdı, ama yaşayışıyla, imanı öyle bir tevekkül gösteriyordu ki, gıpta ettik ona.

"Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki: Hem herkes ona acıyor, hem de "müstehak!" diyor. Çünki hatasının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.
İşte ey nefs-i pürheves! Şu misalin dûrbîni ile hakikatın yüzüne bak. Amma o padişah ise, ezel-ebed Sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve bâtınî hasselerindir. Ve o yaver-i ekrem ise, Resul-i Kerim'dir. Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur'an-ı Hakîm'dir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi, şu âyetle ilân ediyor:"

"Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz."

oğ. serbest bir askeri olursunuz, demesi dikkatimi çekti.

aş. kanuna tabi olan, büyük bir ruhi serbestlik yaşar; çünkü kimseye zillet etmez. ruhun hürriyeti var orada.

---

aş. bazı insanlar neden kurban ibadetinden rahatsız oluyorlar? nefis adına harcamayı öyle bir meşrulaştırmışlar ki, adını da koymuş: tüketeceksin, üretmek için tüketmek gerekir. alışveriş noktasında hiçbir sınır tanımıyor.

" İkinci Nükte: Mısır Kıt'ası, kumistan olan Sahra-yı Kebîr'in bir parçası olduğundan Nil-i Mübarek'in feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felahat ve ziraatı ahalisinde pek mergub bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiye ve vasıta-i ziraat olan "bakar"ı ve sevri mukaddes, belki mabud derecesine çıkarmış. "

aş. yani kendi menfaatine hizmet eden her şey adeta kudsiyet kazanıyor.

hiç sorgulamıyoruz. insanların eğitim hakkı deniyor. insanların eğitim hakkı elinden alınamaz. evlere yazı gönderilmiş. çocuğu okula göndermezseniz, binlerce lira ceza. çocuğunu göndermezsen, devlet elinden çocuğu alır. devlet nedir ki? devlet dediğin bizim gibi insanlar. hayır senin istediğin gibi okutamazsın, benim istediğim gibi eğiteceksin. çoğunluk, azınlığa hükmediyor. zorunlu eğitim diyor, buna. her gün yemin ettireceksin, devletin ideolojisine tabi olmak için.

dünyada bütün insanlar bilim putuna hizmet etmek için kullanılıyor. en zeki öğrenciler, en iyi okullara gönderiliyor. hepimiz bu amaca hizmet ediyoruz. tabi seleksiyonla, en iyiler kalıyor ve sistem devam ediyor.

"Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakara ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte o zamanda Benî-İsrail dahi, o kıt'ada neş'et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, İcl mes'elesinden anlaşılıyor."

aş. hz. musa onları kölelikten kurtarıyor, kızıldenizi yarıp geçiyorlar, mucize görüyorlar; fakat mısırda öyle yaygın ki, bakarperestlik, daha birkaç ay geçmeden, o buzağı putunu kendilerine istiyorlar. bilimin bizim dünyamıza verdiği lekeler öyle yerleşmiş ki, atamıyoruz. hayatı korumaktan daha ötede, eşyadan korkuyoruz. hayatımızı sigortayla garanti altına alıp huzuru bulmaya çalışıyoruz.

" İşte Kur'an-ı Hakîm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile ifham ediyor."

aş. taptığın şeyi sana kestirtiyor. sana verilen o duyguyu bizzat kullanmak suretiyle... mesela oruç da o manaya gelir. nefsine diyorsun ki: sen canının istediği gibi yiyemezsin. nefsi kesiyorsun bir bakıma.

" İşte şu hâdise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i'caz ile beyan eder.
Buna kıyasen bil ki: Kur'an-ı Hakîm'de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. "

aş. o yüzden kurban kesmeyi sadece tarihsel bir olay olarak algılayıp, kendi çağdaş bakarlarımızı görmezsek, ...

putperestliğin özünde, nefsin malik olma arzusu vardır. nefse lezzet veren her şey putlaştırılır. bizim de nefsimizi doyuran, ona zevk veren her neyse, onu kurban etmemiz lazım.

hş. nefsin hoşuna gitmek değil de, insanın fakirlik ve acizlik ihtiyacını karşılayan bir şey olarak görmesini diyor.

zk. gökten de yemek geliyor ama ineğe tapmayı istiyor. zira gökten her zaman geleceğine güvenmiyor.

oğ. kendine güç kazanıyor, bu şekilde. izafi bir zenginlik kazanıyor, toplum içinde. eşitlik bozuluyor.

"Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Musa'nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat'ta İ'caz-ı Kur'an Risalesinde o cüz'î cümlelerin herbir cüz'ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et."

5 Kasım 2010 Cuma

Fatiha Suresi İşarat-ül İ'caz

"S- اَنْعَمْتَ fiil, مَغْضُوبِ ism-i mef'ul, ضَالِّينَ ism-i fâil olarak zikirlerinde ve keza üçüncü fırkanın sıfatını ve ikinci fırkanın sıfatına terettüb eden âkıbetini ve birinci fırkanın ünvan-ı sıfatını aynen zikretmekte ne gibi bir hikmet vardır?

C- Ni'met ünvanı, nefsin daima meylettiği bir lezzet olduğundan ihtiyar edilmiştir. Fiil-i mazi olarak zikrindeki sebeb, evvelce beyan edilmiştir. İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkâmın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir. Yahudilerin temerrüdü gibi. Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur'an-ı Kerim o zulmün akibeti olan gazab-ı İlahîyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin. İstimrar ve devam şe'ninde olan isimlerden ism-i mef'ul olarak zikredilmesi ise, şerr ve isyanların devam edip, tevbe ve afv ile inkıta etmedikleri takdirde kat'ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir. Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir itikada tâbi' olarak nifaka düşen bir kısım nasara'dır. Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur'an-ı Kerim o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fâil olarak zikrindeki sebeb ise; dalâletin dalâlet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dâhil olacağına işarettir."

...

mk. hapishanedeki insanlar yaptıkları zorbalıklardan pek çoğu pişman olmaz. yaptıklarının bir şeref koruma olarak görürler. çok az kişi, kendisine yapılan o haksızlıklardan dolayı, gadap duygusuyla, namusunu şerefini temizlemenin hata olduğunu görmüyor. o şeref duygusundan dolayı, bir lezzet alıyor ve kötülük duygusunu tam anlayamıyor. cenab-ı hak da senin gadabından daha büyük benim gadabım vardır diye insanlara hatırlatıyor. kendi gadabıyla, insanların gadabını durduruyor.

yahudiler genellikle aşırı milletlerden birisidir. vur deyince, öldürür özelliğini ifade ettiğini tahmin ediyorum.

hş. nefsin hayırlı şeyleri sevmemesi. çocuk mesela, her şeyi sevebilir. nefis de öyledir.

mk. bütün mafya, biz adalet dağıtıyoruz diyor. hiçbiri biz zulüm yapıyoruz demez.

hş. mağdubi, edilgen bir fiil. dallin ise işi bizzat yapan, etken fiil. burada oraya işaret var. yahudilikle cebriye mezhebi biraz paralel seyreder. cebriye mezhebi nasıl çıktı? emeviler çok güçlenip zulm yapmaya başladığı zaman, şunu söylediler: siz böyle hatalar yaptığınız için allah size böyle zorba yöneticiler verdi.

aş. üstad bunu bir yerde şöyle izah ediyor:

kainatta fıtrat kaknunları var. bu sünnetullaha uymazsa insan, onun cezasını çeker. yani gadaba uğrar. yani fıtrat o tavrı reddeder. bu reddetme olayı, adeta meleklerin ve kainatın gadabına maruz kalmasıdır.

insanların gazaba maruz kalmalarının nedeni, fıtrata muhalif hareket etmeleridir.

yahudiler sürekli ezilmiş bir kavim. firavun karşısında esaret halinde yaşamışlar. musa as.'a tabi olduktan sonra bile sürekli temerrüd ediyorlar. musa as gider gitmez, hemen puta tapmaya başlıyorlar. temerrüd, yani sürekli emirlere karşı, ezilmişlikten kaynaklanan bir durumla, esbaptan bir put arıyorlar. mısır'da sanemperestlik ruhlarına işlemiş. fakat buradaki kuvve-i gadabiyeyle ilişkisini tam kuramadım.

x.

mk. pratik hayatımızla ilgili ne diyor? bir konuda haklı olabiliriz. haklı olduk diye, daha büyük bir zulme girmememiz gerekiyor.

aş.

üstad hayali bir yolculuğa çıkıyor. üç tarzda yolculuk yapıyor. dünyanın bu tarafından öbür tarafına geçecek. birinci yolda, dünyanın içinden kuyu kazarak, arka tarafa geçmeye çalışıyor. ikinci yol, dünyanın üzerinde yüzeyden yol almak. sis bulut arasından geçmek. üçüncü yol ise: asansörle yukarı çıkmak, sonra dünya dönünce, yeniden aşağı inmek.

mağdubiyi tarif ederken, birinci yola benzetiyor. dallin, ikinci yol. enamte aleyhim de, asansöre binenler.

esbabperestler, meful durumunda. lezzetin kaynağını esbaba veriyor. lezzet gidince azap çekiyor. zulümde niye nefsani bir lezzet var? hakkı ben yerine getirdim diyerek, kendine kudret veriyor. esbabperest nazar, lezzeti esbabtan bildiği için, esbabın yitirilmesi neticesinde azap çekiyor. zaten cehennem azaplarından en önemlilerinden birisi odur. susuzluğu, su giderir diye biliyorsun. bu zannınla yaşayacaksın. su sana gelecek, ama sususzluğun geçmeyecek. yanacaksın. tesiri olmayan esbaba tesir verdiğimiz için, zannımızın karşılığını yaşıyoruz.

yahudiler de kendilerine pay veriyorlar. biz allahın seçilmiş kullarıyız diyorlar. ben yapıyorum diyerek, enaniyetten zevk alıyorlar. bu tavırlarının karşılığında ceza çekiyorlar.

mk. futbolcu ofsayta düştüğnü fark etmez. gadap duygusunda da insan ofsyata düşüyor. ondaki zulümü, zulüm olarak göremiyor.

onun için, peygamber efendimiz ne demiş? 3 gün müslüman müslümana küs kalmayacak. haklı bile olsanız, affetmelisiniz. çok haklı olduğunuz halde, insaflı davranın, siz de yarın onun konumuna düşebilirsiniz.

bizse, bir noktada haklıyız diye, karşımızdakine hayat hakkı tanımaz hale geliyoruz.

hş. bir surede, cenabı hak şöyle diyor: biz onlara hiçbir şeyi yasak kılmamıştık; onlar kendilerine haram kıldılar.

bakınız, zalim, zorba insanlar bir şeyleri yasaklamayı çok severler.

aş. her mafya suçlusu, ben adaleti sağlamak için yapıyorum diyor. ama sen adaleti sağlayacak merci değilsin.

mk. eskiden aksarayda inci baba vardı. herkes bundan korkardı. içimden derdim, bu mafyayla kimse başedemez. sonra ne oldu? inci baba ankaradan gelirken, yeğeniyle koruması kavga ediyor. inci baba, onları ayırayım derken, kaza kurşunuyla ölüyor.

yani cenabı hakkın bir gadabı var. inci baba dediğin pavyonlardan yankesicilik yapan bir eşkıya. demek istediğim: fazla gadab etmeyelim, gerçek bir gadab sahibi var.

aş. bir insan kibirlenince, herkes ondan rahatsız oluyor. herkesin ona karşı bir tavır takınması, gadab-ı ilahiyenin ir tezahürüdür.

nefsani lezzette öyle bir özellik var ki, sürekli devam ederse, katılaşır ve silinmez hale gelir.

"İstimrar ve devam şe'ninde olan isimlerden ism-i mef'ul olarak zikredilmesi ise, şerr ve isyanların devam edip, tevbe ve afv ile inkıta etmedikleri takdirde kat'ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işarettir. "

mk. yani, cenabı hakkın gadap göstermesi de nimetlerinden bir tanesi. böylece bizi gadabından kurtarıyor. aynı şekilde, diğer gadablılara da gaap etmeyip, allahın gadabına sığınmamızı sağlıyor.

hş. gadap her yerde var. esbab dairesinde bile, hikmete uymazsan, bir gadap görüyorsun. bunlar da yine allahın rahmetinden ve gadabından.

hk. beşer zulmeder, ama kader adalet eder. insanların maruz kaldıkları gadapları, hep adalete bağladık; ancak insanların yaptığı gadabta zulüm tarafı da vardır.

hş. gadap gördüğümüz zaman, biz niye gadap görüyoruz diye sormamız lazım.

hk. gadabı ilahiye bu iki eksende düşünülmeli. beşer zulmeder; ama kader adalet eder. üstad mesela ihanetlere hiç tahammül etmez. çok sinirlenir dahi. hakimin sert konuşması bile üstadı çok rahatsız eder. demez ki, hakimdeki gadap allahtan gelir, hak ediyorsun. cümlelerimiz enfusi olsun, bu bana hak oldu diyebilirsin; ama başkasının yapması açısından hak değil.

bu karşıdaki insanı masum yapmaz.

aş. gadaba uğratan kaderdir. ben kibirlendiğim zaman, birileri bana soğuk davranırsa, bu allahın adaletinin bir tezahürüdür.

hk. bu dört ayağın bir tanesidir. sen gadaba uğradığın zaman, bu cümleyi kurabilirsin. ama başkası uğradığı zaman, bunu söyleyemezsin.

hş. senin çocuğun sana kötü davranıyorsa, sen bunu bir yerde hak etmişsindir de başına geliyordur.

mk. burada konunun özü kaçtı. hiç tepki vermeyeceğiz diye bir şey yok. eğer doğru tepkileri verirsek, büyük bir gadab yapmayız. ufak ufak depremler olursa, korkmayın derler. bu büyük depremlere mani olur.

dolayısıyla allahın gadabına uğramayalım diye, kedi gibi olacağız diye bir şey yok. gadabımızı göstermek de sevginin bir tezahürüdür.

"Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir itikada tâbi' olarak nifaka düşen bir kısım nasara'dır. Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur'an-ı Kerim o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fâil olarak zikrindeki sebeb ise; dalâletin dalâlet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dâhil olacağına işarettir.



Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?

Evet o bîçare havf ve heybetten, acz ve ra'şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me'yusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs.. hâcetlerine bakar, def'edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Herşeyi düşman, herşeyi garib görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir hâlete inkılâb eder. Şöyle ki:

O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk'a istinad eder, müsterih olur. Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidatlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; herşeyle ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda



sh: » (İ: 29)

eder.. ve onların o hareketlerini, ibret ve hayretle tefekkür eder. Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden: "Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme! Hareketlerimizden korkma! Hepimiz bir Hâlıkın memurlarıyız" diye, me'nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.

Hülâsa: O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için teselliler ile hissini ibtal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır.

اَللّهُمَّ بِحُرْمَةِ هَذِهِ السُّورَةِ اجْعَلْنَا مِنْ اَصْحَابِ الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ آمِينَ
"

22 Ekim 2010 Cuma

15. Şua Fatiha 5. Kelime

"Yedinci Kelime: صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:
Evvelâ: عَلَيْهِمْ kimlerdir? diye
مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّاِلحِينَ âyeti beyan ederek, nev'-i beşerde istikamet nimetine mazhar dört taifeyi beyan içinde, o taifelerin reislerine اَلنَّبِيِّينَ ile Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a, وَالصِّدِّيقِينَ ile Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahü Anh'a, وَالشُّهَدَاءِ ile Ömer ve Osman ve Ali Radıyallahü Anhüm'e işaret edip; Peygamber'den (A.S.M.) sonra Sıddık (R.A.), sonra Ömer (R.A.), Osman (R.A.), Ali (R.A.) üçü hem şehid, hem halife olacaklar diye gaybî ihbarla bir lem'a-i i'caz gösterir.
Sâniyen: Nev'-i beşerin en yüksek, en müstakim, en sadık bu dört taifesi; Âdem (A.S.) zamanından beri hadsiz hüccetler, mu'cizeler, kerametler, deliller, keşfiyatlar ile bütün kuvvetleriyle dava edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakikat-ı tevhid, elbette güneş gibi kat'îdir. Bu hadsiz meşahir-i insaniye, yüzbinler mu'cizelerle ve hadsiz hüccetlerle doğruluklarını ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud ve vahdet-i Hâlık gibi müsbet mes'elelerde ittifakları ve icma'ları öyle bir hüccettir ki; hiçbir şübheyi bırakmaz. Acaba kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkatı ve zeminin halifesi ve zîhayatların istidadca en cem'iyetli ve yükseği olan nev'-i beşerin en müstakimleri, en sâdık ve musaddak mürşidleri ve kemalâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icma' ve ittifakla îman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikatı tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?"

aş. çok ilginç. nimet demek ki aynı zamanda azabı da intaç ediyor, mahrumiyet açısından.

İşaretül İcaz'dan:
"

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ : Kur'anın inci gibi lafızlarının dizilmesi; bir hayta, bir çeşite, bir nakşa münhasır değildir. Belki zuhurca, hafâca, yakınlıkça, uzaklıkça mütefavit çok tenasüblerden hasıl olan pek çok nakışlar üzerine dizilmişlerdir, nazmedilmişlerdir. Zâten i'cazın esası, ihtisardan sonra ancak böyle nakışlardadır. Evet صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ ile mâkablindeki herbir kelime arasında bir münasebet vardır. Meselâ: اَلْحَمْدُ لِلّهِ ile münasebeti vardır. Çünkü ni'met, hamde delil ve karinedir."

aş. nimetin neticesinde hamdederiz. sıratel lezine en amte aleyhim, yani onlar nimete ulaşmışlardır ve hamd edenlerdir. nimete ernelr, hamdin allaha ait olduğunu, tüm mevcudatın övgülerinin memnuniyetlerinin hamdi gerektirdiğini anlar. nimet hamdi gerektirdiği için, elhamdülillahla alakalı.

"بِّ الْعَالَمِينَ ile münasebetdardır. Çünkü, terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur."

aş. allah bir tohumu terbiye ediyor, onu neticede meyve olarak çıkarıyor. bize en kemalde nimetler ver, anlamına geliyor, bu söz.

" اَلرَّحْمنِ الرَّحِيمِ ile alâkadardır. Çünkü اَلَّذِينَ den irade edilen "enbiya, şüheda, suleha, ulema" rahmettirler."

aş. gerçek rahmet kimlermiş?

bedenimiz için, rahmet olan gıdalardır. ruhumuz için rahmet olan, enbiya, şüheda, suleha ve ulema. manevi insaniyetimizin nimetelri. ruhumuz bunlarla gıdalanıyor.

yani o nimete ulaştırdıklarının, derken neyi kastediyor? bunları.

bizi, onlara verdiğin nimetlere ulaştır, diye dua ediyoruz. "el lezi" onlar ki, kelimesinin içinde, onlarla bağlıyor bu dua.

bütün mevcudatı anlamsızlıktan çıkaran nedir? mesela kainat, başlangıcından şu ana kadar neyi netice vermek için yaratılmış? hayatı. hayatı ortadan çıkarsanız, bu süreçlerin hepsi anlamsız olur. hayat var, bu kadar ziynet var; ama insan yok. bütün bunlar, yine anlamsızlaşacak. onları anlamlandıran, insanın varlığıdır. insan onları görüyor, biliyor. muhammed asm ve süleha olmasa, tüm nimetler zıtlarına inkılab eder. onları abesiyetten kurtaran kimlerdir? bu zatlardır. insanların kamilleri, en mübarekleri, neyi iddia ediyorlar? tevhidi, hikmeti, kainatın bir anlamı olduğunu iddia ediyorlar. dolayısıyla, insanların en üstünlerinin varlığı, bizim açımısdan rahmettir. aslında tüm mevcudata, en büyük nimet muhammed asm'nin varlığıdır.

şeffat ne demektir? hayat tüm mevcudatı anlamlandıran bir şeydi. dolayısıyla, gaye noktasında onlara şefaat ediyor. hayat onların anlamına şahitlik yapıyordu. bu kainatın anlamlı bir mahluk olduğunu da, muhammed asm söylüyor. dolayısıyla onları anlamlandırmak noktasında kim şeffatçi oluyor? muhammed asm.

üstad diyor ya, kainatta güzellik varsa, muahmmed asm nebidir. tüm bu güzellikler, ancak onunla anlam kazanıyor.

yy. adamın birinin çok değerli bir atı varmış. atını çalmışlar. adam üzülüyormuş. "atın çalındığına değil, çalan adam atın kıymetini bilemezse, ata yazık olur, ona üzülüyorum" demiş.

aş. kainat da bu kadar mükemmel ve sanatlı; o sanatkarın sanatını fark edebilecek mutlaka bir muhatabı olması gerekir. o güzelliğin en güzel muhatabı olan, muhammed asm olmalı, diye onun nebiliğine şehadet ediyor.

" مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile alâkası vardır. Çünkü nimet-i kâmile, ancak dindir."

aş. dinden kasıt, ahiret. nimetler var. bu nimetlerin gerçek lezzet olması için bitmemesi gerekiyor. biteceğini biliyor olmak bile yeterlidir. o zaman o nimetin sonsuz olması gerekiyor. yani ahiret olması gerekiyor.

yy. dalga geçer gibi olur.

aş. onu diyorlar zaten.

" نَعْبُدُ ile alâkası var. Çünkü, ibadette imamlar, bunlardır."

" نَسْتَعِينُ ile var. Çünkü, tevfike ve ianeye mazhar bunlardır."

aş. en çok yardım gören onlardır; çünkü nimetin en çok kadrini bilen onlardır. resulullahın duasında var ya: "sana olan ihtiyacımın çokluğuyla beni zenginleştir." demek ki, o kadar fakir ki, fakirliğinin sonsuz farkında; bu da sonsuz nimete mazhar olmasına neden oluyor.

" اِهْدِنَا ile var. Çünkü, hidayette mukteda-bih onlardır."

aş. hdayete ermek istiyorsanız, kime ittiba edeceğiz? muhammed asm'ye.

" صِرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ile vardır. Çünkü, doğru yol, ancak onların mesleğidir."

aş. kimin yoluna gidelim? peygamberlerin, şehitlerin, ulemaların yoluna bizi ilet.

" "Tarîk" veya "Sebil" kelimelerine "Sırat" kelimesinin tercihi, mesleklerinin etrafı mahdud ve işlek bir cadde olduğuna ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işarettir."

aş. demek ki, onların yoluna giren bir daha çıkmayacakmış; çok geniş bir cadde çünkü.

aö. dinden çıkanlarla onun alakası var mı?

aş. insanlığını yitirmişler demektir; o kadar geniş bir cadde çünkü.

"Mahud ve mâlûm olan şeylerde kullanılması usûl ittihaz edilen esma-i mevsuleden اَلَّذِينَ tabiri, onların zulümat-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki; onları taharri ve taleb etmeye ve aramaya lüzum yoktur. Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir ulüvv-ü şâna mâliktirler. ´"

aş. burada muhammed asm'dir. başka bir tarafa gidersen, isa asm'dir. öbür tarafta ibrahim asm'dir.

"Cem' sîgasıyla اَلَّذِينَnin zikri, onlara iktida ve tâbi olmak imkânının mevcudiyetine ve onların mesleklerinde butlan olmadığına işarettir. Çünkü ferdî olmayan bir meslekte tevatür vardır; tevatürde, butlan yoktur."

aş. yani tekil kullanmamış da çoğul kullanmış, niye? yani sen de onlardan olabilirsin.

tevatürde, hepsi aynı doğruya katılıyor.

"Mâzi sîgasıyla اَنْعَمْتَnin zikri; tekrar ni'meti taleb etmeye bir vesile olduğuna ve Allah'a raci olan zamiri de, bir yardımcı ve bir şefaatçı vazifesini gördüğüne işarettir. Yani: "Ey Rabbim! Mademki in'am senin fiilindir ve evvelce de in'amı yapmışsın; istihkakım olmadığı halde in'amı tekrarlamak, senin şe'nindir.""

aş. yani onlara verdiğin gibi, bizlere de ver, manasında.

sen vermekten hoşlanırsın. biz hakettiğimizden dolayı değil, istiyoruz sadece.

"عَلَيْهِمْ deki عَلَى enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini feyizlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir."

aş. onlara bir vazife yüklenmiş. onlara hidayeti getirsin, nimeti fark ettirme görevi verilmiş.

şu cümle çok ilginç geldi:

"Acaba kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkatı ve zeminin halifesi ve zîhayatların istidadca en cem'iyetli ve yükseği olan nev'-i beşerin en müstakimleri, en sâdık ve musaddak mürşidleri ve kemalâtta reisleri olan mezkûr o dört taifenin icma' ve ittifakla îman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikatı tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?"

aş. insanın hilkatında sonsuz nimetler var. bu nimetlerin fark edilmesi, neye bağlı? resullerin varlığına. onlar olmasa, ahiret gibi sonsuz hazineler ortaya çıkmayacaktı.

ahiret nimetlerinin de allahın şuunat ve sıfatlarının ortaya çıkması da nebilere bağlıdır. nebilerin varlığı, dolayısıyla kainatın netice-i hilkatidir.

zk. efendimizin sünneti, bu kainattaki varlığın yaratılış manasını anlamaya yönelik bir anahtardır.

aş. onların ne büyük vasıfları, kainatı tüm vasıflarıyla örnek gösteriyor. dawkins, din delile dayanmaz;hatta tam tersine, dini inanç sahipleri, deli göstermemeyi övünç olarak addederler. o yüzden din, insaniyetin kurtulması gereken en büyük şerdir, manasında bir ifade kullanmış.

aslında hakikatte din tam tersidir. din tamamen makul olandır. kainattan delil getirilerek gösterilen inançtır. kendi felsefelerine dair kainatta hiçbir delil yoktur. taşın kütle çekimi yaptığına dair, hiçbir delil yoktur. materyalizm körü körüne bir doğmadır.

yy. dini genellikle insanlar sormadan, araştırmadan kabul ettikleri için; ona istinaden bunu söylemiş belki.

aş. kainatın tüm mevcudatı, allahı anlatıyor. her bir parçası.

"kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikad ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikatı tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?"

15 Ekim 2010 Cuma

15. Şua Fatiha 6. Kelime

"Altıncı Kelime: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Evet nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. Meselâ: Risâle-i Nur'da bütün müvazeneleri ve küfür ve îman yollarının mukayeseleri kat'î gösteriyorlar ki; îman ve tevhid yolu, gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkilâtlı ve tehlikelidir. Demek bu istikametli ve hikmetli ve herşeyde en kısa ve kolay yolda sevkedilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün hakikatları olamaz ve îman ve tevhidin hakikatları, bu kâinata güneş gibi lâzım ve vâcibdir. Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. Meselâ: Kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belahete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takib etmezse; ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.. istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi' etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker.
İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin bütün yollarında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakim kaybedilse, o yollar pek belalı ve uzun ve zararlı olur. Demek اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ pek çok câmi' ve geniş bir dua, bir ubudiyet olduğu gibi bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir talim-i ahlâka işaret eder."

mk. ben sait nursiye kızıyorum bazen. bizim gibi garibanları düşünmemiş. niye yan bakıyorsun, sait nursiye kızılmaz mı?
aş. öyle bir şey söylemedik, niye kızıyorsun?
mk. ne demek yani, sait nrsiye laf söylenmez mi?
zk. herhangi bir kişiye söylenir mi?
mk. e, insanlara laf söylenir, öküzlere söylenmez ki.
io. nesine kızıyorsunuz?
mk. bizim gibi garibanları hiç düşünmemiş. her şeyi arka arkaya yazmış.
zf. yazmamış, yazdırılmış.
mk. ya gidin allah aşkına, izah getiremediğiniz yere, bir gizlilik veriyorsunuz. beni de konuşturyuro allah. beni konuşturunca, ben konuşuyor oluyorum; başkasını konuşturunca, konuşturuyor oluyor.
aş. başlangıçta, en kısa yolu ifadesi bana çok ilginç geldi.
"Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. "
en kısa yol, her zaman en doğru yoldur.
mk. ben buna itiraz etmek istiyorum.
aş. sana göre orası daha kısa olabilir.
mk. evet. bizim türk kafasında tek doğru var. aile kavgaları da bundan çıkar. çünkü der ki adam, ben doğru biliyorum, başkası da doğru olamaz. en doğru da bu. çünkü tek doğru var, diye düşünür.
bak şurada bu anahtar. şimdi en kısa yol neresi bunun. sana göre, oradan gelmek. bana göre, buradan gelmek. dolayısıyla, bizim hayatta en zorlandığımız konu, bu akşam burada okuduğumuz konudur.
hş. o sana göre. :)
hakikat, neticede tektir. hakikatin bana göresi sana göresi olmaz.
aş. bana göre, sana göre girdiği zaman, post modern bir anlayışa gireriz. o zaman hakikat flulaşır. ama muhammed ağbinin söylediği başka bir şey.
mk. hayır burası.
bu cümlelerin içinde, en doğru diye bir şey geçmiyor.
zk. geçen bir yazı okudum, sonra kendime bakmaya başladım. diyelim ki, bir ev yanıyor. neden yanıyor? ama en kısa yolu ne? allah aldı.
aş. burayı okuyayım:
"bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. "
burada dinin kolaylığına vurgu yapıyor özellikle. cenabı hak bir şeyi halkederken, o şey için en kısa, altın oran gibi. narda mesela, mümkün olan en ekonomik ambalajlanma tercih edilmiş. kainatın bütününde bu var. sırat-ı müstakim kavramı, bu kavramın aslında kainatta cari olduğunu vurguluyor. kainatta hep bu tercih edilmiş. en kısa, en net şey tercih edilmiş her yerde. bu bir nizam, kanun şeklinde kainatta caridir. dolayısıyla, kainatta bir şeyin yaratılışını izah ederken, o kainata hakim olan en kısa yolu tercih etme kuralı, doğrudan doğuya bizi tek bir yaratıcının kastına varlığına götürüyor bizi. sen her şeyde en kısa yolu tercih ettiğin için, biz de senden en doğru, kısa yolu istiyoruz.
"ihdina ile nestavun arasında ne fark var diye soruyor"... "bir mümin hidayeti istese, ıhdına, beni hidayette sebata erdir manasındadır. devam manasındadır. zengin olan isterse, ziyade manasına gelir. fakir istese, ikram et, manasına gelir. zayıf olan istese, iane ve teşvik manasını ifade eder. ve keza, her şeyi halk ve hidayet etmiştir, cümlesinin altında, her şeye en kısa, doğru tarzı vermiştir, manasına geliyor. her şeyi yarattı ve ona hidayet verdi. demek ki hidayetin anlamını farklı bir açıdan düşünmemiz gerekiyor. hidayet, en kısa doğru olanı insana vermek. mevcudata bu özellik verilmiştir. en büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla, hakkı hak batılı batıl bilmektir. beni hakkı hak bilip, ona ittiba etmeyi, batılı batıl biliip, ondan içtinab etmeyi nasip eyle diyor. şu vurgu var: her şeye hidayet vermiştir. her şey yani istikametli olması. insan duygularına en uygun olanı seçmek manasındadır. hidayetin anlamı, bütün kainatta cari olan bir anlam olup, her şeyde enleri seçmiş allah.
zk. anahtarı ortaya atabilir misin? bak ne var: ihdina. bizi. hepimizi kapsıyor. sana göre, bana göre fark etmez. o zaman kendine bak, bize bakma. çünkü senin söylediğin hepimizi kapsıyor.
mk. burada konunun rahat kavranabilmesi için, bizim çanakkaleliler, biz statik düşünmeye alışmışız toplumda. yani doğru deyince, mesela şey yapmaktır: bir misal vereyim burada: diyelim ki, zengin var hüsnü ağa. birisine zekat veriyor. sevap kazanıyor değil mi? ben garibanım. o sevabı almakla ben ne yapıyorum? ben de sevap kazanıyorum. ille vermek, sevap manasına gelmiyor. almak da sevaptır. gurur edip de, ben o zekatı kabul etmiyorum, dese, o zaman günah oluyor. öbürü de vermediği zaman günah oluyor. buradaki değişkenliği kavramamız açısından burası çok önemli. biz doğru deyince, mesela evlenmek: bazı insana evlenmemek sevap olabilir, bazı insana evlenmek farz olur, bazılarına da evlenip evlendiği zamanki ilişkilerde, şöyle olursa doğru olur değil. orada insanın kendi şartlarına göre istikameti çıkar. bakacak ki, adam çok gadaplıdır, tahammülsüzdür. bu adamın evlenmemesi gerekir. ama benim gibi kılıbıkların evlenmesi farz.
aş. buraya biraz yoğunlaşalım isterseniz.
"iman ve tevhid yolu, gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkilâtlı ve tehlikelidir"
insanın fıtratı var. insan ebediyeti istiyor. bütün mevcudatı seven ve onlarla birlikte olmak isteyen, insan fıtratına en uygun inanç ne olabilir: sen ölüp gideceksin? bu olabilir mi? insan fıtratı bunu kabul edebilir mi? ama desen ki, sen ve bütün sevdiklerin birlikte, yeniden bir hayat kazanacaksınız ve üstelik zalim zulmunün karşılığını ve mazlum ödülünü alacak. bu insana en uygun gelen inanç değil midir? biz niye allaha iman ediyoruz? çünkü fıtratımız, allaha imanı gerektiriyor. fıtratımıza en uygun cevap imandır da o yüzden. bütün mevcudat için de öyledir. la ilahe illallah. esbabın tesiri var dedin diyelim, ağacın olabilirse, bütün mevcudatın tesiri var. bunun izahı imkansız, sonsuza gider. bütün silsilelere tesir vermek zorundasın. bu her bir halkadaki her bir parçanın, tüm kainatın tüm hallerini biliyor olmasını gerektirir. ama her bir şeyi, mutlak kudreti olan biri yaratıyor dediğin zaman bu çok kolaydır.
mesela bir arkadaşını, rahatsız ettin. üzdün. kalbini kırdın. ne yapman gerekir? git otur cevşen oku. bu doğru mudur? eksiktir, yeterli de değildir. çünkü allah diyor ya, kul hakkıyla bana gelmeyin, niye diyor? çünkü kula gideceksin de o yüzden. sen cevşen okusan ne olur. doğru olan nedir? o kişiye gitmektir. başka, daha güzel, kudsi dini şeyler ortaya koy; allahın sünennetullahıdır o ki, ona uyduğumuz zaman en güzeli olur. "ben özür dilerim, yanlış yaptım" diyorsun, ikiniz de yumuşuyorsunuz. demek ki, her şeyin bir yolu var. allah her şeye böyle bir şey koymuştur. iman da tevhid de, insanın mutmain olması için, en rahat yoldur. bunu biz bütün kainattaki bütün ilişkilere koyabiliriz.
biz itikadda en kısa yolu istediğimiz gibi, rızık kazanmada, insan ilişkilerinde, kainatla ilişkilerimiz konusunda da, en kısa yola ilet, duasıdır.

üstadın bir hatırasından çok ilginç bir şey çıktı. bir gün üstad talebeleriyle otururken, bir testi süt devriliyor. üstadın, iki faresi varmiş. zaman zaman gelen fareler. bunlara yemeğini verir, giderlermiş. üstada demişler, bu senin farelerinin yemeğidir. yok demiş, ben onların hakkını veriyorum, bu onların besini değil. farenin bile bir sulü var.
en güzel çare, fıtrata uygun çare. fareye zehir vermek değil. ona da rızkını veriyor, o onunla yetiniyor.
farenin yanında kedi de besliyor.

mk. bizim apatrman 20li yaşlarda 3 laz var. her toplantıda acayip gürültü çıkartıyorlar. 30 kişiyiz, bunlarla uğraşamıyoruz. bir gün neden böyle oluyor, dedim. sonradan gördüm ki, bizim apartmandakiler, onlar çocukken, onlara hiç şeker vermemişler. mesela, bekarlara toplantılarda, her birisi az biraz para verseler, o adamlar evlenir. onlar, siz bizi hep ezdiniz diye, bütün apartmanın huzurunu bozdular. sonra o apartmanı terk etmek zorunda kaldı birçokları. zamanında o şefkati gösterselerdi, o apartmandan gitmeleri gerekmezdi. tabi, ötekiler de, deseydiler: bunlar bize şefkat gösteremediler, biz bundan sonra onlara şefkat göstersek, hayatımızda huzur bulsak, diyemiyorlar.

"Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. "
aş. üstad, istikametten, doğru yolda devamlılık şeklinde tanımlıyor. mesela bir sünneti ihya etmek, onu bir kere yapmak değil, onu devamlı olarak uygulamak manasındadır. o yüzden istikamette devam etmek gerekiyor. insan bir öyle, bir böyle, kalp emniyet edemiyor.

mk. doğru yolu bilemiyoruz biz. doğru yol nedir? 100 tane alternatif var, hepsini yapabilirim. neyi ne zaman yapacağım? ben bunu bilemiyorum.

aş. burada ikisinde de aynı şey anlatılıyor: çok ilginç geliyor: kuvve-i akliye, gazabiye, şeheviye. dış dünyada ne olduğu değil de, kendi fıtratımızda ne olduğuna bakacağız. ona uyacağız. fıtrat nedir? iç dünyadaki denge.

"Meselâ: Kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve kuvve-i gazabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takib etmezse; ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.. istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. "

demek ki, bizim iç dünyamızda yaptığımızın yanlış olduğunu söyleyen bir mekanizma var. önemli olan onu dinlemektir. vicdanımız, test unsuru olarak duruyor. onu bozmamışsak, mutlaka doğruyu gösterecektir.

"istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. "

allah, yanlış yaptığımız zaman sürekli bizi ikaz ediyor. mesela, ateşe elini tuttuğun zaman, çek diyor. hala niye acıtıyor, diyorsun. acıtır, çünkü çekmen lazım. bırakman gereken bir şey var. çünkü istiyorsun yani. vicdan, sürekli insana yanlışını ikaz ediyor. burada çok önemli bir yer.

"Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi' etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker."

yani sadece şehvetten kurtulmak değil, şehvetsizlik de bir problemdir. şehvet deyince, sadece cinsellik anlama, yiyecekteki lezzeti de anlayabilirsini. vicdan sana söylüyor. mesela, insan bir duyguyu tahrip etmiş. onun ızdırabını insan bir şekilde çeker. kullanmıyor. allah sana o duyguyu vermiş, ta ki, onunla allahı tanısın diye. mutlaka o tahrip bir yerde bir problem çıkartacaktır. veya allahın istediği şekilde değil de, başka türlü kullanıyorsun. yine ikaz gelecek. ateşe dokunmak gibi. ateşe dokununca, acıyı hissetmek gibi, hissetmemek de bir problemdir.

mk. peki hocam, herkes bunu içinde nasıl ayarlayacak?

aş. süreçtir bu. ıhdınes sıratel müstakim diyorsun. ey allahım, ben doğru yolu bulamam. sen beni doğru yola, ilet diye dua halinde olacağız.

mk. ben bunu kabullenemiyorum, arkadaş. bu kişiliksizlik geliyor, bana. bir kişi, aklıyla, doğru yolu çizemeyecekse, insan devamlı tereddütte kalır.

aş. niye? diyelim ki, siz bir mesleği biliyorsunuz. ben bilmiyorum. ben size soruyorum, bana bu yolu göster. bu kişiliksizlik değildir. bu doğru olan tavırdır.

mk. buna itirazımız yok. şuna itirazımı var: yani allah bildirmemiş de, biz bilemezmişiz gibi.

hş. "..." sizin amelleriniz çeşit çeşittir. "..." kim verir gayret eder allahtan çekinirse, onu kolay yola biz iletiriz.

senin yapacağın nedir? çekinmek, dine sarılmak.

"..." tersini yaparsan, bu sefer zoru kolaylaştırır.

"..." hidayet bana aittir, diyor.

mk. sen hayatında böyle mi yaşıyorsun? böyle yaşamadığına eminim. ben yanlış anladıysa de bana: sen mühendissin. hesap kitabın nasıl yapılacağını bilmiyor musun? zemin kayar, ne olur biliyorsun.

hş. matematik hesap gibi değil. burada üç tane hesap var: günahtan kaçınma, dine sarılır, en güzelini yaparsa. sana bunu allah götürecek.

mk. işte bu ne hesabı? biz okula gidiyoruz, öğreniyoruz, sağlam bina nasıl yapılır.

hş. biz sanki, taşları üstüste koyduğumuzda, bir bina elde edeceğiz. bu öyle bir hesaba dayanmıyor. üstadın basit bir hesabı var: sefasını al, kederini bırak.

mk. mühendislikte de öyle mi yapıyorsun?

hş. biz olayları kendimiz yönlendiriyormuşuz gibi hissediyoruz. bu doğru değil.

mk. ben şunu anlamıyorum. sen binanı projesini yaparsan, çiziyorsun, bu başarını allah yaptırmıyor mu? bunun allahı itham etmekle, ne alakası var.

hş. ben de yaaprım, ama yarın ne olacağı allahtandır. allah bazı kurallar koymuş, bunlara uyarsan, senin binanı sağlam tutarım, demiş. biz o kurala uyuyoruz. herkes, kendine göre demir çimento kullansa, olmaz ki. bir tane yol var.

aş. zaten allah sana, sünnetullahı göstermiş. ama ben şimdi, kafama göre, eksik mi katsam, fazla mı katsam. burada ne yapacaksın? dürüst olacaksın, çalmayacaksın, sünnetullahta ne varsa bildiğin kadarıyla onu yapacaksın.
önemli olan o süretçe ne yaptığındır. mesela, bina yapmanın yolu, eğitim alıp, hesabını yapmaktır. sen bunu yapmadın, olmaz. o bir dürüst olmayıştır. korkmuyorsun, yani allahtan. işi bilmeden işe koyuluyorsun. dini yalanlıyorsun, yani sünnetullahı yalanlıyorsun.

hş. biz köyde yaptırmışlar binaları, bunun üstüne şunu atsak ne olur? altında ne var bilmiyorum ki, ne bileyim üstüne koyunca ne olacağını. her şeyin hesabını bileceksin.
yol birdir aslında. ama baktığın zaman, herkes kendini mühendis zannediyor.

aş. şimdi yaptık, sünnetullaha uygun yaptık, çalmadık, yıkıldı. bu demek değildir ki, biz vazifemizi yapmadık. binanın sağlam olması, sünnetullahın göstergesidir. biz sağlam bina yapacağız diye bakmıyoruz; ubudiyetimizi yapmaktır. din demek, nedir? şeriat-ı fıtriye diye bilinen kurallar vardır, yaratılışta. bir de insan ruhuna ait kurallar vardır. bunların hiçbirini reddetmemektir, dine uymak.

sen yemek yapacaksın, kitap okumadan, birine sormadan, bunu yapayım, olmaz. o sünnetullaha uyacaksın.

sen allahın sünnetini hiçe saydın, bu tavırla. veya allah diyor ki, kardeşine, sürekli yardım et diyor. sen bunu yapmadın, sonra komşunla niye aranda problem var diyorsun.

mk. ben anlıyorum da, şurasını anlayamıyorum. yahu, herkes hele türkler, yemek işine gelince, çok sağlamlar. ama diğer manevi konularla ilgili, tereyağı nedir, kaç derecede pişirilmesi lazım, bunlarla ilgili konularda, egzersiz eksikliğimiz var.

aş. biz burada paylaşımımızı yapıyoruz. herkes kendi nefsini terbiye etse, mesele zaten bitecek.

zk. karakalemde bir mesele vardı. en doğru işi, en doğru kişi, en doğru iş.

mk. biz yemek işini rahat konuşuyoruz. insanlara saygılı olmak, sünnetullah kuralıdır. insanların yapı itibariyle, iyi niyetli olduklarını kabul ederek, onları yargılamadan karşılayabilmek, sünnetullahtır. karşıladıktan sonra muhakeme etmek de sünnetullahtır. hayatımız sevgi temelli olmayınca, hayatı çözemiyoruz.

aş. insanlara hüsnü zan besleyeceğiz, dedik. karşımızdaki insanın ne düşüneceğini bilemeyiz. biz bunları kendimiz için yapacağız.
benim sorumluluğum, abdurrauf, ne düşünüyor benim hakkımda. benim sorumluluğum değil.

mk. böyle değil. bilakis, iyi bir iletişim için, bunları taşımak, sünnetullahın kuralı. çünkü yaratılıştan gelen kurallar bunlar. yoksa, kendimiz mutsuz olduğumuz gibi, başkalarını da mutsuz ederiz. nasıl ki, mühendisliğin kuralları varsa, bunlar da sünnetullahın kuralları. hayatın içinde, çocuklarımızı fıtri olarak sevmemiz, fıtri bir duygu. onların istikbalini düşünmek de, fıtri bir duygu.

dini konularda da, bizim toplumumuzda, bir şeyin fazlası yapılırsa... mühendislikte de aynı. binayı yaparken, 5 ton gerekiyorsa, 7 ton kullansan, sanki bina daha sağlam olacakmış gibi algılıyoruz. halbuki, 5 ton kullansan daha sağlam olur. çünkü demirle çimentonun orantısını bozar. ama aynı şekilde, mesela namazı 4 rekat kılacaksın demiş. 5 rekat kılarsan, sağlıklı olmaz. aynı şekilde, namazı 5 vakit olarak belirtmiş de, bir de belirtmediği alanlar var.

mesela insan ilişkilerinde, yani kabede, şeytanı taşlamak da ibadet, kabeyi tavaf etmek de ibadet. insan ilişkilerinde de, dövmek de ibadet olabilir, sevmek de. bu değişkenlik özellikleriyle ilgili hayatta zorlandığımız sanıyorum.

hş. problem burada. hayat matematik gibi değil. bunları yaparsak, cenneti garantiledik, gibi değil.

insan ömrü süresince, sürekli karşısına gelen şeylerde, sürekli alacağı tavır. bazı yerlerde, taş koyacaksın, bazı yerlerde taşı yerinden alacaksın. ama burada 3 temel kuralı hiç unutmayacaksın:

zk. 5 dakika sonra ne olacağını bilmiyoruz. dolayısıyla bize düşen, bulunudğumuz anda ne çıkıyorsa, onu düşünmek. geleceği değil.

hş. adam diyor, her şeyi allah bağladıktan sonra iş çok kolay. gerçekten iş çok kolay. o insanlar, hep zoru arıyorlar. felsefenin çözemediği tüm problemleri islam çok kolay çözmüş.

mk. asrın entrikalarıyla ilgili bir misal vereceğim.

bakarsan, dindarlar diyor ki, kardeşim, kuran 4 karıyla evlenilir diyor. hanımefendi diyelim, kibar olsun. gerçekten kuranda bu var mı? var. peki bu zamanda bir kadını dengeli bir şekilde, bu kadar hırsları gelişiklikleri, duygusal gelişmiş iki hanımı bir arada tutmak kolay mı?

aö. size göre? belki başkalarına göre kolaydır.

mk. sen biliyorsan, nasıl olacağını anlat. şimdi bu sorumluluğu bilmiyor, nefsi namına bu izin var diye, getiremeyecek insan yoktur demiyorum. ama ne yapıyor? kuranın hükmü doğru, ama kendisinin kaldıramayacağı şartları bildiği halde, bu ayet onun için yanlış olmuş oluyor.

zk. ayetin birini yapıyor, diğerlerini yapmıyor demektir.

aş. buraya devam edelim mi?

"..."
ne yaparsan yap adaletli yap. bedenin yaşayabilmesi için neye ihtiyaç var? gıda. ruhun yaşaması için üç şeye ihtiyacı var: kuvve-i gadabiyenin, aklıyenin ve şeheviyenin istikameti. bunlar ruhun gıdası. ruhumuz doğru gıda alırsa, ondan doğru sonuçlar çıkacak.

birincisi, menfaatleri çekmek için, kuvve-i şeheviyedir. ikincisi, zararlı şeylerden korunmak için, gadab duygusu. üçüncüsü, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için, akıl kuvvetidir.

akıl öbür iki kuvvetin dengesini sağlıyor. akıl, meleki bir duygu.

bu kuvvelere, şeriatça, bir had konmuş ise de, fıtraten tayin edilmemiş. yani ne kadar menfaati celbedeceği,...

bu kuvvelerin her birisi, tefrit, vasat ve ifrat manasında üç mertebeye ayrılır. mesela, şehvet duygsunun tefriti, ne helale ne harama iştihası yoktur. ifrat mertebesi, haddini aşma iştihasında. vasat mertebesi iffettir. helaline şehveti var, harama yoktur.

gadabi kuvvetin tefriti, aşırı korkudur. ifratı, manevi ve maddi hiçbir şeyden korkmamaktır. vasatı ise, hukuk için, canını feda edebilir. ibni abbas ile hz. ömer arasında geçen bir olay var. hz. ömer, mescide sığmıyor, müslümanlar. genişletelim, diyor. hz. abbasın büyük bir arazisi var, mescidin yanında. ondan satın alalım diyor. hz. abbas diyor ki, satmıyorum. bunu deyince, hz. ömer kızıyor, fazla para verin diyor. yine satmıyor. o zaman zorla alırım diyor. ibni abbas diyor ki, alamazsın diyor. hakem tayin edelim diyorlar. hz. kab hakem oluyor. diyor ki, bir gün hz. süleymana mescit inşa etmesini allah söyledi. arsanın içinde yaşlı bir kaının evi vardı. kadın o binanın yıkılmasını istemiyordu. onu yıkmak isteyince, allah onu ikaz etti: "benim mescidimi zulüm üzerine mi inşa edeceksin". bunu anlatınca, hz. ömer ben de vazgeçtim, diyor. o zaman ibni abbas da, ben de arsayı hibe ettim, diyor. ibni abbasın maksadı, orada hakkı korumkatı. kimsenin hakkını yiyemezsin, demekti amacı.

şecaat, meşru olanlar için canını bile feda eder, meşru olmayanlara ise karışmaz.

akıl kuvvetinin tefriti: hiçbir şeyden haberi olmamak. ifratı, cerbezedir, hakkı batıl, batılı hak gibi göstermektir. vasat mertebesi ise, hakkı hak bilir imtisal eder, batılı batıl bilir, içtinab eder. kime hikmet verilmişse, ona büyük bir hayır verilmiştir.

mk. ben şöyle anlıyorum: ehli sünnet olmak demek, ev alacaksam, mühendislik planlarını görerek evi almam demektir. görmeden, ya allah deyip almak, sünnete uygunsuzluktur. ya da, sorumluluk almakla ilgili bir konu edineceğiz. iş hayatımız. iş deyince, bismillah demek yetmiyor. işin kuralları, ben ne yapmam gerekiyor, ne eğitim almak gerekiyor. mesela şimdiki gençler, hemen burnu şişiyor, neden ben müdür değilim diye kızıyor. adama sevgiyle yaklaşacak, bu arada kendi eksiklerini tamamlayacak.

8 Ekim 2010 Cuma

15. Şua Fatiha 5. Kelime

"Beşinci Kelime: اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dir. Bundaki hüccete işaretten evvel hakikatlı bir seyahat-ı hayaliyeyi Yirmidokuzuncu Mektub'un izahına binâen kısaca beyan etmek kalbe geldi. Şöyle ki:
Bir zaman, Kur'anın mu'cizelerini ararken; Risâle-i Nur'da, hususan İşarat-ül İ'caz tefsir-i Nurî'de ve Rumuz-u Semaniye'de beyanları gibi, Sûre-i Feth'in âhirindeki âyette dört-beş mu'cize ve ihbar-ı gaybîyi, hattâ َالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ cümlesinde bir tarihî mu'cizeyi, hattâ çok kelimelerinde müteaddid i'caz lem'alarını ve bazı harflerinde mu'cizane nükteleri bulduğum bir zamanda, namazda Fatiha'yı okurken نَعْبُدُ نَسْتَعِينُ deki "ن"un bir mu'cizesini bana bildirmek için bir sual kalbe geldi: Neden اَعْبُدُ اَسْتَعِينُ yani "Ben ibadet ve istiane ederim" denilmedi?

Nun'u mütekellim-i maalgayr ile, yani "Biz sana ibadet ve istiane ederiz" demiş? Birden o "nun" kapısıyla bir seyahat-ı hayaliye meydanı açıldı. Namazdaki cemaatın azîm sırrını ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mu'cize olduğunu şuhud derecesinde bildim ve gördüm. Şöyle ki:
Ben o zaman İstanbul'da Bayezid Câmii'nde namaz kılarken, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dedim. Baktım, o câmideki cemaat, benim gibi diyerek bu davama ve اِهْدِنَا daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açıldı. Gördüm ki; İstanbul'un bütün mescidleri, büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip benim; davalarıma ve dualarıma imza basıyorlar, âmîn diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı. Gördüm ki; âlem-i İslâm, büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâ'be mihrab hükmüne geçti. Bütün namaz kılan müslümanların safları, dairevî bir tarzda o kudsî mihraba teveccüh ederek, benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِهْدِنَا deyip, herbiri umum namına hem dua, hem dava, hem tasdik eder, hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem bu kadar azîm bir cemaatin yolu, davası yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard eder diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüşahede tasdik ederken, bir perde daha açıldı. Gördüm ki; kâinat, bir câmi-i ekber ve bütün mahlukat taifeleri, bir salât-ı kübrada cemaat ile herbiri kendine mahsus bir ibadetle ve hal dili ile bir nevi namaz kılıyorlar gibi Mabud-u Zülcelal'in muhit rububiyetine karşı çok geniş bir ubudiyetle mukabele için herbiri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki, aynı neticeyi isbat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken, birden bir perde daha açıldı. Gördüm ki; nasıl bir insan-ı ekber olan kâinat, lisan-ı hal ve çok eczaları, istidad ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve zîşuur mevcudatları, lisan-ı kal ile اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorlar ve Hâlıkının merhametkârane rububiyetine karşı ubudiyetlerini gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük kâinat hükmünde o cemaat-ı uzmada herbir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Hâlıkının rububiyetine karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyerek emir ve irade-i İlahiyeye göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlıklarının inayetine ve rahmetine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar gördüm. Hem namazdaki cemaatin kudsî sırrını, hem nun'un güzel mu'cizesini hayretle müşahede edip, nun kapısıyla girdiğim gibi çıktım, Elhamdülillah dedim. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarım hesabına da söylemeye alıştım. Şimdi mukaddime bitti, sadede dönüyoruz.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ in işaret ettikleri hüccete gayet kısa bir işarettir:
Evvelâ: Biz, gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde; dehşetli ve daimî bir faaliyet ve hallakıyetin intizamla cereyanı içinde merhametkârane, müdebbirane bir rububiyet-i mutlaka hadsiz zîhayatların istianelerine ve fiilen ve halen ve kalen istimdadlarına ve dualarına kemal-i hikmet ve inayet ile imdad ve herbirine fiilen cevab vermek tezahürü içinde bir uluhiyet-i mutlaka, bir mabudiyet-i âmmenin tecelliyatı, umum mahlukatın, hususan zîhayatın ve bilhassa insan taifelerinin fıtrî ve ihtiyarî binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini akl-ı selim ve îman gözü gördüğü gibi, bütün semavî fermanlar ve enbiyalar haber veriyorlar.
Sâniyen: نَعْبُدُ nun'unun remziyle mukaddimede mezkûr üç cemaatten herbiri ve umumu beraber, çeşit çeşit, fıtrî ve ihtiyarî ibadetlerle meşgul olmaları; şeksiz, bedahetle bir mabudiyete karşı şâkirane bir mukabele ve bir Mâbud-u Mukaddes'in mevcudiyetine hadsiz ve şübhesiz bir şehadettir. Ve نَسْتَعِينُ nun'unun remziyle mezkûr üç cemaatin, yani mecmu-u kâinattan tâ bir ceseddeki zerrelerin cemaatinden herbir taifenin, herbir ferdin fiilî ve halî istianeleri ve duaları var. Ve onların muavenetlerine koşan ve dualarına kabul ile cevab veren bir şefkatli müdebbire, şübhesiz şehadet eder. Meselâ: Yirmiüçüncü Söz'ün dediği gibi, zemindeki umum mahlukatın üç nevi duaları pek hârika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-ı Rahîm ve Mücîb'e kat'î şehadet eder. Evet tohumlar ve çekirdekler istidad lisanıyla herbiri birer ağaç ve birer sünbüle olmayı Hâlıkından isteyip, duaları gözümüz önünde kabul olması gibi; bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdadlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerim'e zâhir şehadet eder. İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kal ile edilen duaların bütün nevileri hususan enbiyaların (Aleyhimüsselâm) ve havasların hârika bir surette makbuliyeti, اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hüccet-i vahdaniyete şehadet eder.
"
aş. neden ben demek yerine, biz sana ibadet ederiz, ifadesi kullanılıyor? oradaki biz kimdir?
önce nun'un ne demek olduğunu, yani biz ibadet ederiz, derken namaz kılan kişi şunu düşünebilir: şu camidysek, bu camide bluulunan insanlar; kabede saf utmuş insanlar, tüm dünyadaki ikulluk eden tüm insanlar. biz derken, büyük bir cemaat olarak bütün bunlar kastediliyor. ben yalnız değilim, iyyake nabüdü derken. yaratıcıdan medet ummak davasında yalnız değilim. bütün müminler, o halka halka, hatta resulullahın zamanından bize kadarki tüm devirler, birlikte ibadet ediyorlar. farklı zaman dilimlerinde. bizi tasdik ediyorlar; çünkü biz de Allah'ın varlığına tanıklık ediyoruz. Milyonlarca insanların en kamil olanlarının gittiği yol, insana emniyet verir.

2. veçhesi daha ilginç. dünyanın içindeki tüm mevcudutaç toprak, suy, hava, btün b surlar, bir yere sevkediliyor. bilinç olmadığı halde, bütün yaptığı fiiler arının, karıncanın, gökteki yıldızların. yıldızların her biri muhteşem bir intizam içinde hareket ediyor. kendileri bunların farkında bile değiller. dünyanın dönmesi, mevsimlere vesile oluyor. ne güneş bunun farkında ne de meyve. demek ki, her bir şey yıldızlardan zerrelere kadar, öyle bir faaliyet sürekli var ki, o faaliyet bir anlık dursa, kainat çökecek. bir anlık kuvvet çekilse, anında tüm zerreler her tarafa dağılacak. öyleyse, biz kendi başıma hareket etmiyoruz, bir varlğıımızla yaratıcımızı ilan ediyoruz, diyorlar.

her biri, bir şeye dayanıyor. birine tabi olmuş. sadece biz insanlar değil, tüm evcudat ona ibadet ediyor.

3. Kendi vücudumdaki zerreler.

İnsan bilinçli, hikmetle hareket edebilir halde, ama yine de vücudunda olan hiçbir hadiseden haberi oyk.
ben bilinçli olduğum halde, vücudumda olan hiçbir şeyden haberdar değilim. demek ki onlar da benimle aynı kişiye ibadet ediyorlar. Tüm kainat aynı.

Ayet iyyake nabüdü dedirtmekle, bütün mevcudatınibadet ettiği Allahın azamet ve izzetini gösteriyor. ben böyle bir rabbe ibadet ediyorum, diye ayet bize ters veriyor.

zk. namaz kılarken, bu ayeti allaha söylüyorsun. bu saa bir sorumluluk veryior. ben onları da temsil ediyorum.

mk. bütün mahlukat, biz sana ibadet ediyoruz, diye sana ibadet ediyoruz, fiili ve hali olarak söylüyor. sanki tüm milletin stadda "türkiye" demesi gibi. kainatı sanki hep birden, hareket ettirdiğini ilan ediyor.

aş. bunu bir an bile yaşamak çok dehşetli bir şey. zerreden yıldıza kadar her şeyin allahı ilan ettiğini hissediyorsun.

mk. tabi bunu her an yüzde yüz yaşamak şart değil. bunu bir an bile yaşasan, bunun etkisi başka zamanları kuşatır.

zf. 20 sene önce 25. sözü bir okumuştuk aş ile birlikte. onun lezzetini hala yaşıyoruz.

mk. bir de tersinden düşünebiliriz. "abüdü" diyemezsin, "nabüdü" demek zorundasın. çünkü insan tek başına değildir. bitkisiyle, yıldızıyla, canlılarıyla hepsiyle beraber insan olursun.

zf. nasıl şahsi ibadetlerimizi yaparken, bunları sadece biz değil, milyonlar müslüman yapıyor, hepsi birlikte arşı alaya çıkıyor. ona dahil olduğunu hissetmek.

aş. düşün, bir stadyumda tek kişi bağırıyor.

mk. deli derler adama.

aş. müslümanları değil, tüm ehli imanı düşünün. bir de tüm zamanları düşünün. hz. ademden bu yana geçen tüm zamanları düşünün. ben duygularımdan bağımsız olamam ki, ben yalnız başına olamaz ki. dolayıısyla benin içinde bütün bunların tümü var. benin içinden tüm külli bir ubudiyete ulaşabilir. ben sadece kendim yiyeyim düşünecek insan yok. çocuğunu, başkasını, çiçeği, yıldızları düşünüyor. bunlardan bigane kalamıyor. ancak mutlak manada biz diyerek, insan tatmin olabilir. "sana biadet ederiz' in karşılığı olan bir yaratıcısı var.

mk. bir de yan çıkarım yapalım. kainatı ibadet eden, tekbir getiren olarak düşündüğümüzde, kainata dost oluruz. kainatı severiz, okşarız, yükses sesle konuşmayız, rahatsız olmasın diye. onu kendi arkadaşımız olarak görürüz.

ben hatırlıyorum, çocukken karanılktan korkardım. niye korkardım? çünkü karanlığı da aydınlık gibi allahın gönderdiğini anlamamışım. beni anam korur zannetmişim. halbuki, anaların şefkatinin kaynağı olan allahı bilsem, korkmam.

aş. karanlık da ona itaat ediyor, aydınılk da, musibet de, ölüm de.
dolayısıyla onlara korku ve hüzün yoktur diyor ayet.

çok kuytu bir yerden geçioyrsunuz. bir korkuyorsunuz; ama bir bakıyorsunuz tanıdık bir sima. nasıl bir rahatlıyorsunuz. kainat da böyle. tüm şehir karanlık bir mevcuda, düşman giib gelirken, bir anda, herkes size dost oluyor. hepsi allahın kulları, akrabam.

mk. veya karanlık da olsa, mesela bir yerde aslan görüyorsunuz, ama sahibi var.

hayatta başarılı olmanın sırrı nedir, herkes der ki, çok çalışmaktır. ben de eskiden öyle sanardım. şimdi nedir? kendinle dost olmaktır, süper bir enerji hissedersiniz.

bir zorluk yaşasa bile,bunları aşabilecek gücü rabbinden hisseder insan.

aş. her şeyin tedbiri önceden alınmış. petrol bile milyonlarca sene öncesinden depolanmış. bir mahluk yaratılmış da, o mahlukun ihtiyacı önceden hazırlanmamış, böyle bir şey mümkün değil kainatta.

rubububiyeti mutlaka var. yani rububiyetin boş bıraktığı alan yok.

gözümüz görmeye muhtaç değil mi? bunun için gözümüzdeki tüm hücrelerin tam çalışıyor olması lazım. damar azıcık zedelense, görme hasar görür. her an oradaki faaiyetin olması gerekiyor. yani bedendeki her bir hücre allaha itaat ediyor. hatta ilginçtir, görmeyen göz de ona itaat ediyor. çünkü onun sünneti nedir? kafamızda şöyle bir problem olabilir. insan yarattı yaratı da, birilerine gelince, olmadı beceremdi diyebilir misiniz? yok. allahın gözle değil, gözsüz insana da gördürebileceğinin kanıtıdır, ama insanlar. birçok duyguyla görmenin mümkün olduğunun kanıtıdır bu.

biz öyle birine ibadet ediyoruz ki, dev galaksiler, yıldızlar... güneşle dünyanın arasındaki büyüklük farkı, hayale zor gelir. dünya, güneşin karşısında milyonda bir. bir uçak 700 km saatte hızla gidiyor. dünya 1600 km hızla gidiyor. güneş daha hızlı gidiyor. saatte 20 bin kilometre. dünyadan 1 milyon kat daha büyük olan güneş bu süratle gidiyor ve hiçbir problem çıkmıyor. yani o da itaat ediyor. galaksiler, her biri allaha secde ediyor, onun emrinden çıkmıyor. onun secdesi itaat etmek. böyle birine ibadet ediyoruz. namaz kılarken, bunu tahayyül edin. bütün mevcudatla beraber namaz kılıyorumdiye hayal etsek, namaz kadar zevkli ve güzel olur.

bir kişi, tek başına maça gitse, hiç zevk almaz. ama bir milioyn kişinin katıldığı bir etkinliğe katılınca, insan çok zevk alıyor.

mk.