11 Nisan 2008 Cuma

17. Lema 13. Nota

Onyedinci Lema
ONÜÇÜNCÜ NOTA: Medar-ı iltibas olmuş olan beş mes'eledir.
Birincisi: Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin." Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki: (ayet)öYani: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû'-i edebdir, ubudiyete münafîdir."
Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet insanın elindeki cüz'-i ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a ait netaici düşünmemek gerektir. Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ­(ayet)ö olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki (ayet)ö sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı.
Öyle ise; işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!

"Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. "
A: Mücahede derken, o yolda nefis ve şeytanla mücahede enfusi anlamda anlayacağız. Zaten bağlam gereği de enfusi mücahedeyi anlatıyor.
"yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. "
6. Sözdeki temslide şu var: Askere kaydolduğunda askerin görevi nedir? Talim ve savunma. Yemeğini kaznmak için çalışmasına gerek yoktur. Burada insan için de aynısının söz konuu olduğunu, Cenabı Hakkın bu dünyaya insanı ubudiyet için gönderdiğini söylüyor. Yoksa rızkını kazanmak. Ama burada rızkını kazanmak için, askerin nasıl ki karavana taşıması gibi vazife olduğundan onu yapar. Yoksa yemeği kazanmak için yapmaz. Sırf emre itaat için yapar. Onun gibi, müminlerin de rızık için çalışması, rızkı elde etmek için değildir, Allah onu taahhüt altına almıştır. Allah Rezzaktır ve ona da gücü yeter. Hatta Allah sizden rızık istemez diye bir ayet var. Yani benim vazifemi üstlenmeyin demek istiyor. Sizin rızkınızı verecek olan benim. Dolayısıyla rızık için endişe taşımak mümine yakışmaz. Ubudiyet maksadıyla yapıyorum. Orada yemek yapma ubudiyeti yapacağım ben. Veya aç birini gördüm, vicdanım diyor ki, git ona yardım et. Hepsi ubudiyet kastıyla yapılan davranışlardır. Ubudiyet yalnızca namaz değil. Hedefimiz ubudiyet olmalı. Yoksa ubudiyetin neticesinde elde edeceğimz şey olmamalı. Yoksa insan gerçek vazifesini unutmuş olur. Zaten rızkımız varsa, verecektir.
Af: Zaten verilen netice çok iyi bile olsa, tatmin etmiyor.
A: Burası çok ilginç:
"Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi'nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a itiraz edip demiş ki: "
Bu meşhur bir kitap.
""Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; "
Her şey belirlenmiştir. Ecel belirlenmiş olan şey anlamındadır. Kulağımız eceli belli, duygularımızın eceli belli. Her şeyin bir sonu müddeti var.
""Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin."
Bu çok ince bir nokta. Çalışma bakalım rızkın gelecek mi, diyorlar. Burada bir karışıklık var. Soru yanlış. Soru sinsice.
Burada bir edepsizlik tavrı var, onu öğrenmemiz gerekiyor.
"Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki: ­(ayet)öYani: "Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk'ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû'-i edebdir, ubudiyete münafîdir."
Bu nedemektir, açmamız lazım. Allah rızkı vermek için belli bir sünnetullah koymuştur. Bu aslında Allah'ı tanımanın bir vesilesidir. Diyelim ki, sana ne verecek? Çilek. Çileği istiyorsan, benim çilek verme sünenetullahım budur diyor. Çileği alacaksın toprağa ekeceksin. Ne yaparsın, çilek için değil, çileği gönderen Rabbe ubudiyet için onu ekiyorsun. Bu bir ibadettir, o kurala uymakla diyorsun ki, Rabbim ben kafama göre istemiyorum, sen nasıl istiyorsan öyle yapıyorum. Bismillah deyip ekiyorsun. Sonra bekliyorsun.
Peki şu nasıl: Allahım sen her şeye kadirsin, sebepsiz yaratırsın. Bana çilek gönder. Bu edepsizliktir. Allah diyor ki, benden çilek istiyorsanız, burayı ekin. Yoksa toprak sana çileği vermiyor. Fakat ona kulluğun göstergesi budur. Bu ubudiyettir. Yoksa Allahım senin gücün her şeye yeter, bana ver ne olur, olmaz. Ha onu yapabilecek manevi bir merhaleye varırsan, onu yapabilirsin.
Çok ilginç diyor ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun diyor resullullah. Sen Allah'ı çok sevdiğini mi söylüyorsun. iyor ki, Resullullah. Eğer temizsen, onun sevdiği gibi yap. Ben bunun yaptığı gibi yapanları severim. Allah'ım işte, namazı da kılmak, zor geliyor ben seni seviyorum, sen bana cennetini ver. Hayır diyor Allah, gerçekten öyle, eğer beni seviyorsanız, benim sevdiğime tabi olursunuz. Ben seni seviyorum, ama seni memnun etmek için senin istemediğin bir şeyi yapıyorum. Sevgi nedir? Karşıdakinin en çok sevdiği şeyi yapmaktır değil mi? Mesela kadın kocasını seviyorsa, onun en çok sevdiği yemeği yapar. Öbürü ne yapar? Hiç hoşuna gitmeyen bir çiçeği mi getirir?
Edep nedir? Edep şudur: Ben şunu göstermeliyim. Sahabe de evliya gibi keramet yoktur. Aç kalmışlar, sıkıntılara girmişler. ama mucizeleri gördükleri halde demimşler ki, ya reusullah biz aç kaldık, gökten bir sofra indir dememişler. Edepsizlik yapmamışlar. Hiçbiri, hatta çok ilginçtir ki, reuslullaha soru bile sormuyorlar. O zaman edepsizlik olacak diye. Cenabı hak benim ihtiyacımı bilmiyor mu? Biliyor, kalbimde olan ihtiyacı bilmeyecek mi? Çok önemli bir nokta var orada. Siz kendiniz karıştırırsanız, imtihanınız zorlaşır. O zaman Allah diyor ki, o zaman sen kendi yetilerinle çöz.
Af: Buradaki soru sormamayı böyle mi anlayacağız? Peygamber efendimize sorulan sorular yok mu?
Y: Burada Hz. İsa ile şeytan arasında geçen konuşmada. "bakayım öldürecek mi?" Allah'ı sınama tarzında. Sünnete uymak için tarımın gereklerini yapmak, Allah(a güvenmek anlamında. Ama ters yaparsan, o zaman Allah'ı sınıyorsun, bir nevi güvensizlik var. Bir de hangi makamdan sorduğun çok önemli.
A: İnsan elinden geleni yapar, ama olmazsa dua eder.
Y: Evet, ama o bilmeden yapılan bir şey.
A: Burada daha önemli bir mesele:
"Madem hakikat budur, insan kendi vazifesini yapıp Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmamalı."
Kendi vazifesi nedir? Allah'ın kurallarına uymaktır, sonucu Allah'a bağlı.
Y: Sınava çalışan çocuklar, burada çok yanılabilir.
A: "Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddid defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenab-ı Hak seni galib edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam; muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur."
Allah cihat emri verdi, benim vazifem o yolda hareket etmek. Önemli olan cihatta kazanmak değil, emri yerine getirmek. Ölürsen şehitsin, kalırsan gazisin. Neticesi ne olursa olsun, cihat sevabını alıyorsun.
Y: Hatta sevabını bile hedeflememelisin.
A: Sahabenin birisi, öldürsem de kazandım, ölsem de ben kazandım diyor.
Y: Bir işyerinde adam dükkan açıyor. Sünnete uyarak bir işyeri açıyor. Ama Allah rızık gönderir göndermez, onu hiç bilemez.
A: Sünnetullaha tabi olma gayesiyle yapsa onu, neticesini almıştır.
Y: Esnaf bunu anlıyor. Normalde hiç müşteri yok. Sonra birilerini Allah gönderiyor. Senin hiçbir gayretin olmuyor.
A:
"Evet insanın elindeki cüz'-i ihtiyarî ile işledikleri ef'allerinde, Cenab-ı Hakk'a ait netaici düşünmemek gerektir. "
Efalde bizim ihtiyarımız var, ama neticede yok. Dolayısıyla efali yapmakla mesuluz. Neticede değil.
"Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. "
İslami bir güzel zafer olduğunda seviniyoruz, sonra kötü bir şey olduğunda yeise düşüyoruz. Halbuki ikisini de yapan O. Genişleten de o daraltan da o.
Y: Şöyle değil ama, insana irade verilmiş. İnsan vazifesi neyse yapacak.
A: Onu demek istiyorum. Ağlattığı zaman da bir zazife var. Sabretmek. Güldürdüğü zaman da vazife var: Şükretmek.
Y: Diyelim ki, adam uğraşıyor ama bir türlü evlenemiyor. Veya çocuğu olmuyor. Vermese de bunu bir nimet olarak bilebilir. Niye olmuyor ki, demek Allah'ı tahkir etmek.
Af: Üstüne düşen vazifeyi yapmaktır. Ama burada biraz inceltsek. Burada ipi biraz yükseltmek., sakıncalı bir şey mi? Biz üstümüze düşen vazfenin en iysini yapabilmek, elimizden geldiğince.
A: Tabi, diyelim ki tarlada ürün ekerken, güzel toprak kullanırsın gibi.
Af: Bu kastı gösterdiğinizde, daha fazla bereketlendiğini düşünüyorum.
A: Çok önemli bir nokta dediğin. Bir insan smesleğini seviyorsa, onun için netice önemli değildir. O insan işi yaparken zevk alır. Sanat da güzel olur. Mesela tarlayı zevkle eken insan, yavaş yapar, ama çok güzel yapar.
Y: Süreç sonuçtan daha güzeldir.
Af: Kendisindeki üst nokta neyse, onu çıkartmaya çalışıyor.
A: Eski sanatkarlar, para kazanmak için yapmıyorlar. Severek yapıyorlar, o yüzden yaptıkları ürünler çok kıymetli oluyor.
"Meselâ: Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur'a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. "
Kuvve-i maneviye kırılıyorsa, aracımızı amaç haline getirmişiz.
Y: Hz. Yusuf'un hadisesi gibi.
A: Eğer ümitsizliğe kapılıyorsak, o zaman biz sonucu hedeflemişiz. Bizim yapmamız gereken, işimize yoğunlaşmak. Cenab-ı Hakkın sünnetine uymadım, bu sünnete nasıl daha güzel tabi olurum, onu düşüneceğiz.
Adam anlatıyor, anlatıyor. Ya sen niye anlamıyorsun, demeyeceğiz.
Af: Piyasa durgun, demeyecek miyiz?
A: Hikaye :)
"Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ­(ayet)ö olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa'y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki ­(ayet)ö sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı."
Çocuk sana bir hediye. Allah seni çocukla imtihan ediyor. Burada önemli olan, senin terbiye olman. Konumu değiştirdiğin zaman, ben terbiyeci olmaya başladığında, o zaman sorun olmaya başlıyor. Benim onun üzerinde sorumluluğum var, o sorumluluğu benim yerine getirmem gerekiyor. Ben ne yapıyorum? Onu yedirmem lazım, pislenmiş temizlemem lazım. Allah onunla sana mesaj veriyor. Onun vasıtasıyla seni terbiye ediyor. Senin vasıtanla onu terbiye ediyor. Çocuk bu arada kendisi terbiye oluyor zaten. Sen kendi vazifene yoğunlaş, Allah zatenonu da gösterecektir.
Y: Affan Ağbinin dediği gibi vazifeni de en güzel şekilde yapman.
A: Sevdiğin insana bir şey yaparken, bir şeyden kısar mısın, eksiltir misin? Tam tersine. En güzel şekilde yapmaya çalışırsın. En güzelini ortaya koymaktır bu. Zaten onu yaparken çok güzel bir zevk alırsın. Ahiret için yapılan nimetlerde, emeğin içindedir lezzet. Allah ücreti peşin veriyor.
Muvaffak olamadık mı, o zaman daha fazla gayret edeceğiz. Diyleim ki, günah işledik. Ne yapacağız, eyvah ben mahvoldum demek mi? Değil. Daha fazla gayret etmektir. Sigara bırakmadaki gibi. Adam 3 ay bırakmış. Bir gün şeytana uymuş. Ben bu işi yapamam ağbi, diyor. Bir dakika kardeşim, üç aypmışsın, daha da yapabilirsin.
Af: Bir tanesinde bırakmaya niyet ettiğinde, ancak üzerine gidersen yapabilirsin. Öbüründe bırakma ihtimalin yok.
A: Ben artık bırakamam diyor. Şeytan seni ümitsizliğe atıyor. Ben kötü bir adam oldum. Kardeşim işte istiğfar edeceksin.
Y: 99 adam öldüren adamın hikayesi anlatılıyor. 99 kişiyi öldürmüş. Adam katil. Rahibe gidiyor, senin için yapılacak bir şey yok diyor. Sen cehennemin dibine gideceksin diyor. Madem öyle, rahibi de öldürüyor. Ama vicdanı rahatsız ediyor. Bir alime rastgeliyor. Ben 100 kişiyi öldürdüm, ne yapacağım diyor. Vallahi Allah'ın rahmeti çoktur affeder, ama sen bulunduğun yeri terket diyor. Hicret ederken adam ölüyor. Melekler kavga ediyorlar. Bu cennetliktir veya cehennemliktir diye. Cenabı Hakka gidiyorlar. Hangisine yakınsa o tarafa alın diyor. Ölçüyorlar, bakıyorlar ki, gideceği şehre yakın, o zaman cennete alıyorlar.
Komik bir hikaye.
Vazifeyi hedef eden insan hiçbir zaman ümitsizliğe girmez.
Y: Biz Allah'ın işine karışoyurz aslında.
A: Netice nedir? Dua vaktini belirler. Ha gelmdi mi, o zaman dua etmeye devam yani yemek aramak ubuduiyetine devam edeceksin. Ama bulana kadar. Bulamadan öldün. Ne yapacaksın, olsun sen vazifeni yaptın.
Af: dua ediyorsun ediyorsun, olmuyor. Ama Allah senin dua etmeni çok sevdiği için, neticeyi vermiyor.
A: Evet, Üstad da diyor. Üstadın sabah namazından önce 2-3 saatlik bir duası var. Kim olsa o duayı etsin diye bekler. Bir tane talebesi dayanamamış onu izlemeye. Demek ki Cenabı Hak o duasının devam etmesini istediği için neticeyi vermemiş.
Mn: Bir öğrenci diyelim ki, sınava çalışıyor.
A: Not sana ubudiyetin şeklini gösterir. Çalışmışsın, ama iyi not alamadın. O zaman diyorsun ki, duaya devam et.
Af: İçinde bir hedef var, ama sana ait olmayan bir hedef.
A: İnsanın neticeyi hedefleyip hedeflemediği burada anlaşıyıloyr: insan sonuca kötü de olsa razı geliyorsa, o zaman iyi.
Mn: Hedeflememek gerekir diye söylediğin için söyledim.
H: Türkçenin azizliği abi.
A: Notu düşünen insan hep nottadır aklı, dersi unutur. Parayı düşünen insan, iş yapamaz.
Md: Bu hafta Muhittin Ağbiye iltihak edeceğim. İki noktayı hep birleştiriyoruz. Hedf koymamak, Allah'ın hazinesinden bir şey istememek, o Allah'ın hazinesini itham etmek anlamına gelir.
A: Tabi.
Mn: Vermek istemeseydi, istemek vermezdi. Yani neticeye ulaşmamak, o neticeye tabi olmak, onu kabullenmek, onun arkasında daha güzel hikmetlerin olduğunu görmek gerekiyor. Yani mutlaka hedef koymak istemek gerekiyor. Ama neticeye mutlaka rıza göstermek lazım.
A: Verecek olan Allahtır. Senin vazifen çalışmaktır. Çalışırken, neticeyi istememek demiyoruz.
"Çünki (ayet)ö sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk'ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmazdı."
Senin vazifen hidayet duasını yapmak. Hidayeti sen veremezsin. Karşıdaki insanın hidayete girmesini istiyorsun. Ama hidayete gelmezse, ümitsizliğe kapılmam. Ben vazifemi yapıyorum.
Md: Fakat bu çok ince ve zor bir nokta. Şıh Geylani, sen diyor kullardan medet bekleme. O verecekse, o verir. Tab, ama şimdi okuyorsun veya dinliyorsun, dünyamızda bunu hazmetmek çok zor olduğunu, çok ince bir nokta.
Af: Hem ince hem kalın.
Md: Evet bir yandan da kalın, çünkü bir çok şeylerin insan iradesinden çok harika şeyler, onun olduğunu. Fakat geçen gün kendi kendimle sohbet ederken, Şıh Geylani ile Said Nursi hazretlerinin farkı nedir diye düşündüm. Şıh Geylani, çok net kestirme, sonuç cümleleri söylüyor. dedemiz Sait Nursi ise, dede gibi çok şefkatla, kokusunu hissettirerek söylüyor.
A: Allah ikisinden de razı olsun.
" Öyle ise; işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!"
Allah'ın işine karışıp da şunu verir misin, vermez misin, deme.
" İkinci Mes'ele: Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir."
Ubudiyete insanı yönelten şey, emr-i ilahidir. Ubudiyeti emri ilahiye tabi olmak için yaparız. Neticesi Allah'ın rızasıdır. Rızası olmalıdır. Ubudiyet namaz, mesela ihtiyaç sahibi bir insanı gördük, içimizden bir iyilik geçti. Kalbimize o emri gönderen kimdir? Emr-i ilahidir. O işi niye yapacağız? Adamı sevindirmek için değil, Allah'ı razı etmek için yapacağız.
Md: Hürriyetimiz kalktı o zaman.
A: Zaten biz hürriyet derken, serbestiyeti anlamıyoruz. Hür ama Allah'a kul.
Md: Bir radyoda birini dinledim: Diyor ki, evliliği de anlatırken, evlilik insanın hürriyetine kavuşmasıdır. Sınırlarından kurtularak, sınırsız bir hürriyete girmesidir. Aslında insan emre itaat ederek de hürriyete kavuşuyormuş.
Bu tip izahatlara çok ihtiyacımız var. Hürriyeti müspet ifadelere çok ihtiyacımız var. Bunu kendi nefsimi ikna etmek için söylüyorum. Şeytanın tahakkümünden böyle telkinlerle kurtulmaya ihtiyacım var.
Af: Peki Muhammed ağbi "bir sınır yoksa, hiçbir sınır yoktur" ifadesini nasıl anlayacağız?
A: Sinir yoksa, sınır da yoktur abi :)
Af: Bir sınırı aştığın zaman, artık durduracak bir şey yok.
Md: Aslında sınırsızlık insan tabiatına çok zıt bir olay. Düşünün ki, uçsuz bucaksız bir çölde kalacaksınız. İnsanın tabiatı, bir sığınmak, kurallar istiyor. Benim Avrupalı şıhlarımdan bir tanesi de Hermann Hesse'dir. Bir kitabında şöyle der: Baba der, bakar, aşağıdaki evlat ne yapıyor? İleri gidiyor geri gidiyor. Onun önüne bazı engeller çıkarır ta ki o yolu dönsün. Böylece onun yüzüne vurmadan, doğru yola gelsin.
Dolayısıyla, hürriyet belirli sınırlardır, ama insan o sınırlarla kendi yolunu bulur.
H: Bir dürbün var. Dürbünün bir ayarı var. O ayar bir yoldur. Nefsi bir takım şeylerimizi sınırlıyoruz, ama ruhumuz sınır tanımıyor. Ama onun sınırsızlığını görmek için de, nefsimizi sınırlamamız lazım. Emirler de öyledir, nefsi sınırlardır.
Md: Güzel bir nokta söyleyeyim: Bir çalışan için en büyük işkence, çalıştığı firmayı tanımaması, veya yöneticiyi kabul etmemesi onun sistemini kabul etmemesidir. Bir eleman için en büyük acı budur. Çünkü sevmiyorsan, veya sistemini kabul etmiyorsan, girme çalışma kardeşim. Hem çalışmayacağım diyor, hem de çalışıyor. Dolayısıyla kul için de en güzeli Yaratıcının sistemini sevmektir.
Mn: Peki bütün latifeler sınırsız değil mi?
Gözün görme alanı sınırsız edğil mi?
A: Belirli bir aralıkta görür.
Md: Bu sınırlar içinde görürsen güzel olur. Mesela Hüsnünün midesinin içini görürsem bu hoş olmaz.
Y: Görme eşikleri var.
A: Kulak her şeyi duymuş olsaydı, uyuyamazdın. Bu sınırlar en güzelidir manasında söylüyor.
Mn: Ama hedef, bütün her şeyi duyabilmektir, huzursuz olmadan.
Md: Bizde sınırlar kötüdür gibi bir imaj var.
Y: Yaratıldığı sınırlar içinde olmak onun özgürlüğüdür.
A: En güzel hürriyet, Cenab-ı Hakkın koduğu kurallar içerisinde kalmaktır. Asıl hürriyet odur.
Y: Felsefeci de diyor ki, özgürlük tanımlanamaz. Tanımlandığı zaman özgürlük olmaz.
Md: Ubuduiyeti biz köle olmak, gibi bir esintiyle tanımlanıyor. Aslında hürriyeti şeytanın esaretinden kurtulmak gibi anlamak lazım.
A: Diğer türlü esirsin.
Md: Eğer sayın dedemizin ubudiyet tarifi, hayatın her bir safhası için geçerliyse, ubudiyet yapan şey, bir şeyi o sınırlar içinde yapmaktır.
Mn: Ama sınırsızlığı yakalamak için onu yapmak. Yoksa şimdi kitabı görüyoruz. Herkesin düşünce ufkunda oluşan şey çok farklı. Hiçbir zaman, o emirler içerisinde bile, sınırsız olması lazım ki, insan kat-i meratib edebilsin.
A: Sınırsızlık, insanın kendisini sınırlaması manasında değil. Göz nedir? İnsan belli sınırlar içinde görür. Göz orada işlev görür. Mükemmel görür. Orada sınırsız zevk alır. Ama belli frekansalrı göremezsin. O zaman lezzet alamazsın. Yoksa insana verilen sınırların, meşru olanların, insanın hürriyeti için, sınırsız isteklerinin gerçekleşemsi için en uygundur.
Md: Keyfe kafi gelecek şekilde sınırlıdır. En geniş keyfi alacak şekilde sınırlıdır.
Mn: Bediüzzamanın veya velilerin görüşüyle, ...
H: O insan da sokağa çıkarken ayakkabısını giyiyordu, bu dünyada sınırlara uymak lazım. Dışarıdan baktığın zaman bellli bir takım sınırlamaları uygulamak zorunda. Bunlar herkese ait bir şey bu dünyada. Cennette bu dünyadan daha büyük bir yer hanesi olabilir diyor. Ama duygusal olarak kalbi olarak hiçbir şekilde bir sınır yok.
Md: Bir noktayı da böyle söylemişken, iki ayak üzerine basmış Yaradanımız. Namaz kıldığı halde, hürriyetin mutluluğunu yaşayamayabiliyorlar. Fakat namaz kılmadığı halde, mutlu olan insanlar olabiliyor. O zaman bunu nasıl izah edebileceğiz?
A: Demek ki, mutlu olduğu alanda doğru olanı yapıyormuş.
Md: Cenabı Hakkın nasılki kurallarına uymak bir ubudiyetse, kainat kurallarına uymak da ubudiyet sınırlarındaki hürriyete sahip olmak demektir. Dolayısıyla iş hayatında başarılı olmak için bir takım kurallar var. Bunları yerine getireceğiz. Kışın atletle dolaşacağım diyorsam, bu yaratırıcının sınırlarına girmeyerek, hürriyetsizlik yapmışo luyorum. dolayısıyla fıtri kurallara uymak da bir ubudiyet.
Ama gerçek ubudiyet iki ayak üstünde. Hem fıtri kurallar, hem Kuranın kuralları.
A:
"Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir."
Yani beka verir. Şu andan başlayarak, sonsuza giden bir faydası vardır.
Uhrevi kelimesini biz öldükten sonra elde etmek anlamınad anlıyoruz. Uhrevilik, kalıcılık demek, sürekli giden anlamına bakar. O andan itibaren onun lezzetini almaya başlarsın. Bu nereye kadar gider? Sonsuza kadar gider. Sadece ahirette anlamında değildir. Devamlıdır manasına gelir.
Md: Ben bunu yeni hissediyorum.
A: Ubudiyetin özünde, bitmeyen bir liezzet vardır. Hatırladığın zaman onu yeniden tadıyormuşsun gibi oluyor.
Baki manasında.
"Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz."
Dünyaya bakan faydaları, ubudiyetin dışında değildir, ama hedeflemeyeceğiz.
"Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder."
Yani netice için yapmak, ubudiyeti zedeler. Allah(ın rızasını kazansan zaten.
Ben bunu şölye benzetiyorum. Saraya davet edilmişsiniz. Bir sürü nimetler veriyor. Siz gözünüze bi kaç tanesini gkestirmişsiniz. Sonra hizmetçilerin birine para sıkıştırıyorsunuz nimeti almak için. Ama saray sahibi her şeyi görüyor. Bir kere sen cömert birinin huzurndasın. Ne kadar istesen verecek sana, onun huzurunda onun hizmetçisinin cebine rüşvet veriyorsun. Neticeyi verecek olan Allahtır. O senin ihtiyacın olan her şeyi görüyor zaten. Sırf o neticeyi elde etmek için dini alet etmek, hizmetçiye rüşvet vermek gibidir.
Önceden senin niyetin Allah'a hizmet etmekti, bir müessese kurdun. sonradan baktın kurum senin için önemli olmaya başladı, dini kullanıyorsun, insanlardan para istiyorsun. Halbuki mesele Allah rızası için insanlara hizmet etmekti. Bu sefer kurum amaç olmuş. Mesela Hacca gidiyorsun, ama çocuğun evlenmesi için yapıyorsun. Bu çok tehlikeli bir şeydir.
"illetin bir cüz'ü olsa"
Benim vazifem nedir? Sofrayı sermek. Şimdi orada beklenti içine girmek dahi yanlış, bir asker için.
"Belki o hasiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez'
Virdi sıkışıklığı gidermek için yaptığın zaman, onun hususiyetini kaçırır diyor.
Maddi neticeyi de kısmen iptal ediyor yani.
"İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o faidelerin bazılarını maksud-u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur."
Çok kesin konuştu.
H: Evlerde çok dualar var. Hastalık için, evlenmek için... Bunlar çok da yaygın.
A: Ubudiyet maksadıyla yapılmalı. Sıkıştığın zaman o duayı yapmak onun vaktidir. Onu yaparsın. İnsan bunu yapar, ama hedeflenmez.
"Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur'
Saraya gittin, ey Sultanım biz aciziz bizi doyur diyorsun. Yoksa bana şunu verirsen, şunu yaparım değil. O zaten seni doyuracak zaten. Bana şuunu ver, şunu da ver, niye şunu vermiyorsun değil.
"Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için zaîf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkâr da eder."
Y: Cennet için ibadetlerin çoğu yapılabilir demiş değil mi?
H: Genelde de şöyle bir şey oluyor. Hastalık için şu duayı okuyun diyor. Adam okuyor okuyor, ama iyileşmiyor. O zaman gerçekten duayı okumaz olabiliyor. Burada maksat Allah rızası için.
A: Önemli olan rızayı ilahiyi yerine getirmektir. Sen vazifene yoğunlaş.
Y: Sonuç beklentisi var orada.
O: Binlerce kez okunuyor, belki ama sonuncuyu unuttuğu için olmuyor.
A: Bir hikaye vardır. Adamın biri...
Af: Biz şimdi belli bir yere gelmediğimiz için, insan acziyet halinde, ihtiyaç halinde, okuyor. Bizim gibi olanlarsa, sadece sıkıştığı zamanlar ediyor. Burada hassas bir şey var. Biz yanlışlıkla, bir yere gidebiliriz. Bu hassasiyeti gösteremeyebiliriz. Kabul omuyor, makbul değil olmamalı. Duaya devam edeceğiz.
Bunu biraz gevşetmekte fayda var. Buradakilere itiraz ediyor maksadında değil.
H: Adam hasta. Doktora gitmiyor. dua edereke iyileşmeye çalışıyor. Bu iyi bir şey değil. Esbaba başvurmak da bir duadır. Ama bu anda da dua okuyabilirsin. İnsanlarda bu var. Dua okuyalım bitsin. Sonra da niye olmuyor, Allah bize yüzünü mü çevirdi? diyorlar.
Af: Rızık konusunda endişe edenlere, siz üstünüze düşeni yapın diyor.
H: Kuş örenği var. Her sabah kuş boş olarak gider, ve tok olarak döner. Bu onun vazifesi.
Af: Dua eden birisi muhakkak Allah'ı hatırlıyordur.
O: İbadet eden kimisi cennete girmek için edermiş. Kimisi sırf Allah(ın rızasını amaçlar. Hepsinin niyeti farklı olmasına rağmen, cennete giden insanlar var.
Md: Uzlaşalım gelin.
Mn: Duanız olmasa ne kıymetiniz var. Gençelr geliyor, iyi olmak için. Üstad onlara dua etmiyor. Bu haliniz ubudiyete daha uygun diyor. Buradaki ölçü nasıl olmalı? Peygamber efendimiz, tefriciyede, şu kadar okursanız şöyle faydası olur diyor. Burada acaba...
A: Kendi dünyamızda isteyince, haleti ruhiyemiz çok önemli. rabbim ben kaldıramıyorum, sen kaldır diyorum. Ama bir de tarife gibi yapmışlar. Şunu okursan, geçerssin diyorlar.
Mn: Bir sürü hadisler. Her türlü hastalık için hadis söylenmiş.
H: Üstad da onları söylüyor. Peygamber efendimiz seviyesinde bir insan okudğu zaman sonuç alınabilir. Her insan faydalanır, ama o seviyede değil.
Mn: Taşı altın yapma duası var.
Af: Neticeyi kaldıramayacağımı kestirerek, yarabbi ben bu neticeyi kaldıramıyorum, bu neticeyi üzerimden al demekte bir sakınca var mı?
A: Yok, tabi ki. Neticede deidiğimiz gibi, Allahı razı etmek tavrı olması önemli. Şu virdi okurken, sevapmış. Niye? Demek ki, Rabbim onu okumamızdan hoşlanıyormuş.
Bir hikaye anlatacaktım. Adamın biri aşık olmuş. Arkadaşı demiş ki, üzülme, bizim burada bir şepyh var, ona gidelim o çözümü bulur demiş. Gitmişler şeyhe, anlatmışlar. Şeyh demiş ,gerçekten istiyor musun? Evet istiyorum demiş. Bir şartı var: Kırk gün mağaraya kapanacaksın, dua edeceksin demiş. O zaman muardın sana gelir. Tamam demiş yapacağım. Ondan sonra başlamış zikretmeye. Bu sırada padişah da gelirmiş şeyhe. Kızını da evlendirmek istiyormuş. Adam başlıyor, zikir yapmaya. Herkes duyuyor ki, bir adam varmış, Allah için kapanmış zikir yapıyormuş. Namı her tarafa yayılmış. Padişah da geliyor şeyhe souryor, kızı kime verelim. O sırada bizimkikinin diğer arkadaşı 20 30 gün sonra ziyarete gidoyr. Ne oldu? Bir şey yok. Artık son gün geliyor. Padişah diyor ki, bizim kızı sana verelim diyor. Yok diyor, burada çok büyük bir zat var. Ona verelim. Ama o kabul eder mi? Biz bir gidip teklif edelim diyor. Gencin ayağına gidiyorlar. Genç o sırada zikir yapıyor. Padişah diyor ki, damadımız olur musun, lütfen kabul edin. Genç de diyor ki, kusura bakmayın kabul edemem. Ben 40 gün kız için dua ettim diyor, öyle şeyler yaşadım ki, bir de gerçekten Allah için çekseydim, neler olurdu. 40 gün dua ettim, padişahı ayağıma getirdi diyor, hele bir de Allah için etseydim ne olurdu.

Hiç yorum yok: