29 Ocak 2010 Cuma

Yirmidokuzuncu Söz - Meleklere İman

rd. iman ederken ne kadar farkındayız. gerçekten meleklerle yaşarken, şu ortamda bunlar bizimle beraber, ama ne kadar bunun farkındayız.
aö. şu da dünyamıza geldi. kadere iman gibi çok teorik bir konu bile cazibe merkezi olurken, meleklere iman gibi vücudi bir şey hep geri planda kalıyor. bir de genel manada, bir iman hakikatinin dış dünyada bir yansıması olması gerekiyor. kalp aslında imani bir organ. hayatta fiili bazı karşılıkları var. ama meleklere imanın fiili karşılığını pek dünyamızda uygulamıyoruz. idilimize de yansımıyor, özel davranışlarımıza da yansımıyor. peygambere iman, sünnete ittiba etmemizi sağlyıro. ahirete iman, sürekli onu düşünerek çalışmamızı sağlıyro. meleklere iman olmasaydı, peki ne olacaktı?

"Mukaddime

Melâike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir denilebilir. Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi, hakikat kat’iyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semavata münasip bulunsun. Şeriatin lisanında, pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.

Evet, hakikat böyle iktiza eder. zira, şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan, müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleriyle, kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.

Evet, şu kâinatın keyfiyatı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü, kâinatı had ve hesaba gelmeyen dakik sanatlı tezyinat ve o manidar mehasinle ve hikmettar nukuşla süslendirip tezyin etmesi, bilbedahe, ona göre mütefekkir istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir. Madem bu nihayetsiz tezyinat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubudiyete karşı, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melâike envaları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.

Evet, şu kâinatın her bir cihetinde, her bir dairesinde, ruhaniyat ve melâikelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivayat-ı ehadisiyenin işaratıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare, yıldızlar seyyaratından tut, tâ yağmur kataratına kadar, bir kısım melâikenin sefine ve merakibidirler. O melâikeler, bu seyyarelere izn-i ilâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihatını temsil ederler. "

aş. şimdi dikkatimi çekti. sözlerde euzu besmeleyle başlayan tek yer burası. bütün farklı yerlerde de baktım. bir tek burası böyle.

"Melâike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir denilebilir. "

aö. her zamanki gibi üstad güven vererek başlıyor.

ib. şüpheniz kalmasın, açıklayacağım devamında gibi.

aş. o kadar katidir. insan ve hayvanların varlığına ne kadar kesin inanıyorsan, meleklerin varlığı da öyledir.

"Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi, hakikat kat’iyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semavata münasip bulunsun. "

aö. demek anlayacağımız iki şey var. semavatın sakinleri var. bir de bunların şuur sahibi, cansız değil. hayvan gibi yalnızca ruhu olan bir mahluk değil, şuur sahibi bir mahluk olması lazım. aşağıda münasipliğin kastını açacak.

"Şeriatin lisanında, pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.
Evet, hakikat böyle iktiza eder. zira, şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan, müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. "

aö. hareket noktamız, biz nasıl rabbimizi tanırken, alemi şehadetin içinde eşyayyla muhata p olup rabbimizi tanıyoruz, burada temel çıkış noktamız aynı. önce alemi gözden geçiriyoruz. semaya nispet ettiğimizde zemini, denizdeki bir damla kadar değil. o kadar küçük, hakir. hakirlikten kastı, başka bir yerde, semanın arzdan çok daha latif ve nurani olmasıyla açıklıyor. tüm bu özellikleriyle beraber, zişuur mahluklarla doldurulması, bunların vefat edip, sürekli yenilerinin geliyor olması, daimi bir faaliyet var.

bundan hareketle, zeminde dahi, kesafeti, sınırlılığıyla beraber bu kadar çok mahluk varsa; çok daha büyük olan semada vücudun nuru olan hayat sahibi mahlukların olması gerekir. parantez içinde, vücudun nuru olan hayat sahiplerini, cemadat nebatat hayvanlar ve üstünde insanlar. onlara mukabil, cansızlara mukabil vücut. bitkiyle hayat. hayat adeta vücudun nuru gibi. hayvanlar, hem hayat hem ruh sahibi. dolayısıyla, hayatın nuru ruh. ruhu nuru da adeta şuur gibi.

hş. hayvanda da şuur var.

aş. cüzi manada irade var da şuur değil.

hş. zevil idrak dediği insan. yani anlayabiliyor. ruh sahibi olmak da şuurdur.

nasa marsta araştırma yapıyor, hayat yok diyor, bulamıyorlar. üstad ise, her yerde zihayat var diyor her yerde.

aş. onlar gözleriyle bakıyorlar.

aö. burada o semavata münasip unsurun içinde o sorunun cevabı. manevi kısmını açıklayacak. nasa, o münasipliğin maddi cihetine bakıyor. bizim gibi kesafetli mahluklar olmadığından, onlar ise semaya münasip. bizburada işn manevi yönü üstünde duracağız.

zk. şöyle bir denklem var mı. nuru vücudun nuru olan zihayat derken, vücut olması için hayat olması lazım denilebilir mi?

oğ. nurani bir şey olarak algıladım ben.

aş. nasıl ışıkla arolan maddeler gözükür, mevcudun da anlaşılması hayatla anlaşılır anlamında.

oğ. söylemek istediği başka manada herhalde. biri cemadat, hayat sahibi değil. müstakil bir şekilde, cemadata hayat sahibi demeyiz.

aş. biz diyoruz da, arapçada öyle bir ayrım yok. cansız diye bir kategori yok.

oğ. üstad böyle bir kategori tanımlamıyor mu?

aş. cemadat diyor.
hş. vücudun görünmesi için, bizatihi ışığa zişuur diyor. maddiyatan latifleştikçe, çok bariz şekilde gözüküyor hayat seviyesi.

nasa niye göremiyor un düşününce, hayat dediğimizde lemaatta beş tane hayat seviyesi var diyor. birincisi, sınırlı, elimizi uzatabildiğimiz. ama hz. ilyasın hayat seviyesi var, şüheda hayatı var, ölülerin hayatı var.

hayat ille maddi olması gerekmiyor. maddiyatla sınırlaman gerekmez. bir yıldız binlerce ışık yılı uzakta. oradan bir yere gitmesi için, maddi sınırlara takılmaması lazım.

oğ. risalede pek çok yerde, aynı şeyler farklı anlamlarda kullanılabiliyor. buradaki anlam noktasında bu sorunun cevabı nasıl olmalı. buradaki ele alınış biçimiyle baksak daha güzel olur.

aş. aslında hayat kavramı, 30. lemada, hayatın imanın 6 rüknünü izah ediyor. hayat, bir camidatın hayatı. bitkinin, hayvanın, melekin, insanın hayatı. evliyanın, asfiyanın, nebinin ve en ileride de muhammed asm.nin hayatı. hayatın çekirdek halinden en kamil haline kadar gidiyor. hepsi hayattandır. ama camidattaki hayatta, sadece mevcudiyet cinsiyle hayat tezahür ediyor. allah bir pencere açarak, bitki hayatıyla biraz daha geniş perspektifte hayatı gösteriyor.

hayat, melaikeye iman, zaten imanla beşeriyetle insaniyet arasındaki geçiş oluyor. gayba açılan penceresi insanın. dolayısıyla melekler vasıtasıyla gayba muhatap oluyoruz. bizdeki ruh gibi. gaybı ancak ruhla görürsün. melek, bilinçliliği temsil ediyor. insanda böyle bir meleki vasfın olduğunu gösteriyor.

aö. dolayısıyla hayat cansızları da içeriyor. o zaman vücut varsa, hayat gerekiyor.

aş. cennet hayatında madde bile duyan işitendir. bu dünyada dahi, zerre cennete layık olmak için terakki ediyor. önce senin vücuduna girerek, anlayan bir mahiyet alıyor. cennetin maddesi de öyledir.

hş. miraçta, resulullah ayakkabısıyla gitmiş. cenabı hakkın katına ayakkabısıyla, maddeyle gidiyor. orada ince bir mana var. cenabı hakkın katına çıkıyor. nalınlarıyla gitti diyor hadiste.

is. hz. musa dağa çıktığında ayakkabısını çıkartıyor.

hş. bir maddenin ne kadar zirve noktası olabildiğini görebiliyoruz.

zk. şöyle bir şey de var. arzın küçüklüğüyle beraber, semavi cisimlere nispeten zişuur mahluklarla doldurulmuş olması, elbette semavi cisimlerde de zişuur mahluklar vardır diyor. ama başka bir yerde, semavatın ve arzın rabbi ifadesinde, semavatla arzın birbirine denk tutulmasından bahsediyor. sanki burada ise tersini söylüyor.

aş. meseleyi tefekkür açısından düşünmek lazım. bütün mevcudat, kendi esmasını bilmek ve bildirmek için yaratmıştı allah. gökyüzünde de bir sürü mahlukat var, o mahlukatın allaha olan tespihatını ilan eden, tespih eden, fark eden, okuyan mevcudatın mutlaka olması gerekiyor.

aö. aş'nin vurguladığı şey, buranın merkezinde duruyor. başka yerlerde, sanki burada tersi gibi görünüyor, bağlamdan dolayı ama, belki şöyle algılayabiliriz. kimi yerde bir harfte bir kelimeyi dercetmek gibi bakılırsa, dünya zahiren bakıldığında, semaya nispetle daha kesif, küçük. ama rabbimiz adeta, o kainatta tezahür eden esmasını, bir derece.

aş. cenabı hak, aslında mevcud olan bir şeyi gösteriyor, inkişaf ettiriyor. mesela, askerin biri heykel gibi duruyor. aslında onda bilinç var, ama ben onun sadece duruşunu görüyorum. onun gibi mevcudatta da tüm özellikler dercedilmiş. nasıl perde açıldığında, resulullahın elinde taşlar zikretmeye başlıyor. aslında zaten zikrediyorlar, ama perde kalkınca görünüyor. bizim görememiz, bizim eksikliğimizden. dışarıda güneş var, ama büyük bir perde var, sen güneşin sadece kırmızı rengini görüyorsun. o zaman, senin kabiliyetin sınırlıyor.

ben önce iman gözüyle görürsem, o zaman eline taş koyduğunda, taş zikrini yapıyor. melaikeye iman şu yönden önemli, kainatta hiçbir yer ve an yoktur ki, allah zikredilmesin. her an allahtan bir mesaj geliyor. bu mesajı taşıyan bir melek var. sen hayatını öyle dizayn et ki, her an bir melek allahın bir mesajını taşıyor.

aö. meleklerin semavata muhatap olması özelliklerinden bahsedecekti.

14. söz 3. meselede, üstad 40 bin başlı, her başında ... lisan olan meleklerin tespihat yapmasını açıklıyor.

"Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri
ve sair bir kısım melekler hakkında muhbir-i sâdıkın tasvir ettiği, meselâ kırk binler başlı, her bir başda kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikate çıkmak için şuna dikkat et ki: Zât-ı Zülcelâl,



1

2

3

gibi ayetlerle tasrih ediyor ki, mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasip bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.

mealler:

1. Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. (İsra Suresi: 44)
2- Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik. Onunla birlikte tesbih ederler. (Sâd Suresi 18)
3- Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. (Ahzab Suresi: 72)"



aö. bir şeye teklif yapılması için, muhatabın şuur ve idrak sahibi, emanetin mahiyetini fark edebilecek şekilde olması gerekiyor. eğer ki, mevcudatın müekkel bir meleği yoksa, o zaman teklifin de onlara yapılması, abes oluyor. o müekkel melek kavramı olmadan bu ayetleri anlayamıyoruz.

dağların tespit etmesi. eğer melekler, tespihatlarını rablerine sunmuyorsa, manaları tam dolmuyor. bu mevcudatı yaratan usta, sıradan bir usta değil. mevcudat çalışmasıyla ustasını tanıtır. ama bu usta bununla yetinecek usta değil. o yaptığı şeyin ne kadar güzel olduğunu anlayacak mahlukla ancak ona razı olabilecek bir usta.



aş. evet. bir cd var, madde taş. bu cd tespih ediyor desen, olur mu öyle şey derler eski insanlar. halbuki sen sesini kulağında bilgisayardan duyabilrsin. cd metalken, bir anda perdesi açıldı, zikretmeye başladı. allah diyor ki, yer gök allahı zikreder, ama sadece bazılarınız onu görür. sanki cd gibi. orada bir melek var, onun melekleri de kendi lisanıyla tespih ediyor.



aö. bu, meleklere imanın, neden iman esaslarında yer aldığını da gösteriyor. ne kaybederiz meleklere imanı çıkartırsak. kainatın yaratılış sebebi dediği, tüm yer ve göklerin allahı zikretmesi kavramları olmayacak. çok kritik bir noktada eşyayla münasebetimizde.



hadisleri anlamakta zorlamanın ötesinde, kainatın yaratılış gayesini anlamakta zorlanıyoruz. bu yüzden belki iman esasları arasında yer alıyor.



hş. melaike imanını içimize yerleştirmezsek, kendi kendine oldu gibi garabet şeyler düşünülebilir. çünkü onun arkasındaki maneviyatı göremiyoruz.

mk. geçen haftalarda, aponun askeri komutanı şemdin sakıkı dinledim. 18 yıl dağda komutanlık yapmış teröristlerin. apodan sonraki adam. diyor ki, bu kadar yıl, nasıl bir mücadele ettiniz ve sonra nasıl bıraktınız diye soruyor. valla, biz zaten, benim anam, babamın ilk hanımıydı. sonra ikinci hanım gelince, biz itile kakıla, babamıza düşman olduk, sonra mahalle reisine düşman olduk, sonra devlete düşman olduk. sonra baktık, hapse götürecekler. anam bir akrabamızı ziyarete gitti kaçak kimlikle. dedi ki, yavrum sen kaç, durma, çok kötü. ya hapishaneye girecektik, ya da kaçacaktık diyor. her tarafı düşman gördük diyor. asmaktan kesmekten başka çaremiz yoktu. yoksa devletin elinde bitmiştik. böyle başladık ve gittik diyor. fakat gün geçti devran döndü. bir gün güneş doğdu. şöyle etrafıma baktım, orada yaprakları gördüm. çiçeklerin açılışını, kokuları duydum. dünya başkalaşmaya başladı. orada bir melek gördüm diyor. o meleği görünce, dünyam değişti. hayatı sevişim. kılık kıyafetime dikkat etmeye başladım. her şeyi asıp kesmekle olmayacağını anladım. reflekslerimi kaybetmeye başladım. sevin, kucaklayın demeye başladım.

bunun üzerine, bizim meleği kafese koyduklarını duydum. meleği kurtarmak için, makamı bıraktım, onun için gelmiştim, o sırada yakalandım. bir meleğin, insanı ne hale getirdiğini buradan anlayabiliyoruz. melek, hakikaten çok basit görünebiliyor.

anlayabildiğim iki nokta var.

bir, eğer melekler yoksa, insan kendisini kral hissetmesi lazım. çünkü öyle bir insan ki, insanlar için çiçek açıyor. binbir tane çiçek. geçen hafta bir gül resmi bastım. böyle katman katman, eğer melekler yoksa, bu dünyada benden başkası yok diye her şeyi zaptü rapt altına almak ister. bu çok kolay. çiçeklerin ne tümünü görebiliyoruz, ne idrak edebiliyoruz. renklerin adedi bilinmez, coşkusu belli değil. melek nasıl bir şey deyince, tavşan aklıma geldi. onu gören hele çocuklar filan, o bir melek ya. tavşanın eti ne olacak, ama o tüyü falan öyle bir tatlıdır. tilki ayrı, kurt ayrı. geçen gün bir çin arslanı gördüm. sırf bıyıklarını bile seyretmek insana zevk veriyor. sesi bile bir acayip titreşim veriyor insana. kainatı meleksiz düşünürsek, insan azgınlaşır. neler neler var, adlarını bile bilmiyoruz, göremiyoruz. peki onlar niye yaratıldı?

demek ki, insanoğlunun bunlara ihata etmesinin imkanı yok. bu kadar sanat harikası, mucize başıboş olur mu. bir maksadı olması lazım. kainatta hiç maksatsız bir şey gördünüz mü. her şeyin bir faydası var da biz analmıyoruz. öyleyse o değerlerin takdir edicileri olması gerekmez mi.

köyümüzde melekler ince ince oyalar yaparlar. neden yaparlar. o oyaları birisi taktir etsin. gönlünü almak için yaparlar. hatta çiçeklere bile nakış yaparlar. işte cenabı hak bütün kainatı böyle mükemmel yaratmış. bunları tespih edecek, takdir edecek mahlukunu yaratmaz mı.

fakat biz melekleri niye hiç görmüyoruz. hiç alanımıza girmiyor. eğer biz melekleri görür de onlarla yaşarsak, çok güzel bir insan oluruz.

aö. bu hikaye bana şeyi anımsattı. üstad 30. lemada hayatın meleklere bakan yönünü tasvir ederken, şenlendirecek ve netice-i hilkati gösterecek ifadesini koymuş. şenlendirecek sözü, imani nazarla kainatı algılama. küfri nazarla, hep umumi bir matemhane olurken. üstadın oradaki tasvirlerini anlamak için de meleklerle muhatap olmak lazım. meleksiz o tasvir oturmuyor. kainat bu kadar şen şakrak mıydı. meleklerle kainat dünya bu kadar şen şakrak hayattar surete geliyor.

aş. geçen haitide deprem olmuş. insanlar taşların altından insanları çıkarıyorlar. belli bir zaman sonra, buldozerle giriyorlar. sonucu söyleyeyim önce: insanın eşyayla münasebetindeki edep, mesela bediüzzamanın lambayı bile atmaması, melekler hayatına girdiği ölçüde letafet ve hürmet, karşılıklı ruhani bir ilişki tezahür ediyor.

siz elinizde buldozer. orada bir hayat var, deseler. kepçeyi sokamazsınız. çok ince yaklaşırsınız. çok hassas ve nezaketli davranırsınız.

biz eşyayı meleklerle allahı tespih eden yerler olarak görsek, o zaman hassasiyemiz de çok incelikli olacak. ki zaten öyledirler. her bir taşın, kitabın, eşyanın altında, bizi sevindirmek isteyen, hoşlandığımız, manevi lezzetlere gark eden melekler vardır. bizim eşyayla ilişkimizin edep içinde tezahür olmasını sağlar, melekleri tanımak.

bunlar cansız dediğin zaman, kır dök at. bir anlamı yok ki. bir filmde bir adam, yüz kişiyi bir adamı öldürebiliyor. o canların hiç mi önemi yok. bir tek kahraman önemli. nasıl sen böyle binlerce insanı kesiyorsun. insana bu imajı veriyor. ama o insan, attığı bombanın orada akrabası var bilse, o bombayı atabilir mi. aynı yaratıcının kulu olma manasında tüm mahlukat akrabayız. ancak allahın emriyle onu keseceksen bile kesebilirsin. ben sivri sineği bile öldüremem çekinirim. ama çok rahat bir kurbanı kesebiliyorum. birini allah emretti. öte taraftan, sivri sinek. üstad diyor ya, kertenkeleyi vuran talebeye, sen mi besliyorsun onu niye vuruyorsun.

rd. cenabı hak bu dünyayı, en mükemmel haliyle yaratıyor. insanlarda ve cinlerde bir eksiklik var. bu düzenin bir şükrü olması lazım. bu noktada insan ve cinler eksik kalabiliyor. bizim eksik kaldığımız yerlerde, melekler bunu tamamlayabiliyor. biz insanlar uyuyabiliyoruz, ama sınır boyundaki askerlerin uyumaması lazım.

muhammed ağbi, biz niye melekleri görmüyoruz diyor. görsek, belki kendimize benzetiriz. bu saatin durmadan çalışması lazım.

mk. aslında geçen haftalarda çok melek gönderdi allah. başka türlü izah edilmez. kar melekleri. öyle bir melek ki, sema ederek geliyor. tertemiz. her birinin görevi farklı.

yağmur niye göndermiyor da kar gönderiyor. ne gereği var. istese, suyu öyle de gönderebilirdi. demek ki, bunu sırf su göndermek olarak göremeyiz. başka türlü izah edilebilir mi. bu melek bahsiyle, meleklerin gelişi tesadüf değil. gelişleri, sunuşları çok etkileyici. her birinin de vazifeleri ayrı ayrı.

aö. mevcudatın bir gayesi, şuur sahiplerine bakar diyor. biz bir açıdan meleklerle aynı kitabı okuyoruz. başka bir yönden bakıyoruz, onunla aynı safta mücadele ediyoruz şerre karşı. onlar şeytanlarla savaşıyor, biz kafirlerle savaşıyoruz. omuz omuza savaştığınız birisinden size daha yakın birisi olabilir mi. müminlere dua ederler diyor. meleklerin bedir savaşında doğrudan yardımı. hayatımıza her yönüyle girmişlikleri de var.

mk. aslında şu bardak, mandalina, metal tabak da bir melek. vazifesi var. yani rabbinin verdiği vücutla, rabbinin verdiği görevi yaparak, rabbini tespih ediyor şu bardak.

aö. bunu şuurlu bir şekilde yapanı da meleği oluyor.

mk. tamam kademe kademe gidelim. o zaman şu bardak kırıldığı zaman, vazifesini yapan, vazifesinden terhis oldu diye göreceğiz. o zaman bir liralık bardak olarak görmeyeceğiz. büyük bir iş yapan, muvazzaf bir asker meleği olarak göreceğiz.

benim araba, en son model arabalardan. dünyanın en güzel arabasını da allah bana verdi. fakat bazen kötü kullanıyorum arabayı. şimdi onu anladım, ya araba da bir melek. o da rabbinin verdiği vazifeyi görerek onu tespih ediyor. ben onu melek olarak görürsem, ona davranışım değişir.

bir tane boluda bir abla varmış. çok da güzelmiş. herkes onu severmiş. o da herkesi severmiş. herkese kitaplar dağıtırmış, güzely üzler dağıtır, güzel sözler söylermiş. o sözler, güzel bir tohum olup çiçekler açtırırmış. kitabın yazarı merak etmiş. ya kızım, bu kitapları yazan benim, fakat bu kadar kimseye ben bu kitapları okutamıyorum. herkes senden bahsediyor. bu kitapları bu kadar kimseye nasıl dağıtabiliyorsun, üstelik geçimin olmadan. demiş ki, hocam bu sırrı ben kimseye söyleyemezdim, ama size söylemeden duramayacağım. ben üç yıldan beri öğle yemeklerimi yemiyorum, onun parasıyla kitapları alıyorum, onun parasıyla bu kitapları alıyorum. başkaları da paralarını veriyor, ama o zaman bu kitaplar o kadar tesirli olmuyor. bu yüzden, kim ki, bu hakikatleri kendisi içinde çok samimi hisseder, onlar çok değerli.

aö.

"Evet, müteaddit eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır. İşte bak; misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör. Ağacın şu üç başının her başında, kaç yüz dal dilleri var; ve her dilde, bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var; ve her meyvede, dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i 1 ’e malik sâni-i zülcelâline ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i manada müteaddit diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir."

mk. bende bir resim var. ağaçlar üstüne çıkmış, serçeler kargalar. hepsi bir şarkı söylüyorlar. bir ağaç görmüyorsunuz. ağacın her bir yaprağı bir koro üyesi. sadece ağaç bile muhteşem bir koro. bizi yaratan bizi çok güzel yaratmış, o hışırtılar bir müzik gibi geliyor. buradaki tasvir çok güzel. bunu biraz daha içselleştirelim. arabamız, kalemimiz, evimiz. her biri böyle toplu bir zikirle müzik yaptığını.

modern toplumun en büyük sorunlarından birisi yalnızlıktır.

hş. bazı fotoğraflarda insanlar grup içinde gözüküyor. ama bakışlarından yalnız oldukları belli oluyor. grup içinde yalnızlar. sanki yine yalnız oluyor insan. o melek ünsiyeti olmadığından. partiye giden insanlar, tamamen samimiyetten uzak bir kalabalık içinde.

oğ. benim aklıma üstad hazretlerinin hayatı geldi. zahiren yıllarca yalnız yaşayan bir adam. tek başına kalsın, kafayı yesin diye düşünmüşler. ama o hepimizden daha kalabalık bir toplumun içindeydi aslında barlada.

aş. barlada ilginç bir şey hissettim. tepeden bakmayı severim. çam ağaçlarının her biri melek gibi, saffa durmuş, hepsi namaz kılıyor gibi hissettim. sürekli ekran değişiyor. önce sis her tarafı kapladı. sonra yavaş yavaş değişti. göl gözükmeye başladı. sürekli yeni manalar aktardılar.

rd. kişi yalnız olmadığını bilirse, bireyselleşmez. otomatikman yalnızlık duygusu hissetmez.

hş. melek 40000 başlı çok ağızlı bir şey. bir melekle dost olduğun vakit, tüm kainatla otomatikman dost oluyorsun. hapse girsen bile.

aş. bir talebesi diyor ya, çok küçük bir hücreye koymuşlar, yumdum gözümü başladım okumaya. üstad demiş ki, açsaydın gözünü, duvardaki meleklerle konuşsaydın.

mk. gençlerle ilgili bir şeyi söylemek istiyorum.

bir dışarıdaki melekler var. mesela yalnızlık gidermek diyoruz. aslında yaptığımız işte melekleri görürsek, yaptığımız işin sesi bizi tatmin eder. o tatmin etmediği zaman, yaptığımız işin sesini duymuyoruz, başka sesler duymak istiyoruz o zaman. dolayısıyla hayatımızın her bir safhasında da yaptığımız işle ilgili meleki görürsek, coşkuyla yaparız. yaptığmıız işten hazalırız.

toplumumuzun en zor yönlerinden biri, işiyle de aşkıyla da barışık değil. melek melek diyor, onunla da arası iyi değil. dolayısıyla meleğin adının melek olması kurtarmıyor. onun melekiyetini görmek gerekiyor.

aö. eşyayla olan muhataplıkta, son tahlilde biz nereye gideceğiz derken, lezzet-i ruhaniye ile meleki özdeşleştirmiştik. sizin söylediğiniz daha ileri bir mertebe. lezzet-i ruhani, sırf maddi şeyler değil de, manevi bazı şeylerden hazlar almak. o eşyanın melekut boyutuyla, peyda olacak bir yetenek gibi. mesela yalan söylememekten, hakkın ortaya çıkmasından lezzet almak. toplumun menfaat görmesinden lezzet almak. eşyayla muhataplıkta, hep halinden memnun olmak. meleklerle muhatap olacağız, eşyanın müekkel meleklerini göreceğiz, en nihai noktada da ruhani lezzetleri alabilecek bir kıvama gelmek.

aş. bir gün gebzede pazarda dolaşıyorum. bir baktım, ay o kadar güzel ki, etrafındaki renk halkaları bariz bir şekilde gözüküyor. dalmışım seyrediyorum. bir çocuk, nereye bakıyorsun dedi. baksana dedim. e ne olmuş dedi. bir daha bak dedim. dikkatli bak dedim. ya ne kadar da güzelmiş ya dedi. eşyaya muhatap olurken, insanın midelerinden bahsediyor. bir besin alınca, bitki yeşerir ya. o besinle, gıdayla ölü haldeyken, canlanmama vesile oluyor. ikinci olarak, hayvani yönüm, tadından lezzet alıyor. sonra, beşeriyetimin üzerine tefekkür edince, oradaki sanatı, güzelliği fark edince, sanatın güzelliğinden lezzet almaya başlıyorum. bir de melekiyet. meleki bir midem de var. oradan bir anlam geliyor bana. o çiçeğin bir anlam taşıdığına muhatap oluyorum. her bir eşya, manevi, yani meleki manayı benim dünyama taşıyor. midemin nasıl bir ihtiyacı var, meleki yönümle de ruhum adeta elmanın meleğini yiyorum. melek bana, bunu bir hediye olarak getiriyor.

üstad talebelerine zaman karpuzu alıp tavana asıyormuş. bazen çürütüp de yapıyormuş. üzümü de öyle yapıyormuş. siz bunun hep midenize bakan yönüyle ilgileniyorsunuz. biraz da meleki yönüne bakın. insanları meleki duygulara yönlendiriyor.

oğ. melek hakikati, bizim dünyamızı güzelleştirdiği gibi, sizi temizliyor, bir de kirlerden koruyor. insan her zaman yanlışa müsait. insanı bu yanlışlardan koruyan en büyük şey, diğer bir şeyin varlığı. insan yalnızken o yanlışlara çok daha çabuk düşüyor. ayıp diyorsun.

Hiç yorum yok: