5 Şubat 2010 Cuma

Dokuzuncu Söz

"

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ


Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.

Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u ilâhînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i ilâhiyenin birer ma'kesi olduğundan, Kadir-i Zülcelâl'e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tâzim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için «Beş Nükte»yi nefsimle beraber dinlemek lâzım..."

zk. namazın ne manaya geldiğinden, ibadetin ne manaya geldiğinden, namaz vakitlerindeki tasarrufu azimeden bahsedecek -niye bu vakitler-, insanın namaz kılmaya ne kadar muhtaç olduğundan bahsedecek.

"BİRİNCİ NÜKTE: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür."

aş. cenabı hakkı eksik sıfatlardan olmadığını ilan etmek anlamına geliyor, sübhanallah. bende kudret yoktur, yani benim kudretime ihtiyacı yoktur allahın; bende eşyada kudret olmadığını ilan etmekle, onu tenzih ediyorum. allah sübhandır, yani mahlukat gibi eksilen artan cinsinden değildir. mevcudata kendi sıfatından eksilterek vermiş değildir. allah mutlaktır. esbabın tesiri yok demekle, sübhanallah diyorsun. yani allah kudret olarak esbaba ihtiyaç duymaz. esbab sadece, allahın sıfatlarını gösteren bir aynadır. yoksa esbabda onun ilmindeen zerre kadar bir cüz yoktur. böylece onun mutlaklığını ilan ediyorum. hiçbir şeyin tesiri yok demekle, allah tesiri elinde bulundarındır demiş olursun. şirki ortadan kaldırmaktır. yani esbabda allaha ait hiçbir vasfın zerresi yoktur. tenzih etmek o manada.

hamd de, mektubatta üstad izah eder kelime kelime. her kimden her kime övgü varsa onların hepsi allaha mahsustur. hamd bu manayı pekiştiren. yani övülecek, sevilecek ne varsa, müspet olan ne varsa, allaha mahsustur. tümü allaha aittir. o sıfatlar allaha aittir. onlardan neşet eden memnuniyetler de allaha aittir. dolayısıyla, bu bir öncekini pekiştirir. yani şirki reddediyorum ve bütün menfaatleri ve zararı ondan biliyorum.

bir de allahu ekber var. insanınzihninde arzi bir kudret hayal edilebilir. benim hayalimin bile ötesinde mutlaktır anlamında ilandır. yoksa deist materyalist bir kudret değildir. benim çıkamayacağım bir yerdedir manasında. onun mutlaklığını, ehadiyetini ilan etmek demektir. aklen, hayalen sınır konamaz, tarif edilemez.

"Yâni, celâline karşı kavlen ve fiilen "Sübhânallah" deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı, lâfzan ve amelen "Allahü Ekber" deyip tâzim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen "Elhamdülillâh" deyip şükretmektir. "

aş. celal bir şeyin her yeri ihata etmesidir. mesela güzellik cemaldendir. güzelliğin her yere yayılması, celaldir. bir şeyin hem makro hem mikro alemde ihatası mümkün olmayıp, her yere sirayet eden manasındadır. rahmet dediğinde, cemal açısından, güzel bir tecellidir. ancak rahmet allaha mahsustur demek, ondan başka rahmetli olan yoktur demek. tüm rahmet onaaittir, her yeri kuşatmış manasındadır celal. cemal bir güzellik manasıyken, celal o güzelliğin her yere yayılmasındadır. kuddusiyetin her yere yayılmasıdır. cemal, kudsiyet ifadesi.

papatya güzel. etrafındakiler de güzel. öyle bir istidat vermiş ki, her tarafa yayılabilir. o güzellik her tarafı ihata etmiş. aynı zamanda içine giriyorsun. papatyanın ortasında küçüksarı sarı başka çiçekler var. çiçek içinde çiçek var. tek papatya yaratmış, papatya bahçesi yaratmış, tüm papatya dünyasını yaratmış. aynı şekilde içinde de, polen, polenin içinde hücreler, hücrelerin içinde atomlar hepsi mükemmel. zamansal ve mekansal, dibe de giriyor, sonsuza da açılıyor. yani esbabın kendine ait güzelliği yoktur, tüm güzellikler ona aittir.

öz. şiddetlenmek manası yok mu?

aş. evet,nüfuz özelliğinin her tarafa yayılması anlamında, yoksa öfke anlamında değil. lafzaı celaldir, çünkü bütün isimler mutlak manasındadır. tüm isimleri cem etmiş.

kemal ise, tamlıktır. tamlık insanın ulaşabileceği bir nokta değildir. bir şey kemalde olsa, her şey kendi içinde kemaldedir de, tam bir kemalin gözükmesi mümkün değildir. mutlak yani. mutlak ihata edilebilir mi? mümkün değil. bir şey görünebiliyorsa, bir sınırı vardır. kemal had konulamayan anlamındadır. zihnin de had koyamaz, gözün de. o zaman ne diyor, allahu ekber. yani mahlukat cinsinden değil, kemalde olandır. eşyanın kemali ayrıdır, en mükemmel çiçeği yaratmıştır. ama allahın kemali, benzeri misli yoktur manasında. o yüzden allah külli değildir. allah hakiki cüzidir. eşi benzeri olmayandır. yani örneği veya bir parçası yok. zat itibariyle. cüzi kavramı maddesel bir şey değil.

cüzi nedir? parça değil. insanla insanlık arasında ne fark var? insan bir bireydir. insanlık ise bütünseldir. madde değil. şöyle bir tartışma yapmışlar: bir şeyin külli olması için, onun mutlaka, cüzilerinin olması gerekiyor. yani bir çok yerde kendini göstermesi gerekiyor. cenabı hak zatı açısından, bu söz konusu olamaz. çünkü külliyet, cüziyetin varlığına muhtaçtır. tek bir cüzi, aynalar menziline girerse, bir tek cüzi iken, küllileşir. ama cenabı hak küllidir dersen, cüzilere muhtaçtır manasına geleceği için, onu reddetmek için, cüzidir, yani benzeri kıyası yoktur manasında. külli kıyaslanabilr bir şeydir.

"Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler."

aş. yani bütün mevcudatın vazifesi bunlardır. ya tesbih, ya tekbir ya da hamd. tüm kainatın vazifesi de budur. insan bunları yapmak suretiyle, namazın hakikatini yerine getirmiş oluyor.

zk. yani yaratana karşı alınacak tavır budur. ister irade sahibi olsun, ister olmasın.

"Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te'kid ve takviye için şu kelimât-ı mübareke , otuzüç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hülâsalarla te'kid edilir."

zk. demek ki, namazımız yaratana karşı tavrı tam ihtiva eden bir ibadettir.

aş. mevcudatın yaratılış gayesi bunlardır. cenabı hak kendini tanıtmak istiyor. tanımak için yol, tesbihdir. yoksa cenabı hakkı tanımamış olursun, sevgini mevcudata yöneltirsin. o da boşa gider. cenabı hak hem kendini tanıtmak, hem de sevdirmek istiyor.

zk. tesbih de tazimi gerektiriyor. onu tanıdıktan sonra onu ilan etmen lazım. sonra sen bu kadar acizken, bu kadar nimeti verdiğini görünce şükredersin.

rm. şöyle bir şey aklıma geldi: cenabı hakkı sevmek, insanı sevmek gibi olmamalı değil mi? çünkü bir insanı severken, merhamet duygusu yaşıyorum; ama cenabı hakkı severken, ürpermem lazım.

bu sıfatlar bir yönüyle ayrılması gerekiyormuş gibi.

zk. kardeşine merhamet edersin, çünkü aciz bilirsin. yoksa merhamet etmene gerek yok.

aş. bu zoraki bir şey değil. hayretten dolayı, muhabbetin olur. azametten dolayı ne muhteşem dersin, bu hem hayretini artırır, hem hürmetini, hem de muhabbetini artırır.

rm. sevmem, ahmeti sever gibi değil ama.

hş. ananı ayrı, çocuğunu ayrı seversin. cenabı hakkın celaline karşı, ürpermek dediğin de öyle bir şey herhalde. onun noksan olmadığını.

rm. sıfatlarından bahsederken ölçü de zaten yok.

hş. biz de ona göre secdeye kapanıyoruz. kendimizi hakir görüyoruz, yani sıfırlıyoruz. kendimizi küçültüyoruz. kendi benliğimize dönüyoruz.

mk. bir tasvir söyleyeceğim. ben sonradan yaşadım. birisini sevdin mi, onun her şeyi güzel gelmeye başlar. kaşı ayrı, esintisi ayrı, sesi ayrı, varlığı ayrı güzeldir. artık onun saçının gölgesi olmazsa yaşayamayacağını hissedersin. ateşte yok olacağını hissedersin. o korku öyle bir korkudur ki, yeter ki, onun saçının gölgesinden ben yaşayayım. onun yokluğuna dayanamam. o olunca, çiçeklerim açıyor, dört mevsimi dört defa yaşıyorum. yeter ki, ben böyle bir güzellikten mahrum kalmayayım diye. o sevginin verdiği korku, insanı coşturuyor. onun bırak kafasının yarılması, saman sapı bile dokunmasın. tesbih derken, tesbihleri böyle hissedersek, zaten o sevginin arkasından bir korku gelecek.

fakat genel teamülümüze bizim aykırı bu. bir şeyden korkarsanız, onu sevemezsiniz. tesbih derken, şöyle algılıyorum ben. bir adamın sabahleyin kalkınca yüzü gülmüyorsa, tesbih etmiyor demektir. çünkü var olmak, temiz havayı hissetmek, suyu görmek, onların hepsinin idrakinde olursa, dünyaya olumsuz başlamaz. rabbimiz zaten kainatı gelinler gibi gelincikler takarak süsleyerek, bize dünyayı sunarak, kendisini böyle tanıtıyor bize. onun taktığı her bir güzelliği, takdir edip kabullenmek. varlığının farkında olmak. değerinin, özenliliğini hissetmek tesbih etmek. onun için, buna şimdiki batı dili inancı olmadığı için, derviş aliyle çatışırdık. batı klasiklerini niye okuyorsun. o da haklı, ama öyle öyle bir şeyler öğreniyorsun. tesbihin gerçeği olumlu olmaktır. tüm artıları bir araya getirmek.

rm. teknosaya gittiniz, lcd televizyonun önündesiniz. böcekleri gösteriyorlar. ne kadar güzel çiçek diyorsun. senin oradaki hayranlığınla, doğada gördüğün çiçeğe hayranlığın aynı mı olmalı? bence farklı olmalı. çünkü biri kul eliyle sunulmuş. benim kastettiğim şey oydu. televizyonu ne güzel yapmışlar diyorsun. dışarıdaki çiçeği görüyorsun, farklı olmalı.

biri kısıtlı bir şey.

mk. niye teferruata giriyorsun.

rm. birisi yaratıcının en mükemmel sunumu, diğeri insan eli değmiş.

hş. televizyon da allahın bir nimetidir, çiçek de öyle.

mk. sevgilimi hatırlatan resim de güzeldir, sevgilim zaten güzeldir.

tesbih demek kainata olumlu bakmak. o mükemmeliyeti, ikramı görmek, hayret etmek.

bir zamanlar ben kızmıştım bir ağbiye, böyle sert suratla ikram etmiştim. o da çok sevimli bir insandı. bu çayı içmek değil, çayla ikramı alıp karşılıklı ikramiyeti yaşamak istiyor insan. rabbim kainatı doymak için değil, her şeyimizle tüm duygularımıza hitap edecek şekilde yaratmış. biz kendimize yanlış alışkanlıklarımızdan dolayı veya yanlış algılamalarımızdan dolayı bu tesbihlerimizi kapatıyoruz. ehli dünya, bunu olumlu yaklaşmak olarak ifade etmiş. ya niye, müslüman olmadı demek, bence o da komünistlik. daha ilerisini de sen geliştir.

"İKİNCİ NÜKTE: İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı ilâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp "

mk. burada acz ve kusuru, ben yetersizlik manasında anlıyorum. bizim dilimizde, suçlama hata arama anlamında halbuki.

zk. kusur tesbihi gerektirir. acz tazim gerektirir. fakr da hamdi gerektirir.

"Kemal-i rububiyetin ve Kudret-i Samedaniyyenin ve Rahmet-i ilâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. "

aş. kemali rububiyet, kusura bakıyor, yani hiçbir yerde hiçbir şeyi eksik bırakmamış. kudreti samedaniye, hiçbir şeye muhtaç değil. rahmet ilahiyye insanı tüm manasıyla güldürüyor.

"Yâni rubûbiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekâisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr -ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve Kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin."

aş. üç yolu varmış. biri, bir şey eksikse, benden kaynaklanıyor demek. çirkin bir şey görüyorsam, bu benim görme yetimin eksikliğinden demek. ikincisi, ehli dalalet, bu ne çirkin diyor ya, seni tenzih ederim, senin merhametini bilmemekten dolayı, orada kusur görüyorlar. üçüncüsü, kainat o kadar mükemmel ki, hiçbir noksanlık gözükemez, çünkü orada gözüken allahın esması orada mutlaktır. eğer kusur varsa, benim göremememden kaynaklanıyor. yine orada istiğfar deyince, kötü bir adamım da, kötülük yaptım da göremedim değil. benim yetmezliğim var, beni bağışla, bana doğruyu göster. fark edemediğim incelikleri bana göster. sabrım yetmedi. iyiliği tam yapamadım. benim beceriksizliğimden kaynaklandı bu. ne varsa, senden geliyordu. sende her şey kemaldedir. benim kusurumu tamamla manasında. ben bir şey yapamam zaten, benim sonsuz kudretim yok deyip, sen vereceksin diye ondan istemek. mevcudatta tesir olmadığını, asıl tesirin allahta olduğunu ilan etmektir. ne veriliyorsa, sendendir. bir şey eksik zannediyorsam, benim göremememden, veya mevcudatın kasrından kaynaklanır. yoksa sende kusur yoktur.

zk. aksi halde rububiyette bir kusur görmüş oluruz.

aş. buraya cömert bir adam geldi, tam yusuf ağbiye geldi, param bitti dedi. böyle değil. rububiyet herkesi besliyor, ama birine gelince, senin kulağın da eksik kaldı değil. kulağı eksik yaratsa da onun hikmetini ben göremdiğimden dolayı, kusurumu bağışla. nazarımdaki eksikliği bağışla. istiğfarın bir manası da budur. sende kusur yoktur. sübhanallahla bunu ilan ediyorsun.

"Hem de rubûbiyetin Kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za'fını ve mahlûkatın aczini görmekle Kudret-i Samedâniyyenin âzamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahü Ekber deyip huzû ile rükûa gidip ona iltica ve tevekkül etsin."

aş. kendi yetmezliğini görmek yetmiyor, bütün mevcudatın yetmezliğini görmek yani insan öyle bir mahluk ki, kendi ihtiyacı karşısında ihtiyaçlarınıkarşılayacakb ir varlık istiyor, ama sokaktaki kediyi de düşünüyor. uzayın derinliğindeki bir canlıyı bilse, onun da ölmemesini istiyor. oradaki mevcudatın da ihtiyacı kendi ihtiyacı oluyor insan için. dolayısıyla, aslında kudretin tanımı, ihtiyacı anlamak suretiyle. ben görmeye gerçekten muhtacım. anadan doğma kör bir insana deseler ki, çocuğunu bir dakikalığına görmek için ne verirsin? belki servetini verecek. biz her gün tüm sevdiklerimizi her an görebiliyoruz. bunun için ne yaptık ki. ne verdik. fark etmemiz gerekiyor. sürekli bende oluyor olması, ihtiyacım olmadığını göstermez. bazı insanlar öldürülmeyi yeğliyor da, hapse girmeye razı olmuyor. biz her gün sevdiklerimizle beraberiz, haftada bir bile olsa.bir kalbin bütün kainatın ötesinde mülk ve melekuta bedel olduğunu görmemiz gerekiyor. şu kardeşim üzülmüş, o da üzülmesin istiyor. denizdeki zerrelerden gökteki yıldızlara kadar her şeyi düşünecek bir kalp taşıyoruz. bu kalbin hadsiz ihtiyacını görmezsen, kudretin hadsizliğini göremeyiz. hem kendi ihtiyacını, hem tüm kainatın ihtiyacını bilmek suretiyle tazim edeceğiz.

zk. zaten tesbihte de yine, hiçbir boşluk yaratmayacak surette hayretle rukua gidiyoruz.

"Hem rubûbiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbının ihsan ve in'âmâtını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin. Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı ilâhîden vaz'edilmiştirler."

zk. burada, şu da var mı? kendi ihtiyacımız için dua ediyoruz. mahlukat aciz, onların da ihtiyacının giderilmesi lazım. ben vesile olmak itibariyle, ben de onlara muhtacım.

aş. çocuğum ihtiyaç içerisinde. onun ihtiyacının giderilmesi, beni memnun etmiyor mu? ben yemedim, o yiyince seviniyorum. niye? onların ihtiyacının giderilmesi beni de memnun ediyor. demek ki, onların ihtiyacı da benim ihtiyacım.

sual: istemek manasında.

rz. sabır da var mıdır? ihtiyaç varsa, sıkıntı var. kaza olmuş, kan aranacak.

aş. sabır tahammül değil, allahı unutmamak. allahla irtibatı unutmamak.

şükür ve sena denince, çok hoşuma gidiyor. zekeriya bana hediye verdi. ne yaparım? biri görünce, aaa ne güzel kalem, dese, zekeriyayı anarım. onunla arkadaşlığın mennuniyetini hissederim. sena etmek, anmak. bana bunu zekeriya verdi. şükrün bir manası da budur. her an allah bize kendisini andıracak şeyler gönderiyor. elmalar onu anmam için bir vesile. insan her an anmakla mükellef. o yüzden sürekli senahan olmak lazım. üstad diyor ya, şükür fabrikası olmak lazım. öyle oluyor ki, teşekkür etme duygusunu verdiği için, şükredesin geliyor.

yk. bazen o kadar nimet geliyor ki, ben neyim ki, bu kadar nimet geliyor. ben hak etmiyorum. hiçbir şey yapmadan bir sürü nimet geliyor insana, insan utanıyor.

mk. nadiren öyle insanlar var artık.

yk. diyorlar ya, bu kadar mal nasıl birikti. çalıştık da oldu. övünüyor kendisiyle. sağlık olmasaydı nasıl çalışacaktın.

aş. aslında çalışabilmek şükür vesilesi. bir nimetin gelmesi, hak etmemizden değil, ihtiyacımız neticesinde gelir.

mk. bugünkü medeniyet tesbihsiz ve senasız olduğu için, daima bir empoze var. sevgili dedemiz, buna engizisyon diyor. cebirle yapılıyor. hem siyasi hem medeniyet olarak. bugünkü medeniyet ne diyor? diyelim ki, bir televizyon gördün. bu renkleri bu kadar güzel yansıtıyor, allahın nimetlerini gösteriyor diye görürsek, o televizyon manasını ifade etmiş olur. o zaman almamıza gerek yok. almadan da tesbih yapabiliriz. bir kardeşimiz de alsa, tesbih ve sena edebiliriz.

aş. hz. ayşeye ganimet malları geliyor. resulullah bunları dağıt diyor. hz. ayşe de dağıtıyor. ne yaptın diye soruyor resulullah. çoğunu dağıttım, bir kısmını da kendimize bıraktım diyor. o da diyor ki, dağıttığın bizimdir, diyor. nimeti insanlara dağıtmak, tüm nimetin allahtan olduğunu bildiğin için, herkese verirsen ...

...

mk. hayasızlık ne biliyor musun. ben kendimi kral biliyorum, önüme geleni istediğim gibi kullanırım. samimi olsun, zaten haya olur. öteki duygusal soygunculuk. inanmadığın bir şeyi nasıl yapabilirsin. bir insanın tersine dönmesi gibi.

"ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Nasılki insan, şu âlem-i kebirin bir misal-i Musaggarıdır ve Fâtiha-i Şerîfe, şu Kur'an-ı Azîmüşşân'ın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envâ'ını şamil bir fihriste-i nuraniyyedir ve bütün esnâf-ı mahlukatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-yi kudsiyedir."

Hiç yorum yok: