10 Eylül 2010 Cuma

15. Şua Fatiha 1. ve 2. Kelime

"FATİHA-İ ŞERİFE'NİN BİR MUHTASAR HÜLÂSASI
[Üçüncü Medrese-i Yusufiye'de muvakkat pek az bir zamanda tecridden temasa naklimde verilen yalnız birtek dersin İkinci Kısmı]
Hapiste Nur şakirdlerine kısacık bir ders nümunesidir. O da şudur:"

aş: hapiste yazmış. kış mevsiminde. koca koğuşta yalnız başına, pencereler açık, bir de zehirlemişler, ölsün diye bekliyorlar. o zaman yazmış bunu.

afyon hapishanesi.

"Fatiha-i Şerife denizinden bir katre ve güneşindeki elvan-ı seb'a yani ziyasındaki yedi renginden birtek lem'a beyan etmeyi, namazdaki Fatiha kalbe emretti. Gerçi Yirmidokuzuncu Mektub'un bir kısmında, hususan "Na'büdü" "Nun"undaki seyahat-ı hayaliye ve Rumuz-u Semaniye'de ve İşarat-ül İ'caz Tefsiri'nde ve sair Nur eczalarında bu kudsî hazinenin çok tatlı ve güzel nüktelerini yazmışız. Fakat o pek şirin hülâsa-i Kur'aniyeden yalnız îmanın rükünlerine ve hüccetlerine işaratını, gayet kısa bir muhtasar hülâsasını birinci kısımdaki tarz-ı ifade gibi, kendim namazdaki tefekkürümü yazmasına bir cihette mecbur oldum. بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ kelimesini Nur'un iki-üç risalelerine havale edip اَلْحَمْدُ لِلّهِ den başlıyorum."

aş. kısaca diyor ki, başka yerlerde bismillah ve fatiha hakkında tefsirler yaptım. burada elhamdülillahla ilgili açıklama yapacağım.

aö. üstadın nazarında kuranın kıymetini göstermek açısından, fatiha denizinden bir katre. üstad bunu çok yerde söylüyor. bunun binlerce veçhesinden bir tane diyor. bazı insanlar, bunu mübalağa zannediyor. aslında o bakışla, kuranın kıymetini de tenzil ediyorlar. hablbuki, bu ifade kuranın hakikatini ifade etmek için söylenmiş bir söz. kuranada da diyor ki, denizler mürekkep olsa, onu bitiremezlerdi. bunu izah da ediyor üstad. bu tevazudan söylenmiş bir kelime olmadığı açık. üstadın nazarında kuranın kıymetinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. biz zannedilmesin ki, kuranın tümünü açıklıyoruz, sadece bir tane damlasını anlatabiliyoruz. aksini söyleyelnerse, kuranın kıymetini düşürüyorlar.

"بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ { اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ ...الخ.
Birinci Kelime: اَلْحَمْدُ لِلّهِ dır. Bundaki hüccet-i îmaniyeye gayet kısa bir işaret:"

aş. hamd ne demek? bir manası şükür, bir manası da övgü. allahı kendi sanatıyla övmek, takdir etmek, onun büyüklüğün, üstünlüğünü sena etmek, anmak. hak ettiği layık olduğu makamı ona ifade etmek. birçok manası var.

" Evet kâinatta medar-ı hamd ve şükür olan kasdî in'amlar ve nimetler, "
aş. her bir nimet, allahı on nimetlerden dolayı takdir etmeyi ve memnuniyeti ifade etmeyi gerektiriyor.
"hususan kan ve fışkı içinden safi, temiz, gıdalı sütü âciz yavrulara göndermek "
aş. sadece bir insana değil. sütün öyle bir özelliği var ki, ilk doğduğu anda, kıvamı çok düşük. emdikçe kıvamı artıyor. her emmede sütün cinsi farklı. bir hafta önce emdiğin süt, bir haftaki sonraki sütün kıvamı aynı değil. doyuma gelince, bayağı yoğun geliyor ve çocuk bırakıyor artık. sadece insana da değil, bütün memeli hayvanlara bu ikram gönderiliyor. kan ve pislik arasından bembeyaz tertemiz bir süt geliyor. bütün aciz yavrulara. insanların yavrularına, hayvanların yavrularına. hatta bitkilerin ve böceklerin yavurlarına de kendilerine has sütler, besinler geliyor. hepsine nimet gönderiliyor.

"ve ihtiyarî ihsanlar ve hediyeler ve merhametli ikramlar "

aş. merhametli, yani tam ihtiyaç anında gönderilen ikramlar.

"ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. "

aş. her tarafı doldurmuş ikramlar, hamdi gerektiriyor.

"Onların fiyatı dahi"

aş. bütün bu nimetlerin karşılığında bir fiyat istiyor rabbimiz.

"; başta Bismillah, âhirde Elhamdülillah, ortada nimette in'amı hissetmek "

aş. tefekkür neymiş, nimette nimet vereni görmek. ortaya serilmiş bir sofra var. o sofradan güzellikten, hazırlayanı fark etmek. benim için güzelce dizayn etmiş, hazırlamış, süslemiş, onu fark etmek.

şükrün aslı budur: nimette nimet vereni fark etmek. nimet içinde inamı vfark etmek. zaten inamı fark ettiğin anda vereni fark edersin. sokakta incir buluyorsun, "aa beleş" diyorsun. karşılıksız demek bu. ne beleşi buluyorsun. nereden geldi bu incir? tam senin dilinin tadına gidecek şekilde.

"ve Rabbini onun ile tanımaktır. Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak! Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar. "

aş. ayaklarım, yürümek istiyor. gözlerim görmek istiyor. kalbim sevmek istiyor. dil konuşmak istiyor. benimki hiç susmuyor da. bir sürü şey istiyoruz. saymakla bitmez. her gün ekmek yesen, dil bıkıyor.

"Ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; "

aş. demek rızık ve lezzetin fiyatı neymiş? hamd ve şükür.

"her zîhayatı kendine kıyas eyle. İşte bu umumî in'amlar mukabilinde hal ve kal dilleriyle "

aş. sadece sözünle değil, hem duygularınla, hem yüzünle, tüm duygularınla. insanın hayvandan farkı ne? lisanıyla da ifade etmesi.

"edilen hadsiz hamdler, pek kat'î bir surette bir Mabud-u Mahmud, bir Mün'im-i Rahîm'in mevcudiyetini ve umumî rububiyetini güneş gibi gösterir."

aş. bütün bu memnunyietler ve lezzet alışlar, insanların sevgisine mazhar, bir mabuda, hamd edlien bir mabudun varlığını gösterir. niye bu kadar insanları besliyor. burada bir sofra davet versek, o kişi niye bunları yapar? sevindirmek ve kendini sevdirmek için yapar. elhamdülillah dediğim zaman, tüm mevcudatın memnuniyetini ve onların hepsini memnun eden mabudumuzu düşüneceğiz. hepsi adına memnuniyetimizi ifade edeceğiz. tüm mevcudat doyuyor ve senin memnuniyetle anıyorlar. ben de buna katılıyorum. ben de teşekkür ediyorum ve katılıyorum.

rd. o verdiğiniz örneğin iki yönü yok mu? bir de allahın kullarının memnuniyetinden memnun olması. siz memnun olduğunuz için ben de memnun oluyorum.

aş. evet. üstad diyor: memnuniyeti mukaddese diyor.

"İkinci Kelime: رَبِّ الْعَالَمِينَ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret:"

aş. buradaki ifade tarzı çok farklı. her kimden her kime, tüm memnun edişlerin sahibi allahtır. orada tevhidi bir vurguyla nalatıyor. bir elhamdülillahın çok değişik tefsirleri oluyor. burada cenabı hakkın kendini tanıtan yönleriyle izah yapıyor.

aö. orada biraz daha dilbilgisi kaideleriyle anlatıyordu.

" Evet biz gözümüzle görüyoruz ki: Bu kâinatta binler değil, belki milyonlar âlemler, küçük kâinatlar, ekseri birbiri içinde, herbirinin idaresi ve tedbirinin şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedbir, idare ediliyor ki; "

aş. çok ilginç bakıyorsun, bir tohum var. tohumun ağaç olması için, güneş lazım, hava lazım, toprak lazım, ayrıca vakit lazım. her şey lazım. o tohumu beslediği gibi, o tohumla toprağın ilişkisi olduğu gibi. bakın o tohumdan ihtiyacı olan hayvanlar böcekler insanlar var. onun büyümesinden meyve yiyen canlılar var. dolayısıyla tohumun terbiyesi, aynı zamanda insanların, kuşların, böceklerin de terbiyesi demek. aynı zamanda yaprakların terbiyesi, de demek. yaprakların büyümesi, çürümesi, oradan madde dönüşümü, toprağın beslenmesi. hepsi birbiriyle alakalı. öyle bir rububiyet ki, bir şeyin rubiyeti, her şeyin rububiyetiyle alakalaı. dolayısıyla kainatta sonsuz içiçe alemler var. her bir kabarcıkta güneş gözüküyor. bunun her birinde güneşin tüm sıfatlarının görünmesi gibi, allahın sıfatları da tüm zerratta görünüyor.

mesela, bir atomun varılğı için, atomun yanındaki atomlarla ilişkisi lazım, seslerle ilişkisi lazım, görüntülerle ilişkisi lazım, kütle çekim kuvvetinden dolayı, tüm zerrelerle irtibatlı. bir atom tüm kainatla alakalalı. bu ne demektir? atomlar adedince farklı maceralar var. her bir macera, tüm zerratın içinde bir macera. her bir hücre için de aynı şey geçerli, her biri bir alem. her bir alem, tüm kainatla ilişki kuran bir macera. öyle bir rububiyet var ki, sadece bir kişi terbiye edilmiyor. bir kişiyi, tüm kainatla birlikte ve tüm kainatı da o kişiyle birlikte terbiye etmek. tüm bu ilişkiler içinde terbiye etmeyi, mutlak olandan başkası yapamaz. ve her an bir yeni bir alem. insanın vücudundaki tüm hücreler, her bir anda yeniden yaratılıyor bu yeniden yaratılma öyle önemli bir şey ki, biz sabitlik dediğimiz şey, tamamen görece bir şeydir. kainatta dugun olan bir şey olsaydı, o şey ezeli olurdu. bir an bile durabilseydi, o şey ezeli olurdu. bu ne demektir, o şeyin kendi kudretiyle ayakta durması demektir. kainatta böyle tek bir parçacık bile yok. senin vücudunda öyle hareketler oluyor ki, hücreler, kan, sinirler, dalgalar, hücrenin içindeki her türlü cihaza, erler, golgiler hepsi hareket ediyor. bitmedi, hücrenin içindeki atomlar, atomların içindeki elektronlar, her bir atom altı parçacık ve onların içindeki, zerreler hepsi hareket ediyor. bir saniye bile kütle çekim kuvvetini durduracağız. elektron her an ışık hızına yakın dönüyor.

"bütün kâinat bir sahife gibi her an nazarında "

aş. bütün kainat her an nazarında. ya bu terbiyeyi, tek tek her bir zerreye vermek lazım, ya da bütün kainatı bilen bir varlık olacak.

eğer yaratıcı yoksa, kendi içindeki ilişkilerden çözmek zorundasın. her biri sonsuz kudrete sahip olmalı. bu aklın hiçbir yanına uyan tarafı yok. iki tane şeyin, sonsuz kudreti olması, kendi içinde çelişkili. o zaman bir sonsuz kudret hepsini yapıyor demek, en mantıklı argümandır. bir model ortaya koyuyor. hangi model, kainatı daha güzel ifade edeiyorsa, o doğrudur. hawking, son zamanlarda, öyle bir zırvalamış. tevhidi ezeliyeti, bir anda mahlukata vermiş. bir maddeye, kendi içinde özellik varsa, hidrojenin çekme itme özelliği, hawking'in duyduğu, "allaha gerek yok". evet doğru. bir tek şeyin bile bir özelliği varsa, ona gerek yok. adam önceden bir allah var diyordu. şimdi onu da reddediyor. niye söylüyor, her bir şeyin, özelliğini kendinden zannediyor.

üstad sebep ve sonuç birlikte ayratıldığı gibi, tabiatı da yaratılıyor diyor.

zk. adam kendi kendine yaşayamaz. kendi kendine şifa ver.

aş. sistem kendini tamamlıyor.

rd. peki o özelliği kim vermiş?

aş. beni ilgilendirmez, diyor. atomun da patlarken dağılma özelliği varsa. gerçekten gerek yok allaha. ama bu mümkün değil. sonsuz kainat var diyor. bir tane de başarılı kainat oldu diyor.

sonsuz tesadüften bir tanesi böyle davranmış.

aö. üstad nihayet derecede her şey birbiri içine girdiği halde, nihayet derecede birbirinden ayrıştırma. her birisinin iaşesi ayrı, elbisesi ayrı. çok açık delil olarak onu zikrediyor.

aş. hawking söylediği için, ona inanıyorlar. firavun demiş ki, "ben sizin rabbinizim", herkes ona itibar ediyor. sırada n bir insan deyince, kimse kaale almıyor.

bilimin saygınlığı da azalıyor. eskisi gibi olmazsa olmaz, şart olarak görünmüyor. biz metafiziğe gitmeden bu kainatı izah ederiz, argümanı bitti. sabit dayandıracakları atom bir cisim bulamadılar. ortalıkta çeken bir şey yok. demek ki, gördüğün kudret, ilim hiçbir şeye ait değil. süregiden bir sıfa görüyorsun. bu özelliği dayandıracağın bir şey olması lazım.

üstad diyor ki, gelecekte söz hakim olacak. en beliğ sözü söyleyen hakim olacak. kuranda en beliğ söz olduğu için, onun karşısında hiçbir kelam duramayacak. kuran la ilahe illallah diyor, sen bunun karşısına ne koyacaksın? bu kainatta ilah yoktur diyor. hiçbir madde göremezsin ki, böyle bir kudreti olsun.

"ve bütün âlemler birer satır gibi kalem-i kudret ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir. Bir nihayetsiz rububiyet içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihatalı hadsiz bir rahmet ve dikkat ile bu milyonlar âlemleri ve seyyal kâinatları idare eden bir Rabb-ül Âlemîn'in vücub-u vücuduna ve vahdetine küllî ve cüz'î şehadetler, zerreler ve zerrelerden terekküb eden mevcudlar adedince hadsiz, nihayetsiz şehadetler her an ve zaman geliyorlar. "

aş. bütün mevcudatlar, allahın kudretinin, ilminin şahitleridir. o gördüklerimiz kendi kudretlerinin şahiti değil, çünkü kendilerinin gitmeleriyle, o kudreti barındırmayacak vasıfta olmalarıyla gösteriyor ki, bunlar bize ait değil. kendileri gitmeleriyle, bize ait değil diyorlar. hepsi gökteki güneşe işaret ediyor. ama kendilerinde görünen bir parıltı, ilim var. nereden geldi bunlar? hepsi güneşten geldi. her biri intizamıyla, rabbül alemin var. bütün alemleri terbiye eden, idare eden bir rab var. biz sadece onun şahitleriyiz. onun varlığını, hikmetini, inayetini, kudretini ilan eden birer şahitleriz. o kadar. çünkü hiç kimse bu kudreti, rahmeti bize isnad etemez., çünkü kendimizi bir an mevcut kılamıyoruz ki, kudretimiz var diyelim. o zaman rahmet de onun, biz de onunuz.

aö. o mevcudat, var oluşuyla, rabibnin hem varlığına, hem adaletine, hikmetine şahit olduğu bir bakışo lunca, resulün hayatı içinde, hayvanlar ve canlılar, hatta savaş ahlinde bile, cansızlar onlarla olan münasebetindeki hassasiyet daha iyi anlalşılıyor.öbür türlü gereksiz duyarlılık gibi görünüyor. çiçeğe, onun bir rabinin şahidi olarak baktığında, o çiçeğe ben nasıl olur da bunu ilan eden bir mahlukun vücudunu kaldırmak gibi bir tavırda bulunabilirim. öbür türlü, bunu anlayamıyoruz. halimizle buna uymayarak, onları sanki aşırı bir hal varmış gibi algılıyoruz.

"Zerrat tarlasından tâ manzume-i şemsiyeye, tâ Samanyolu denilen Kehkeşan dairesine ve bir hüceyre-i bedenden tâ zemin mahzenine, tâ kâinat heyet-i mecmuasına kadar aynı kanun, aynı rububiyet, aynı hikmet ile beraber idare ve terbiye eden bir rububiyeti tasdik ve hissetmeyen, bilmeyen, görmeyen bir insan, elbette hadsiz bir azaba kendini müstehak eder ve merhamete liyakatını selbeder."

aş. çok güzel bir misal. televizyonda futbolcu geliyor. ayağını şöle bir vuruyor, top oraya gidiyor. oradaki görüntünün ayağı, topa vurduğu için mi top oraya gitti; yoksa her an bir kare resim üretildi, o yüzdenmi top oraya gitti. çok bariz, televizyondaki o görüntü, topa vurmuyor. kare kare çizildiği için öyle görünüyor. şimdi televizyondaki kişiye bir bilinç versen, hatta his versen, top ayağa değdiği anda, ben vurdum dese, ne olur? bizimki de öyle. biz bir şeye değince, ben yaptım zannediyoruz. konuşmamıza bakalım, dilden hava çıkıyor. ses telleri titreşiyor. o sırada kelimeler çıkıyor. ben hiçbir şey yapmadım. sadece o titreşme anında o ses yaratıldığı için, zannediyorum ki, o teller o sesi çıkarıyor. lamba ışığı yaratıyor. ne alakası var? o düğmeye bastığım anda, ışık yaratılıyor zannediyorum. düğmeyle ışık arasında hiçbir ilişki olmadığını biliyorum. ses de tellerden çıkmıyor. ilacı ağzıma aldığımda, vücuduma temas ettiği anda şifa geliyor, şifayı ilaçtan zannediyorum. suyu içtiğim anda, susuzluğu gittiği için, susuzluğu giderenin su olduğunu zannediyorum. bunların hepsi birer alamet. onlar bana esmayı bildirir. allah susuzluğu gideren olduğunu nasıl anlatıyor bana? allah bir şeye alamet, işaret koymak için, diğer nimetten farkını anlayalım diye böyle yapıyor. elmayı dokunduğun anda, elma tadını veriyor. suyu aldığın anda, susuzluğu gidermeyi gösteiryor. yoksa suyun içinde bir kudret var da o bu nimeti sağlamıyor. rububiyeti bir an bile eşyaya verirsen, o zaman rabbe gerek kalmaz.

suda bir tat var da, olmuyor. suyu, tadını, özelliklerini hepsini aynı anda allah yaratıyor.

bir şeyi yapan, her şeyi yapandır. bir tek şeyi yapamayan da hiçbir şeyi yapamaz. la ilahe illlallah bu demektir. allahtan gayrı ilah yoktur.

biz bu zokayı yutuyoruz. allah var, alem de var. o alem sabit zannediyoruz. bu durgunluk, izafi bir şeydir. duran bir şey yok.

bir kitabı yazmak için, önce bir matbaa icat ediyorsun. matbaa da her kitaba göre kendini ayarlayacak, o mu daha kolay? yoksa her kitabı elle yazması mı daha kolay?

eğer cisimler kendi kudretleri olsaydı, allaha itaat etmezlerdi. kendi istedikleri gibi davranırlardı. mucizeler de bu cisimlerin allaha itaat ettiğini gösterir.

Hiç yorum yok: