6 Kasım 2008 Perşembe

29. Mektub 6. Kısım

"Beşinci Desise-i Şeytaniye: Ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar"
A: İlginç bir tabir kullandı: Ehli dalaletin tarafgirleri. İnsan ehli dalalet olabilir, fakat bunu kendine meslek edinenler problemli. Yani sapıklığı, batıl yolu veya şöyle diyelim, hakkın karşısında olmayı, hak derken burada din manasında söylüyorum, yoksa doğruluk manasında değil. Ehli dalalet içinde de dürüst insanlar olabilir. Tarafgirlik nedir? Takım tutmak gibi bir şey. Fakat bir de şu var, bir tarafı kendine muhalif görmek. Bir muhalif olmadan tarafgir olunmaz. Kendini, hakkın muhalifi olarak görür daima. Bu mücadele vardır, bilerek kasıtlı olarak yapılıyor.
Af: Nasıl tarafgirle mesleği bu kadar birbirine yaklaştırdın? Meslek edinmesi, daha ciddi bir problem. Tarafgir olması, o kadar problem mi? Aynı kefeye konulabilir mi?
A: İnsan ehli dalalet olur. Bilinçli değildir tam. Tarafgirlikte adamın heedfi vardır. hedefi, falancanın muvaffak olmaması, hep ben muvaffak olayım. Bir nevi, küfür bir millettir sözü var ya. Onların hepsi hakkın karşısında olmak amacındadır. Çok insan var ki, ehli dalalettir. Fakat sana karşı bir zıddiyeti yok.
Af: Ben şöyle anladım. Tarafgir olmakla, ben buyum diye etrafa kendi görüşlerini empoze etmek.
A: Evet. Niye bunu vurguladı? Kardeşlerimi benden çekmek istiyor, diyor. Kasıtlı hareket etmek istiyorlar.
Ah: Zayıf noktasını buluyor, enaniyet oradan gidiyor.
Af: Ehli dalaletin tarafgirleri, ne tarafta olduğu beli değil, ama ehli din birisi, nefsine uyarak dalalet tarafına uyarak bir çıkışta bulunabilir mi?
A: Evet bunu da söylüyor. Kıskançlık damarıyla, hatta ihlas risalesinde bilmeyerek ehli dalaletin tarafında olabilirsiniz de diyor. İnsan enaniyetin tarafı olursa, o zaman ehli din bile olsa, ehli dalalete hizmet edebilir. Bu bilinçli bir hizmet değil.
Ön: Olmuş bir olay var onun üzerine diyor. Nedir o olay?
A: Meşhur bir hoca var, bunun oğlu, üstadın talebesiyken, nedense bir müddet sonra, o hoca vasıtasıyla, ehli dalalet bu kişyi kullanarak, muhalefete başlıyor. Cengizle Hülaguyu getirmiş, bunları tavsiye etmiş. Üstad çocuğa bir şey demiyor. Alim zata laf ediyor. Artı, hapishanede iki ağbinin münazarası meselesi var. Belli bir zaman sonra, üstada muhalefet etmiş. Üstad bidattır diyor, Latin yazısı. Sonra üstad Latin yazısıyla yazmaya başlayınca, o demiş, sen bidaya düşüyorsun. Üstad sonra gönül almaya gitmiş, araları düzelmiş. Üstad halkın durumunu gözeterek, onların risaleden istifadesi olsun diye bu yeni alfabeye müsaade etmiş.
"Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir "
A: İnsana bir cümleyle enaniyete dokunup, alevleniyor, hemen kavga ediyor. Öyle bir damar ki, dokunsan oraya hemen yumuşar. Fakat biraz dikine git, hemen şiddetleniyor, çeker vurur.
Ama çok asabi eöldürmeye giden bir insana, enaniyetini koşuyorsun, yumuşayabiliyor. O yüzden tedavi edilmezse, çok ciddi problemler doğurabiliyor.
Ah: Çok çabuk manipüle edilebilen insanlar oluyorlar.
A: Evet, hem de en zayıf damardır bu. "ve en zaîf damarı da odur" Herkeste olan bir şey bu.
"Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler. Ey kardeşlerim!
Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. "
enaniyette vurmasınlar. Yani enaniyet yaparken sizi avlamasınlar.
"Hem biliniz ki: Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor. "
Burası bize aslında çok ağır gelen bir nokta. Fakat kendimize bununla bakmalıyız.
Ene insanları, dalalet vadilerinde koşturuyor. İnsanı sapık yollara götüren, tamamen enedir. Enenin, şeyidir. Kendine güvenmek, veya kendini önceliyerek, veya kendine bir makam vererek. Veya şeytan gibi uluhiyet iddia ederek.
"Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terketmekle hakka hizmet edebilir"
Demek ki, eneyle hakka hizmet edilmez. Siyaseti üstadın terk etmesinin sebebi bu. Çünkü siyasette mutlaka eneler birbiriyle çatışır. Çünkü muhalefet etmek zorundasın. Muhalefet edince de işin içine ene giriyor. Eskiden halk talep etmeyene verirdi. Şimdi tersi.
Ah: Aslında bu üstadın iman hizmetini tanımlamasıyla örtüşüyor. Şeytanın bile itiraz edemeyeceği bir şekilde hizmet etmek gerekir diyor. Halbuki siyasetin doğasında olan bir şey.
A: Evet, siyaset dünyevi iktidarı da gerektirdiği için, tarafgirlik, rekabet doğacak.
"Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terketmekle hakka hizmet edebilir"
Hakka hizmet, ancak eneyi terk etmekle mümkündür. Bunu yapmayan bir insanın hakka hizmet ettiğini iddia etmemesi lazım.
Kendi içimizde, bir şey hissediyorsak, orada dikkat edeceğiz. Hz. Ali'nin tavrı çok iyi bir örnek. Adamı savaşta öldürecek. Fakat düşmanı suratına tükürüyor. Ene karışıyor. Hemen kılcını kınına koyuyor. Seni öldürsem, öfkem işin içine karışacak. Kendini öfkelendirdiği için öldürdü zannına bile, ona girmiyor.
Rz: Ama kendisi de öfkelenmiştir herhalde.
A: Öfkelenmese bile, öyle anlaşılabilir.
Rz: Fakat o zaman, sadece kendi iç denetimin değil, başka insanların da ne diyeceğini düşünüp ona göre hareket etmek gerekecek. İçinde belki, tükürdü diye, kızgınlık hissetmemiştir diye düşünüyorum.
A: Orada eneye ait bir alan girdi. Hz. Ali ayetleri doğru okuyor. Bediüzzaman siyasete girseydi, enesiyle mi hizmet edecekti? Fakat siyasette o algılama hakim oludğu için, istemez. İnsanlar, bu adam menfaati için bile böyle yapıyor diye algılanacak, bunu reddediyor. Niye hiç hediye almıyor? En sadık talebelerinden bile hediye almıyor. Fiilen de bu tavrı reddetmek istiyor. Hediyeleşmek sünnettir diyebilirdi, almıyor, o zanna kapı açacağı için onu da kesiyor.
Zk: Üzerimizde bir şeair vasa, o zaman kendimize olanın dışında İslama karşı da bir sorumlulğumuz da var.
A: Bir toplumda öyle bir algı içine girilecekse, onu yapmamak lazım. O yüzden hususi muhataplıkta, onu yapmaman daha doğru olur. O da nur talebelerinin bir mesleğidir.
Af: Hediye kabul etmezken, enaniyetinden dolayı kabul etmediğin ortaya çıkmaması lazım.
"Ene'nin istimalinde haklı dahi olsa; mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır."
A: İşte dediğin yere geldik. Onlar da kendileri gibi nefisperest zanneder. O yüzden haklı dahi olsan, eneyi terketmek gerekiyor. Bu zaman öyle.
Benim kafamda bir şey var. Üstad bunu söylüyor da, buraya girer mi diye. İmam Şafiinin bir sözü var: Mütekebbire tekebbür sadakadır. Diyelim ki, bir adam geliyor seni ezmek için hava atıyor. Ona karşı sende olan bir vasfı söylemen, onu küçük düşürmen sadakadır. Acaba o buraya girer mi?
Zk: Dışarıdan nasıl gözükecek kibirlenmesi?
Rz: Orada bağlam farklı sanki. İzzeti korumak için yapılıyor gibi geldi bana. İzzet de Allahın verdiği bir vasıf. Orada gururla üzerine gelmesi, seni ezik duruma düşürmesi, o zaman bir müslüman olarak ayağa kalkıp, tüm haşmetiyle meseleyi ortaya koymak, izzeti korumak.
Af: Ben demezsin, biz dersin.
A: Yeni ve Eski Saidin arasındaki farkı anlamak için bu önemli. Alimlere karşı çok ağır sözler söylüyor bazen. Fakat yeni Said döneminde böyle yapmıyor. Asker geliyor, höt diyor, hiç sesini çıkarmıyor.
Rz: Ben şöyle anladım, Rıza sen eşeksin dese, ses çıkarmam. Fakat müslümanlar senin gibi eşektir dese, o zaman ayağa kalkarım.
Md: Bu zamanda o kadar ukalalalık aşmış ki...
Rz: Valla ben dayanamıyorum. Otobüste konuşulunca, bazen Ergenekondan laf atılıyor. Hemen cevabını veriyorum. Müslümanlar adına olursa, tabi müdahil oluyorum.
Zk: Eski Said döneminde haklı da olsa ,kısmına giriyor. O zaman hizmet vazifesi tam yok, müslümanca yaşayış gayesi var. Mesela, yeni Saitte, Risale hizmeti var, eski Saitte böyle bir şey yok, ferdi bir davranış var.
Md: Biraz da sonuca bakılır gibi, geliyor bana. İngilterenin işgali sırasında verdiği cevap sonu nereye varacak? Fakat kendisini gözeten askere diklense nereye varacak?
Rz: O dünyevi bir kıyaslama.
Md: Ondan sonra nurculara laf edilecek, üstad pek çok yerde diyor, beni "yeter" dedirtmek için bunu yapıyorlar. Orada
Rz: Şahsı manevi adına düşünmek lazım, o zaman.
A: Düşünelim inşallah biraz daha.
"Bununla beraber etrafına toplandığımız hizmet-i Kur'aniye, ene'yi kabul etmiyor. "
Böyle bir hizmet var, biz de etrafına toplanmışız. Fakat bu eneyi kabul etmiyor.
""Nahnü" istiyor. "Ben demeyiniz, biz deyiniz" diyor. "
Hizmete ait bir şahsiyetime karşı laf edilirse, ona karşı hiçbir tavrı kabul etmem diyor üstad. Fakat şahsıma karşı yapılan hakaretleri hoşgörüyorum diyor.
H: Zalim hükümdarlar karşısında hakkı söylemekte şehit sevabı vardır. Zalimlere karşı, genelde bunlar firavunane insanlar olur, mütekebbir. Güçsüz adam mütekebbirlik yapamaz. Ona karşı ezik durmak, kendi taşıdığın misyonu da ezdirmek demektir. İngilizlere dediği o tabir de çok önemli.
İzzet bakımından, bizim İslam'la şereflenmemiz, bizim kendimiz olarak değil de, temsil ettiğimiz şey, bu dünyada en şerefli yerdir. O yüzden hiçbir zaman dinimize saygısızlık edene karşı altta kalmayacağız.
A: Mütekebbir kibirlenen, kendisini yüksek gören anlamında.
H: Bazen mütekebbir büyükler anlamında anlaşılıyor. Firavun bir mütekebbir mesela.
A: Hz. Ebubekir, Resulullaha ve Allaha küfreden birine karşı, tokat atıyor, Mekkede. Resulullaha geldiği zaman, sabretseydin senin için daha hayırlı olurdu diyor.
H: Tokat atmak, büyüklenmek değil ki.
Ah: Benim de aklıma zayıflık geldi.
A: Bence orada nefisle alakalı bir imtihan var. Yeri geldiğinde ona da tahammül edebilmen lazım.
Zk: O zaman daha cihat emri yok.
A: Allah seni sınıyor, buna dahi tahammül edeceksin.
Af: Bizim yöntemimiz Hz. İbrahim ile nemrut arasındai o ilişki var ya, güneş doğudan doğar sonra batar. Benim anladığım yöntem, öyle bir şeyle karşı duruş daha anlamlı.
Md: Bu zamanda münakaşayla, enaniyeti tahrik edecek şekilde yapılan konuşmalar, netice itibariyle fayda getirmediğini görüyorum. İnsanların enaniyeti o kadar artmış ki, afedersin, firavun gibi konuşuyor. Neye binaen böyle konuşuyorsun? Bakıyorsun, hiç karşı tarafı dinelmeyecek şekilde genelde büyüklenmişler.
A: Çok sıradan eğitimsiz insanlar. Din konusunda atıp tutuyor. Her konuda hatta. Çok müthiş bir enaniyetle davranıyorlar.
Md: Bir insana yaklaşmak. İlişkimizi devam ettireceğiz, ya sırtımızı döneceğiz, ya geçeceğiz, onun ihtiyacı oludğun zaman ancak o zaman, ona muhatap olabiliriz.
Bir alevi müşterimiz vardı. Adamla tevhid konusunu konuşuyoruz. Adam yarım saat bana anlatıyor. Ama ben aynı şeyi anlatsam, rahatsız oluyor. Her şeyi konuşarak çözemiyorsun. Türkiyede en önemli şey, iyi niyetle, önyargısız birbirini dinleme kültürü çok zayıf. İnsanlar dinleyebilecekleri bir hale gelinceye kadar onunla ilişkimizi sürdürmeliyiz.
Eskiden ben zannederdim ki, bazı konularda Risaleyi anlaycağız, anlatacağız, dünya düzelecek. İnsan için böyle bir şey olmadığını, bir insanı çok daha sıcaklığıyla dinlendiğine şahit oldum.
Kişisel ezikliğimiz var. Adam hoşumuza gitmiyorsa, diyoruz ki, benim üstadım bu adam, ben Risalenin temslicisiyiz. Adama doğrularla birlikte, öyle bir konuşuyoruz ki, adamı ezmeye başlıyoruz.
Af: Zaten bilmiyor olan birisini ezmeye kalkışmak yanlıştır.
İkincisi, anlatan kişiden öyle bir elektrik almalıyım ki, onu kendi yanımda hissetmeliyim.
Md: Bazen doğrularımızı enaniyetimizle açıklıyoruz. Hak için öfkeleniyorum deyip, sabırsızlığımızı, eğitimsizliğimizi ihmal ediyoruz.
A: Biz buraya bilmediklerimizi öğrenmeye gelmiyoruz. Bazen bildiklerimizi hatırlamaya geliyoruz.
Md: O zaman evinde git oku.
A: Ben seni görerek okuyorum. Sadece burada bir şeyi hatırlamak değil. Allahın dostları var. Onlarla beraberim.
Md: Allah birbirimize muhtaç etmiş.
A: Çoğu zaman hiçbir şey almadan çıkabiliyorum, ama kendi kendime sorduğumda, ben burada yaşadım diyorum. Bir çocuk ilgninç bir şey demişti: Bu ders olmasa ne değişirdi? Valla, kendimi kendim olarak ihssettiğim bir tek yer burası.
"Elbette kanaatınız gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki, enesiz bir hâdim-i Kur'anî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine tarafdar olmamayı meslek ittihaz etmiş"
Risalenin mesleklerinden biri de o. Kendini beğenmemek ve enesine taraftar olmamak.
Md: Ben bunu anlamıyorum. Bir insan kendini beğenmezse, salak gibi olur. Bir insan kendini beğenmezse, dünyada yaşayamaz. Vücut bulmanın lezzetini hissetmezse.
H: Aynı şey değil ki...
Md: Ne işte?
Ön: Birinde sahip olma var. Enaniyette kendisinde olan bir yeteeneği kendisinden bilmek var. Onun üzerinde basarak söylemek. Fakat sizin dediğiniz sanki, yapabileceğine güvenme anlamında gibi geliyor.
Md: Nasıl beğenmeyecek, nasıl korkmayacak?
A: Şeyh Galibin bir sözü var: "Hoşça bak zatına ki, züddei kainatsın sen. " Kainat yoğrulmuş ve özü olan insan oluşmuş. Hz. Alinin bir sözünü şiirselleştirmiş. Hz. Ali, kendini küçük görme, kainat dürülmüş de sen olmuşsun diyor. Herhalde burada o ayrımı yapmalı. Kendini bütün kainatın yaratıcısının senin tercih ederek yarattığı bir kul olarak kendime edeğer veriyorum. Fakat bende olan özellikleri benimmiş gibi, görüp onlarla başkasına üstünlük taslamak enaniyet. Enaniyet, bir başkasına karşı üstünlük vesilesi olarak ullanılıyorsa burada bir enaniyet var gibi geliyor bana.
Rz: Sahabenin bir özelliği de kendisine bir hata gördüğünde, hatadan direkt dönüyordu. Eğer insan hatasında ısrar ediyorsa, orada enaniyetsiz olduğunu iddia etmesin.
Zk: Hatta hatayı temize çıkarmak arzusunda.
Md: İsterseniz, ben bu soruyu nasıl çözdüğümü söyleyeyim.
Ben kendimi beğenmiyorum, ben kötüyüm, bu duyguyu hemen herkes derece derece yaşar. Bir de bunun tersi var. Karşıdaki insan çok iyi, mükemmel. Ama ben falan. İkisinin de ana mantığı aynı.
ikisinde de etkinliği kişilere veriyor. Ben şöyle düşünyorum: Allah tüm kainatı güzel yaratmış, beni de güzel yaratmış, karşımdaki insanları da güzel yaratmış.
Dolayısıyla insanın kendini beğenmesi ile başkasını beğenmesi aynı denkleme dayanıyor. İnsanın kendini beğenmemesi, mutsuz bir atmosfer çıkartıyor. Ben kendi sorunlarımı bu sistem üzerine oturttum.
A: Senin söylediklerinden şöyle bir şey anladım: Bir insanın istifğfar ettiğini nasıl anlaırm? Af dileyen bir insanın ümitvar olması lazım. Artık o hatayı yapmamak için daha çok gayret göstermesi gerekiyor. Ama ümitsizlik yaşıyorsam, istiğfar değildir, yeistir. Neticesine baktığım zaman, anlıyorum. Enaniyet meselesinde de aynı şey çözüm gibi geliyor. Bir iyilik neticesindeyse, olaya benim tavrımda bir değişiklik oluyorsa, mesela karşımda bir üstün vasıf gördüğümde o beni yeise götürüyorsa, o olaya enaniyetle yaklaşıyorum demektir. Çünkü o hediyeyi, Allahın bana sunabilecği bir nimettir. O zaman ben de isteyeyim diye gayrete gelmesi lazım. Gayrete gelmiyorsa, enaniyetli bir yaklaşımdır. Aynı şekilde, kendisinde bir güzellik gördüğünde, o tavır onu başkası üzerinde bir ümitsizliğe sevkedilecek tarzda istimale edilyorsa, o enaniytetir.
At: Tahakküm ediyorsa.
H: Birinci sözdeki hodbin veya hudabin gibi.
A: Herkes başkasındaki kibri görür. O tavır hoşuna gitmez. Ben eğer, karşımdaki insana o tavrımla... Ben güzelleştim ama bu güzellik bende değil, sanatkarımın bir güzelliğidir dese, insan buna mücadele etmez. Çünkü seninle bir kıyas yok. Ama bende dersen, o zaman karşı tarafı mücadeleye sokarsın.
H: Peygamber ve Firavun biraraya geldiğinde, kendini ortaya koymuyor. Beni senin rabbin gönderdi diyor. O zaman firavuna bir söz kalmıyor. Karşıdakiyle değil, onun temsil ettiğiyle savaşması lazım. Karşı çıktığın zaman, ben Rabbimi temsil ettiğim cihetle, değerliyim. Ama kendi kendimi beğenirsem, hiçbir değerim yoktur. Risale talaebesi, biz Risalei Nuru temsil ediyorum dediğimiz zaman, karşı taraf benimle çatışmaz, Risalei Nurla çatışmak zorunda kalır.
Md: Ama bakınız, küfrün belini kırdı sözü iki türlü anlaşılabilir: Biri, Osmanlı gibi kırdık gibi. İkincisi ise, RN izahatıyla küfrün belini kırmıştır denilebilir.
H: Bunu söylüyor üstad.
Md:
"Bununla beraber, kat'î deliller ile sizlere isbat etmiştir ki: Meydan-ı istifadeye vaz'edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur'an-ı Hakîm'in tereşşuhatıdır."
A: Miri malı, vakıf malı manasında. Çok ilginç bir şey: Nasıl sahiplenilir? Buradaki hakikatler, Allahın gönderdiği hakikatler. FBunu başka bir yerde kullanabilirsiniz, fakat bunu ben buldum derseniz, orada enaniyet vardır.
Md: Niye böyle diyorsunuz? Bilgisayarda bir şey çalışması lazım. Sen kullanırken, başka bir versiyonu buluyorsun.
A: Bu başka. Burada gelen bir hakikati sanki kendisindenmiş gibi söylüyorsa, orada şey vardır.
"Hiç kimse, enesiyle onlara temellük edemez! Haydi farz-ı muhal olarak ben enemle o eserlere sahib çıkıyorum, benim bir kardeşimin dediği gibi: Madem bu Kur'anî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğna etmemelidirler. Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i ülemanın âsârları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünki hazine kapalıdır; fakat bir anahtar, çok hazineleri açabilir. "
Bazı zaman olur ki, bir anahtar bin hazineden ziyade değerli olabilir. Eski eserler baktığınızda, ilginç. Bazı cümleler Risalei Nurdakilerle çok özdeş. Gerçekten iddi hazine var. Fakat ilginçtir ki, o hazineler kapalı. Bir, dile ulaşamıyorsunuz. Senin diline anlam değişerek çevrilmiş. O yüzden diğer eserleri de anlamak için Risale bilmek gerekiyor.

"Zannederim ki, o enaniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zâtlar da anladılar ki: Neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur'aniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılınçtır. O ehl-i fazl u kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki; bana değil, Kur'an-ı Hakîm'e talebe ve şakird oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım. "
RN benimdeğildir demekle, ene çatışmasını ortadan kaldırmak istiyor.
"Haydi farz-ı muhal olarak ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ülema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, tarafdar olsunlar. Ülema-üs sû' hakkında bir tehdid-i azîm var. Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli. Haydi farzetseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba dünyevî ve millî bir maksad için, çok zâtlar enaniyeti terkedip, firavun-meşreb bir adamın kemal-i sadakatla etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde; acaba bu kardeşiniz, hakikat-ı Kur'aniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi, terk-i enaniyetle hakaik-i Kur'aniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de, ona "Lebbeyk" dememesinde haksız değil midirler?
---sh:»(M:426) ¯ -------------------------------------------------------------------------------------------
Kardeşlerim, enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillah için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasılki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü, kulağına hased etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de: Bu heyetimizin şahs-ı manevîsinde herbiriniz bir duygu, bir âza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir."
Md: Niye vazife-i vicdaniyedir?
A: Vicdanlı olan bunu ancak anlayabilir. Mesela, Muhammed Ali çok güzel bir şey söyledi. Ben buna karşı, bunu niye o söyledi de ben söylemedim diye bir şey hissediyorsam, burada bir kıskançlık vardır. Veya güzel bir şey söyledi, ona Allah razı olsun diye memnuniyet yaşıyorsam, orada kıskançlık yok. Veya güzel bir şey söylediğinde, hata yapınca memnun oluyorsam, o zaman da bir kıskançlık damarı var. Bunu da ancak vicdan anlar.
H: El göz kulak, hepsi vücudun sıhhati için. Birbirine taezat olmaması lazım. Hepsi yayrı azalar. İnsan birisine bakıp da çok imrenmemeli. Hepsinin özellikleri ayrıdır. Burun olmazsa, beyin o kokuyu alamaz. Ama birbiriyle çalışırlarsa, vücut mutlu olması gibi, bu şahsı manevi çok güzel çalışır. Üstad o insanları bir vücudun azası olarak görüyor.
Md: Diyelim ki bir bahçedeyiz. Bir tane gül var. Tek. Bir de yanında bir sürü gül var. Ne kadar aynı gül bile olsa, çok daha güzel olur. Artı bülbülünü biri geldi, bir güle şarkı söyledi. Gülün biri düşünebilir ki, niye bana gelmedi. Veya diyebilir ki, böyle o bülbülü daha güzel seyredebiliyorum.
Vicdanda şu var. Güzelliği zatında seviyorsun. Düşmanında bile olsa. Vicdanen o güzelliği hoşuna gidiyor. Ondan sonra kafanda kurgulayarak menfileştiriyorsun. Vicdan burada duyguların merkezi gibi geliyor. Onu kapatıp bir şeyler üretiyorsun.
İşte bugün insanların ezilmişlik duygusu, yıllar sonra Amerikada görüldüğü gibi, eşitlik duygusuyla yeniden hatırlatıyor.
A: Hadiste diyor ki, köle efendisini yönetmedikçe kıyamet kopmayacak. Veya beytül ebyaf, müslümanların olmadıkça, kıyamet kopmaz.
MA: Eskiden Aydınlanma döneminde din vardı. din toplum hayatını organize ediyorud. Kilisenin parçası olan insanlar, düzen içinde yaşıyorlardı. Modernlikle, dini toplumdan çıkardınız. Sosyal düzenin dinamikleriyle oynadınız. Bunun yerine yeni kurumlar lazım. Artık bireysellik öne çıkıyor. Fakat bireysellikle, ego birbirinden ayrı. Birey, hayatı benmerkezci, kendi çevresinde düşünerek yaşamak. Mesela bu bireyleri yataklarından kaldırıp, toplumda nasıl etkin hale getireceğiz? Üstadın nahnü dediği, biz olacağız dediğine karşı, toplumsal iş bölüşümü diyor. İnsanların hayatını artık iş statüsüne göre çevireceğiz diyor. Hem egodur. HAma yanı zamanda, egoyu bırakıp, bireyselliği de bırakmak. Ben kendi imanımı kurtarmak, değil, aynı zamanda biz olmak.
H: Onlar da kendi enaniyetlerini tdünyevi menfaat için terkediyorlar.
A: Topluluk unsurunu ortadan kaldırarak, bireyselliği üretmişlerdir. Bireyselciliğin doğuşu, topluluk için feda etmeye karşı bir tepki olarak doğmuştur. Fakat bir şeye itiraz etmek istiyorum. Enaniyeti terketmekle, bireysel olunmaz. Bireyselcilik egonun en zirvesidir.
MA: O anlamda demedim. Gururlu bir insan olmayabilir, ama bana ne diyebilir. Toplumsal hareket içinde yer almayabilir. Adam müslümandır. Ama bunu gaye edinmiş bir gruba dahil olmayabilir.
A: İnsan olarak değil ama yine de o amacı kabul ediyor. İnsan enesini terk etmişse, daha üst bir amaca dahil olmuştur.

Hiç yorum yok: