6 Şubat 2009 Cuma

30. Lema 5. Nukte 3. Remiz

" Üçüncü Remiz: Yirmidokuzuncu hassasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir."

aş. hayatın neticesi nedir? ağacın tümü meyveye hizmet ediyor. fakat meyvenin de bir amacı var. kainat ağacına hayat meyvesi takılmasının a bir ammacı var. zişuurlar onu yesin ve karşılığında şükretsin. onun amcı da o. hayat sahipleri, kainat ağacındaki tüm nimetleri fark edip cenabı hakka o nimetler için şükürle ibadet etsin diye bu kainat yaratılmış.

kainatın yaratılış sebebi ve yaratılış gayesi ve maksududur, hayat. mesela mert gitti, ev çok güzel donatılmış. bu hazırlanışın sebebi nedir? bir muhabbetin ifadesidir. onu göstermek istiyor, karşılığında bir memnuniet bir güzel teşekkür bekleniyor. asıl maksat onu memnun etmektir. o sevgisine mukabil, ne istiyor? sevgi ile mukabele görmek istiyor. kainatı yaratan da kainattakendi güzelliklerini sergiliyor ve özellikle zişuur olan mahlukatına kendini tanıttırıyor. onun karşılığında tanımak ve mmuuhabbetle karşılık görmek istiyor.

"Evet bu kâinatın Sâni'-i Hayy-ı Kayyum'u "

aş. hayatı verip onu kaim eden sanii. yani ona devamlılık veren zat. bir nimeti vermek yeterli değil, onun devamını da sağlamak gerekiyor. hayy-ı kayyum bu anlamı karşılıyor. her sanatlı olan şey, hem yoktan gelmiş, hem varlık aleminde hayat bulmuş, hem de o hayatı sürdürebilmekte. bu özelliğiyle hayyı kayyuma işaret ediyor.

"bu kadar hadsiz enva'-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san'atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister."

aş. dört şey istiyor. hadsiz nimetlere karşı teşekkür istiyor. bu zaten fıtri bir durum, insan için. bir arkadaşınız size bir şey ikram etse, zaten içinizden teşekkür etmek gelir. fıtrata konan bu duyguyu izhar etmek.

ikincisi, sevdirmesine mukabil sevmelerini istiyor.

" ve kıymetdar san'atlarına mukabil medh ü sena etmelerini"

geldi diyelim burada yusuf, çok güzel bir sanat eseri üretti. bunun karşılğında, o sanatın inceliklerinin görülmesini ister. onların fark edilmesi içinkomuştu. çiçekleri öyle bir dizayn etmiş ki, içerlerinde bir sürü manalar var. karşısındaki muhatabın da bunları görmesini ister.

burada övülmek doğru değil, diye konuşuyoruzz, ama o farklı. biz sahip olmadığımzdan dolayı, medih istememiz yanlış. fakat o eserin görülmemesi için değil. allahın biri hsanı olak bilip, o kemalin sahibinin şükretmesi doğru olan.

"ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister"

terbiye edicilik emirlerine karşı.
siz mesela bilgisayarı biliyorsunuz. karşıdaki kişi öğrenmek istiyor. sizin öğrettiklerinizi uygulaması gerekir. uygulamazsa, öğenmez. tatbik edersen, sana yarar.

zk. terbiye olmayı istemek lazım.

aş. tabi onu isteyen de emirlere itaat eder.

"İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva'-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, "

aş. cenab-ı hak, kendi yarattığının muhatabı olan... çok ilginçtir, bir sanatçı tablo yaparken, hem sanatını tablo üzerinde yansıtır, hem de öyle bir sanatkardır ki, o sanatlarla insanları terbiye eder, hem de o sanatları insanlara öğretir. hem sanatı icra ediyor, hem de sanatın muhataplarını terbiye ediyor. muhatapları da sanatı anlayabileceek mahiyete çıkarıyor.

cenabı hakkın rububiyeti de iki veçheli. hem kainatı terbiye etmiş, hem de onun la insanı terbiye ederek, tüm kainatı anlayabilecek kabiliyette insanı yetiştirerek, başka bir isanat daha yapıyor. cenabı hakkın zişuurla muhatabiyeti bu şekildedir.

kainatın en ehemmiyetli gayesi bu. dolayısıyla, yaratıcının muhatabı olacak, zişuurları terbiye etmek, onları tekamül ettirmek, yaratıcının kendinde olan özellikleri onlar vasıtasyle ilan etmek, hem bizzat görür, hem de aynalar vasıtasıyla kendi kemal ve cemalini görmek ve göstermek ister.

" bütün enva'-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. "

aş. zekeriya, ibrahime bilgisayarı öğretiyor. ibrahim de hep teşekkür ediyor. o zaman zekeriya daha fazla öğretmek isteyecektir. sürekli bir kemale gidiş olacaktır.

"Ve ibadet Cenab-ı Hakk'a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır diye çok tekrar ile beyan ediyor. "

bütün kemaller ona ait, biz onlara bağlı olarak, kendi kemalimizi ortaya koyuyoruz.

"Ve ibadet Cenab-ı Hakk'a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delalet eden"

aş. hayatı tamamıyla esbabsız yaratmasının sebebi, bütün teşekkürler hayatla geliyordu. mesela, oğuzun elinde çok güzel bir çiçek dizaynı var. elinde tutuyor ve onu uzatmış. karşıdaki muhataba bakacağız. muhatap taş olabilir mi? duymayan, işitmeyen. olamaz. peki nasıl biri olması gerekiyor? hayvan olabilir mi? hayvan, tadını anlar, ama şekilerin güzelliğini anlayamaz. veya kaba bir adam olabilir mi, olamaz. oradaki tüm güzellikleri fark edebilecek özelliklere sahip bir insan olmalı. en başta taş dedik, sonra hayat sahibi bir varlık diyoruz. sonra şuur sahibi biri diyoruz. ilginçtir, hayat denen şeyin de esbabı yok. dolayısıyla o güzelliklerin sahibi, fark eden açısından da önemli değil, fark edeni de fark ettiriyor. hem güzellikleri yaratıyor, hem de onlar vasıtasıyla muhatabını terbiye ediyordu. bunu nereden anlıyoruz? hayatın sebebsiz olmasından anlıyoruz. hayatın latifleşmesiyle bütün güzellikler fark ediliyor. o halde hayat kiminse, güzelliklerin sahibi de odur. insanlara veremeyiz, çünkü insanlar hayatı ortaya koymak noktasında hiçbir iktidarı yok. dolayısyla hayatı verendir, hayatın güzelliklerinin kaynağı. dolayısıyla şükürler ancak ona yapılmalıdır. burada tevhidi vurguluyor.

hayatın sahibi kimse, güzelliklerin sahibi de odur.

ys. birisine yardımından dolayı teşekkür ettiğimizde, yine allahın ona ikramından dolayı teşekkür ediyoruz.

aş. allah razı olsun diyoruz. allahın rahmetini bana ulaştırdığı için hem ona teşekkür ediyorsun, hem de hakiki hayrın allahtan geldiğini beyan ediyorsun.

"(ayet)
gibi âyetler; pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-ı Kayyum'un dest-i kudretine münhasıran veriyor. Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî'ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu"

aş. biz hasta olduğumuzda ilaç alıyruz. fakat eğer ilacın gerçekten şifa verme gücü olsaydı, o zaman her aldığımızda şifa verirdi.

ne zaman neye ihtiyacımız olduğunu bilemiyoruz. o sadece bir taleptir.

oğ. okuldayken, çok fazla gıda dersi aldık. hijyen ve sanitasyon çok önemli olduğunu söylerlerdi.

aş. koşullara bağlı olarak fiziksel olaylar farklı şekilde gerçekleşiyor. o zaman o olayların kendine ait bir kudreti yok.

mk. bir yerde bir tahterevalli var. bunu çözmezsek, zorlanırız. bir insan bir ilacı alıyor ve şifa buluyorsa. bu ilaçtan mıdır, ilacı yaratandan mıdır? tabi ki, bu ilacı gönderendendir, ve bu ilaçta tesir-i hakikiyi gönderendendir şifa. fakat biz insanlar zaman zaman, gaflete dalmamamız için, aynı ilacı, ayni bünyedeki bir başka insana tesiri olmamasını sağlıyor. bu bize tesir-i hakikinin ilaçtan olmadığını anlamamız için, ikinci bir pencere açıyor.

aş. rızık, şifa ve yağmurun sebebsiz olduğunu söylüyor. diyelim ki, bir kişi bu ilacı içiyor, ama şifa bulamıyor. eğer şifanın kaynağı bu olsa, her seferinde şifa alırdı.

oğ. yağmur niye sebepsiz deniyor?

aş. yağmurun ne zaman geleceğini bilememen. istediğin zaman yağmuru bilemiyorsun.

rızık konusunda, kimin geleceğinin ne olacağını bilemezsin. bunu belirleyemezsin.

""Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-ı Kayyum'un kudretine hastır." "

aş. bazı nimetler, ülfetten anlaşılmıyor. mesela güneşin batışı ve doğuşunu olağan görüyoruz. fakat yağmur, susuzluktan dolayı, çok önemli ve kritik. her an bunu hissedebiliyoruz. burada şükranı başkalarına verme ihtimali kalmıyor. rızık noktasında da öyle.

"Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan ­(ayet) ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî'dir."

aş. ondan başkası olamaz manasında ayet tahsis yapıyor. başkası olabilir mi diye meydan da okuyor.

ona hasiyeti vermekle kalmıyor, tesiri de veren o.

ma. şifa özelliği hapta olsaydı, hem bir imtihan sırrı kalkardı, hem de cenabı hakkın terbiyesi iptal edilmiş olurdu. sanki sen iyileştikçe, o hastalığı sana verecekmiş gibi olması gerekirdi.

---
28. Lema 27. Nükte

"Meali: (Haşiye) "Nefis daima kötü şeylere sevkeder." âyetinin, hem de «t²[«A²X«%ö«w²[«"ö]¬BÅ7!ö«t­,²S«9ö«¾±¬:­G«2ö›«G²2«!ömana-yı şerifi: "Senin en zararlı düşmanın nefsindir." hadîsinin bir nüktesidir.
Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla kendi nefsini beğenen ve seven adam, başkasını sevmez. Eğer zahirî sevse de samimî sevemez, belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre ­y<«x«;ö­y«Z´7¬!ö«H«FÅ#!ö¬w«8ö âyetinin bir tokadını yer. Temeddühü ve sevdirmesi ise, aks-ül amel ile istiskali celbeder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştırır. Akibeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya mübtela olan hisse ve heva-yı nefse mağlub olup, yolunu şaşırmış hissin fetvasıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar."

aş. yolunu şaşırmış his. hihssi besleyip azdırdığın zaman , yolunu şaşırıyor, dengesini kaybediyor. hissiyatın ve günahların istibdadı hakim oluyor.

"Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Âdeta ders aldığı Amme Cüz'ünü bir tek şekerlemeye satan hevaî bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenatını, hissini okşamak için ve hevasını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enaniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasaret eder. (ayet)"

oğ. kendi nefsini sevmek, insanı öyle bir zarara sokuyor ki. bir, kendini seven başkalarını sevemez. başkasını sevmek, insanı huzurla doldruru. o lezzetten mahrum kalıyorsun. iki, başkaları seni sevmiyor, tersine nefretlerini celbediyorsun.

yk. aslında kendi yaratılmışlığını kabul etse... kıyasa girecek ya, aslında yaratılmışlıkla sorunu var. ondan dolayı diğer yaratılmışı sevemiyor. çünkü yaratılmışlar arasında bir üstünlük olamaz.

mk. kendini beğenen başkasını beğenemez. bu nedemek? veya, buz parçası olan enaniyeti havuzda eritmek. nasıl havuzda eritilir? havuz nedir? bunlrı kendi dünyamızda bulaştırmamız lazım. nefsini tezkiye etmek ne demektir? bunlar çok önemli noktalar. kendi bildiğinin haricinde hiçbir alternatif düşünceye eşit muamele yapamayan kimsedir.

hş. o kadar basit olmaması lazım. o bir kısmı.

Hiç yorum yok: