15 Ekim 2010 Cuma

15. Şua Fatiha 6. Kelime

"Altıncı Kelime: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ dir. Bundaki hüccete gayet kısa bir işaret şudur:
Evet nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. Meselâ: Risâle-i Nur'da bütün müvazeneleri ve küfür ve îman yollarının mukayeseleri kat'î gösteriyorlar ki; îman ve tevhid yolu, gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkilâtlı ve tehlikelidir. Demek bu istikametli ve hikmetli ve herşeyde en kısa ve kolay yolda sevkedilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün hakikatları olamaz ve îman ve tevhidin hakikatları, bu kâinata güneş gibi lâzım ve vâcibdir. Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. Meselâ: Kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belahete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takib etmezse; ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.. istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi' etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker.
İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin bütün yollarında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakim kaybedilse, o yollar pek belalı ve uzun ve zararlı olur. Demek اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ pek çok câmi' ve geniş bir dua, bir ubudiyet olduğu gibi bir hüccet-i tevhide ve bir ders-i hikmete ve bir talim-i ahlâka işaret eder."

mk. ben sait nursiye kızıyorum bazen. bizim gibi garibanları düşünmemiş. niye yan bakıyorsun, sait nursiye kızılmaz mı?
aş. öyle bir şey söylemedik, niye kızıyorsun?
mk. ne demek yani, sait nrsiye laf söylenmez mi?
zk. herhangi bir kişiye söylenir mi?
mk. e, insanlara laf söylenir, öküzlere söylenmez ki.
io. nesine kızıyorsunuz?
mk. bizim gibi garibanları hiç düşünmemiş. her şeyi arka arkaya yazmış.
zf. yazmamış, yazdırılmış.
mk. ya gidin allah aşkına, izah getiremediğiniz yere, bir gizlilik veriyorsunuz. beni de konuşturyuro allah. beni konuşturunca, ben konuşuyor oluyorum; başkasını konuşturunca, konuşturuyor oluyor.
aş. başlangıçta, en kısa yolu ifadesi bana çok ilginç geldi.
"Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. "
en kısa yol, her zaman en doğru yoldur.
mk. ben buna itiraz etmek istiyorum.
aş. sana göre orası daha kısa olabilir.
mk. evet. bizim türk kafasında tek doğru var. aile kavgaları da bundan çıkar. çünkü der ki adam, ben doğru biliyorum, başkası da doğru olamaz. en doğru da bu. çünkü tek doğru var, diye düşünür.
bak şurada bu anahtar. şimdi en kısa yol neresi bunun. sana göre, oradan gelmek. bana göre, buradan gelmek. dolayısıyla, bizim hayatta en zorlandığımız konu, bu akşam burada okuduğumuz konudur.
hş. o sana göre. :)
hakikat, neticede tektir. hakikatin bana göresi sana göresi olmaz.
aş. bana göre, sana göre girdiği zaman, post modern bir anlayışa gireriz. o zaman hakikat flulaşır. ama muhammed ağbinin söylediği başka bir şey.
mk. hayır burası.
bu cümlelerin içinde, en doğru diye bir şey geçmiyor.
zk. geçen bir yazı okudum, sonra kendime bakmaya başladım. diyelim ki, bir ev yanıyor. neden yanıyor? ama en kısa yolu ne? allah aldı.
aş. burayı okuyayım:
"bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. "
burada dinin kolaylığına vurgu yapıyor özellikle. cenabı hak bir şeyi halkederken, o şey için en kısa, altın oran gibi. narda mesela, mümkün olan en ekonomik ambalajlanma tercih edilmiş. kainatın bütününde bu var. sırat-ı müstakim kavramı, bu kavramın aslında kainatta cari olduğunu vurguluyor. kainatta hep bu tercih edilmiş. en kısa, en net şey tercih edilmiş her yerde. bu bir nizam, kanun şeklinde kainatta caridir. dolayısıyla, kainatta bir şeyin yaratılışını izah ederken, o kainata hakim olan en kısa yolu tercih etme kuralı, doğrudan doğuya bizi tek bir yaratıcının kastına varlığına götürüyor bizi. sen her şeyde en kısa yolu tercih ettiğin için, biz de senden en doğru, kısa yolu istiyoruz.
"ihdina ile nestavun arasında ne fark var diye soruyor"... "bir mümin hidayeti istese, ıhdına, beni hidayette sebata erdir manasındadır. devam manasındadır. zengin olan isterse, ziyade manasına gelir. fakir istese, ikram et, manasına gelir. zayıf olan istese, iane ve teşvik manasını ifade eder. ve keza, her şeyi halk ve hidayet etmiştir, cümlesinin altında, her şeye en kısa, doğru tarzı vermiştir, manasına geliyor. her şeyi yarattı ve ona hidayet verdi. demek ki hidayetin anlamını farklı bir açıdan düşünmemiz gerekiyor. hidayet, en kısa doğru olanı insana vermek. mevcudata bu özellik verilmiştir. en büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla, hakkı hak batılı batıl bilmektir. beni hakkı hak bilip, ona ittiba etmeyi, batılı batıl biliip, ondan içtinab etmeyi nasip eyle diyor. şu vurgu var: her şeye hidayet vermiştir. her şey yani istikametli olması. insan duygularına en uygun olanı seçmek manasındadır. hidayetin anlamı, bütün kainatta cari olan bir anlam olup, her şeyde enleri seçmiş allah.
zk. anahtarı ortaya atabilir misin? bak ne var: ihdina. bizi. hepimizi kapsıyor. sana göre, bana göre fark etmez. o zaman kendine bak, bize bakma. çünkü senin söylediğin hepimizi kapsıyor.
mk. burada konunun rahat kavranabilmesi için, bizim çanakkaleliler, biz statik düşünmeye alışmışız toplumda. yani doğru deyince, mesela şey yapmaktır: bir misal vereyim burada: diyelim ki, zengin var hüsnü ağa. birisine zekat veriyor. sevap kazanıyor değil mi? ben garibanım. o sevabı almakla ben ne yapıyorum? ben de sevap kazanıyorum. ille vermek, sevap manasına gelmiyor. almak da sevaptır. gurur edip de, ben o zekatı kabul etmiyorum, dese, o zaman günah oluyor. öbürü de vermediği zaman günah oluyor. buradaki değişkenliği kavramamız açısından burası çok önemli. biz doğru deyince, mesela evlenmek: bazı insana evlenmemek sevap olabilir, bazı insana evlenmek farz olur, bazılarına da evlenip evlendiği zamanki ilişkilerde, şöyle olursa doğru olur değil. orada insanın kendi şartlarına göre istikameti çıkar. bakacak ki, adam çok gadaplıdır, tahammülsüzdür. bu adamın evlenmemesi gerekir. ama benim gibi kılıbıkların evlenmesi farz.
aş. buraya biraz yoğunlaşalım isterseniz.
"iman ve tevhid yolu, gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. Ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkilâtlı ve tehlikelidir"
insanın fıtratı var. insan ebediyeti istiyor. bütün mevcudatı seven ve onlarla birlikte olmak isteyen, insan fıtratına en uygun inanç ne olabilir: sen ölüp gideceksin? bu olabilir mi? insan fıtratı bunu kabul edebilir mi? ama desen ki, sen ve bütün sevdiklerin birlikte, yeniden bir hayat kazanacaksınız ve üstelik zalim zulmunün karşılığını ve mazlum ödülünü alacak. bu insana en uygun gelen inanç değil midir? biz niye allaha iman ediyoruz? çünkü fıtratımız, allaha imanı gerektiriyor. fıtratımıza en uygun cevap imandır da o yüzden. bütün mevcudat için de öyledir. la ilahe illallah. esbabın tesiri var dedin diyelim, ağacın olabilirse, bütün mevcudatın tesiri var. bunun izahı imkansız, sonsuza gider. bütün silsilelere tesir vermek zorundasın. bu her bir halkadaki her bir parçanın, tüm kainatın tüm hallerini biliyor olmasını gerektirir. ama her bir şeyi, mutlak kudreti olan biri yaratıyor dediğin zaman bu çok kolaydır.
mesela bir arkadaşını, rahatsız ettin. üzdün. kalbini kırdın. ne yapman gerekir? git otur cevşen oku. bu doğru mudur? eksiktir, yeterli de değildir. çünkü allah diyor ya, kul hakkıyla bana gelmeyin, niye diyor? çünkü kula gideceksin de o yüzden. sen cevşen okusan ne olur. doğru olan nedir? o kişiye gitmektir. başka, daha güzel, kudsi dini şeyler ortaya koy; allahın sünennetullahıdır o ki, ona uyduğumuz zaman en güzeli olur. "ben özür dilerim, yanlış yaptım" diyorsun, ikiniz de yumuşuyorsunuz. demek ki, her şeyin bir yolu var. allah her şeye böyle bir şey koymuştur. iman da tevhid de, insanın mutmain olması için, en rahat yoldur. bunu biz bütün kainattaki bütün ilişkilere koyabiliriz.
biz itikadda en kısa yolu istediğimiz gibi, rızık kazanmada, insan ilişkilerinde, kainatla ilişkilerimiz konusunda da, en kısa yola ilet, duasıdır.

üstadın bir hatırasından çok ilginç bir şey çıktı. bir gün üstad talebeleriyle otururken, bir testi süt devriliyor. üstadın, iki faresi varmiş. zaman zaman gelen fareler. bunlara yemeğini verir, giderlermiş. üstada demişler, bu senin farelerinin yemeğidir. yok demiş, ben onların hakkını veriyorum, bu onların besini değil. farenin bile bir sulü var.
en güzel çare, fıtrata uygun çare. fareye zehir vermek değil. ona da rızkını veriyor, o onunla yetiniyor.
farenin yanında kedi de besliyor.

mk. bizim apatrman 20li yaşlarda 3 laz var. her toplantıda acayip gürültü çıkartıyorlar. 30 kişiyiz, bunlarla uğraşamıyoruz. bir gün neden böyle oluyor, dedim. sonradan gördüm ki, bizim apartmandakiler, onlar çocukken, onlara hiç şeker vermemişler. mesela, bekarlara toplantılarda, her birisi az biraz para verseler, o adamlar evlenir. onlar, siz bizi hep ezdiniz diye, bütün apartmanın huzurunu bozdular. sonra o apartmanı terk etmek zorunda kaldı birçokları. zamanında o şefkati gösterselerdi, o apartmandan gitmeleri gerekmezdi. tabi, ötekiler de, deseydiler: bunlar bize şefkat gösteremediler, biz bundan sonra onlara şefkat göstersek, hayatımızda huzur bulsak, diyemiyorlar.

"Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. "
aş. üstad, istikametten, doğru yolda devamlılık şeklinde tanımlıyor. mesela bir sünneti ihya etmek, onu bir kere yapmak değil, onu devamlı olarak uygulamak manasındadır. o yüzden istikamette devam etmek gerekiyor. insan bir öyle, bir böyle, kalp emniyet edemiyor.

mk. doğru yolu bilemiyoruz biz. doğru yol nedir? 100 tane alternatif var, hepsini yapabilirim. neyi ne zaman yapacağım? ben bunu bilemiyorum.

aş. burada ikisinde de aynı şey anlatılıyor: çok ilginç geliyor: kuvve-i akliye, gazabiye, şeheviye. dış dünyada ne olduğu değil de, kendi fıtratımızda ne olduğuna bakacağız. ona uyacağız. fıtrat nedir? iç dünyadaki denge.

"Meselâ: Kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve kuvve-i gazabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takib etmezse; ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.. istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. "

demek ki, bizim iç dünyamızda yaptığımızın yanlış olduğunu söyleyen bir mekanizma var. önemli olan onu dinlemektir. vicdanımız, test unsuru olarak duruyor. onu bozmamışsak, mutlaka doğruyu gösterecektir.

"istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. "

allah, yanlış yaptığımız zaman sürekli bizi ikaz ediyor. mesela, ateşe elini tuttuğun zaman, çek diyor. hala niye acıtıyor, diyorsun. acıtır, çünkü çekmen lazım. bırakman gereken bir şey var. çünkü istiyorsun yani. vicdan, sürekli insana yanlışını ikaz ediyor. burada çok önemli bir yer.

"Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi' etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker."

yani sadece şehvetten kurtulmak değil, şehvetsizlik de bir problemdir. şehvet deyince, sadece cinsellik anlama, yiyecekteki lezzeti de anlayabilirsini. vicdan sana söylüyor. mesela, insan bir duyguyu tahrip etmiş. onun ızdırabını insan bir şekilde çeker. kullanmıyor. allah sana o duyguyu vermiş, ta ki, onunla allahı tanısın diye. mutlaka o tahrip bir yerde bir problem çıkartacaktır. veya allahın istediği şekilde değil de, başka türlü kullanıyorsun. yine ikaz gelecek. ateşe dokunmak gibi. ateşe dokununca, acıyı hissetmek gibi, hissetmemek de bir problemdir.

mk. peki hocam, herkes bunu içinde nasıl ayarlayacak?

aş. süreçtir bu. ıhdınes sıratel müstakim diyorsun. ey allahım, ben doğru yolu bulamam. sen beni doğru yola, ilet diye dua halinde olacağız.

mk. ben bunu kabullenemiyorum, arkadaş. bu kişiliksizlik geliyor, bana. bir kişi, aklıyla, doğru yolu çizemeyecekse, insan devamlı tereddütte kalır.

aş. niye? diyelim ki, siz bir mesleği biliyorsunuz. ben bilmiyorum. ben size soruyorum, bana bu yolu göster. bu kişiliksizlik değildir. bu doğru olan tavırdır.

mk. buna itirazımız yok. şuna itirazımı var: yani allah bildirmemiş de, biz bilemezmişiz gibi.

hş. "..." sizin amelleriniz çeşit çeşittir. "..." kim verir gayret eder allahtan çekinirse, onu kolay yola biz iletiriz.

senin yapacağın nedir? çekinmek, dine sarılmak.

"..." tersini yaparsan, bu sefer zoru kolaylaştırır.

"..." hidayet bana aittir, diyor.

mk. sen hayatında böyle mi yaşıyorsun? böyle yaşamadığına eminim. ben yanlış anladıysa de bana: sen mühendissin. hesap kitabın nasıl yapılacağını bilmiyor musun? zemin kayar, ne olur biliyorsun.

hş. matematik hesap gibi değil. burada üç tane hesap var: günahtan kaçınma, dine sarılır, en güzelini yaparsa. sana bunu allah götürecek.

mk. işte bu ne hesabı? biz okula gidiyoruz, öğreniyoruz, sağlam bina nasıl yapılır.

hş. biz sanki, taşları üstüste koyduğumuzda, bir bina elde edeceğiz. bu öyle bir hesaba dayanmıyor. üstadın basit bir hesabı var: sefasını al, kederini bırak.

mk. mühendislikte de öyle mi yapıyorsun?

hş. biz olayları kendimiz yönlendiriyormuşuz gibi hissediyoruz. bu doğru değil.

mk. ben şunu anlamıyorum. sen binanı projesini yaparsan, çiziyorsun, bu başarını allah yaptırmıyor mu? bunun allahı itham etmekle, ne alakası var.

hş. ben de yaaprım, ama yarın ne olacağı allahtandır. allah bazı kurallar koymuş, bunlara uyarsan, senin binanı sağlam tutarım, demiş. biz o kurala uyuyoruz. herkes, kendine göre demir çimento kullansa, olmaz ki. bir tane yol var.

aş. zaten allah sana, sünnetullahı göstermiş. ama ben şimdi, kafama göre, eksik mi katsam, fazla mı katsam. burada ne yapacaksın? dürüst olacaksın, çalmayacaksın, sünnetullahta ne varsa bildiğin kadarıyla onu yapacaksın.
önemli olan o süretçe ne yaptığındır. mesela, bina yapmanın yolu, eğitim alıp, hesabını yapmaktır. sen bunu yapmadın, olmaz. o bir dürüst olmayıştır. korkmuyorsun, yani allahtan. işi bilmeden işe koyuluyorsun. dini yalanlıyorsun, yani sünnetullahı yalanlıyorsun.

hş. biz köyde yaptırmışlar binaları, bunun üstüne şunu atsak ne olur? altında ne var bilmiyorum ki, ne bileyim üstüne koyunca ne olacağını. her şeyin hesabını bileceksin.
yol birdir aslında. ama baktığın zaman, herkes kendini mühendis zannediyor.

aş. şimdi yaptık, sünnetullaha uygun yaptık, çalmadık, yıkıldı. bu demek değildir ki, biz vazifemizi yapmadık. binanın sağlam olması, sünnetullahın göstergesidir. biz sağlam bina yapacağız diye bakmıyoruz; ubudiyetimizi yapmaktır. din demek, nedir? şeriat-ı fıtriye diye bilinen kurallar vardır, yaratılışta. bir de insan ruhuna ait kurallar vardır. bunların hiçbirini reddetmemektir, dine uymak.

sen yemek yapacaksın, kitap okumadan, birine sormadan, bunu yapayım, olmaz. o sünnetullaha uyacaksın.

sen allahın sünnetini hiçe saydın, bu tavırla. veya allah diyor ki, kardeşine, sürekli yardım et diyor. sen bunu yapmadın, sonra komşunla niye aranda problem var diyorsun.

mk. ben anlıyorum da, şurasını anlayamıyorum. yahu, herkes hele türkler, yemek işine gelince, çok sağlamlar. ama diğer manevi konularla ilgili, tereyağı nedir, kaç derecede pişirilmesi lazım, bunlarla ilgili konularda, egzersiz eksikliğimiz var.

aş. biz burada paylaşımımızı yapıyoruz. herkes kendi nefsini terbiye etse, mesele zaten bitecek.

zk. karakalemde bir mesele vardı. en doğru işi, en doğru kişi, en doğru iş.

mk. biz yemek işini rahat konuşuyoruz. insanlara saygılı olmak, sünnetullah kuralıdır. insanların yapı itibariyle, iyi niyetli olduklarını kabul ederek, onları yargılamadan karşılayabilmek, sünnetullahtır. karşıladıktan sonra muhakeme etmek de sünnetullahtır. hayatımız sevgi temelli olmayınca, hayatı çözemiyoruz.

aş. insanlara hüsnü zan besleyeceğiz, dedik. karşımızdaki insanın ne düşüneceğini bilemeyiz. biz bunları kendimiz için yapacağız.
benim sorumluluğum, abdurrauf, ne düşünüyor benim hakkımda. benim sorumluluğum değil.

mk. böyle değil. bilakis, iyi bir iletişim için, bunları taşımak, sünnetullahın kuralı. çünkü yaratılıştan gelen kurallar bunlar. yoksa, kendimiz mutsuz olduğumuz gibi, başkalarını da mutsuz ederiz. nasıl ki, mühendisliğin kuralları varsa, bunlar da sünnetullahın kuralları. hayatın içinde, çocuklarımızı fıtri olarak sevmemiz, fıtri bir duygu. onların istikbalini düşünmek de, fıtri bir duygu.

dini konularda da, bizim toplumumuzda, bir şeyin fazlası yapılırsa... mühendislikte de aynı. binayı yaparken, 5 ton gerekiyorsa, 7 ton kullansan, sanki bina daha sağlam olacakmış gibi algılıyoruz. halbuki, 5 ton kullansan daha sağlam olur. çünkü demirle çimentonun orantısını bozar. ama aynı şekilde, mesela namazı 4 rekat kılacaksın demiş. 5 rekat kılarsan, sağlıklı olmaz. aynı şekilde, namazı 5 vakit olarak belirtmiş de, bir de belirtmediği alanlar var.

mesela insan ilişkilerinde, yani kabede, şeytanı taşlamak da ibadet, kabeyi tavaf etmek de ibadet. insan ilişkilerinde de, dövmek de ibadet olabilir, sevmek de. bu değişkenlik özellikleriyle ilgili hayatta zorlandığımız sanıyorum.

hş. problem burada. hayat matematik gibi değil. bunları yaparsak, cenneti garantiledik, gibi değil.

insan ömrü süresince, sürekli karşısına gelen şeylerde, sürekli alacağı tavır. bazı yerlerde, taş koyacaksın, bazı yerlerde taşı yerinden alacaksın. ama burada 3 temel kuralı hiç unutmayacaksın:

zk. 5 dakika sonra ne olacağını bilmiyoruz. dolayısıyla bize düşen, bulunudğumuz anda ne çıkıyorsa, onu düşünmek. geleceği değil.

hş. adam diyor, her şeyi allah bağladıktan sonra iş çok kolay. gerçekten iş çok kolay. o insanlar, hep zoru arıyorlar. felsefenin çözemediği tüm problemleri islam çok kolay çözmüş.

mk. asrın entrikalarıyla ilgili bir misal vereceğim.

bakarsan, dindarlar diyor ki, kardeşim, kuran 4 karıyla evlenilir diyor. hanımefendi diyelim, kibar olsun. gerçekten kuranda bu var mı? var. peki bu zamanda bir kadını dengeli bir şekilde, bu kadar hırsları gelişiklikleri, duygusal gelişmiş iki hanımı bir arada tutmak kolay mı?

aö. size göre? belki başkalarına göre kolaydır.

mk. sen biliyorsan, nasıl olacağını anlat. şimdi bu sorumluluğu bilmiyor, nefsi namına bu izin var diye, getiremeyecek insan yoktur demiyorum. ama ne yapıyor? kuranın hükmü doğru, ama kendisinin kaldıramayacağı şartları bildiği halde, bu ayet onun için yanlış olmuş oluyor.

zk. ayetin birini yapıyor, diğerlerini yapmıyor demektir.

aş. buraya devam edelim mi?

"..."
ne yaparsan yap adaletli yap. bedenin yaşayabilmesi için neye ihtiyaç var? gıda. ruhun yaşaması için üç şeye ihtiyacı var: kuvve-i gadabiyenin, aklıyenin ve şeheviyenin istikameti. bunlar ruhun gıdası. ruhumuz doğru gıda alırsa, ondan doğru sonuçlar çıkacak.

birincisi, menfaatleri çekmek için, kuvve-i şeheviyedir. ikincisi, zararlı şeylerden korunmak için, gadab duygusu. üçüncüsü, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için, akıl kuvvetidir.

akıl öbür iki kuvvetin dengesini sağlıyor. akıl, meleki bir duygu.

bu kuvvelere, şeriatça, bir had konmuş ise de, fıtraten tayin edilmemiş. yani ne kadar menfaati celbedeceği,...

bu kuvvelerin her birisi, tefrit, vasat ve ifrat manasında üç mertebeye ayrılır. mesela, şehvet duygsunun tefriti, ne helale ne harama iştihası yoktur. ifrat mertebesi, haddini aşma iştihasında. vasat mertebesi iffettir. helaline şehveti var, harama yoktur.

gadabi kuvvetin tefriti, aşırı korkudur. ifratı, manevi ve maddi hiçbir şeyden korkmamaktır. vasatı ise, hukuk için, canını feda edebilir. ibni abbas ile hz. ömer arasında geçen bir olay var. hz. ömer, mescide sığmıyor, müslümanlar. genişletelim, diyor. hz. abbasın büyük bir arazisi var, mescidin yanında. ondan satın alalım diyor. hz. abbas diyor ki, satmıyorum. bunu deyince, hz. ömer kızıyor, fazla para verin diyor. yine satmıyor. o zaman zorla alırım diyor. ibni abbas diyor ki, alamazsın diyor. hakem tayin edelim diyorlar. hz. kab hakem oluyor. diyor ki, bir gün hz. süleymana mescit inşa etmesini allah söyledi. arsanın içinde yaşlı bir kaının evi vardı. kadın o binanın yıkılmasını istemiyordu. onu yıkmak isteyince, allah onu ikaz etti: "benim mescidimi zulüm üzerine mi inşa edeceksin". bunu anlatınca, hz. ömer ben de vazgeçtim, diyor. o zaman ibni abbas da, ben de arsayı hibe ettim, diyor. ibni abbasın maksadı, orada hakkı korumkatı. kimsenin hakkını yiyemezsin, demekti amacı.

şecaat, meşru olanlar için canını bile feda eder, meşru olmayanlara ise karışmaz.

akıl kuvvetinin tefriti: hiçbir şeyden haberi olmamak. ifratı, cerbezedir, hakkı batıl, batılı hak gibi göstermektir. vasat mertebesi ise, hakkı hak bilir imtisal eder, batılı batıl bilir, içtinab eder. kime hikmet verilmişse, ona büyük bir hayır verilmiştir.

mk. ben şöyle anlıyorum: ehli sünnet olmak demek, ev alacaksam, mühendislik planlarını görerek evi almam demektir. görmeden, ya allah deyip almak, sünnete uygunsuzluktur. ya da, sorumluluk almakla ilgili bir konu edineceğiz. iş hayatımız. iş deyince, bismillah demek yetmiyor. işin kuralları, ben ne yapmam gerekiyor, ne eğitim almak gerekiyor. mesela şimdiki gençler, hemen burnu şişiyor, neden ben müdür değilim diye kızıyor. adama sevgiyle yaklaşacak, bu arada kendi eksiklerini tamamlayacak.

Hiç yorum yok: