5 Aralık 2008 Cuma

18. Mektub 3. Mesele

"ÜÇÜNCÜ MES'ELE: Hikmet ve akıl ile halledilmeyen bir mes'ele-i mühimme.
­(ayet)"
aş. akılla halledilemiyormuş. demek ki hissiyatla halledilecek.
manası, o her an bir iş üzerindedir. dilediğini her an yapar. sürekli bir faaliyet içinde.
at. istediğini yapan.
" Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyorlar, daima dönüp tazeleniyorlar?
"
aş. her an sürekli bir dönüşüm var. hhele atom altında saniye bile çok uzun bir zaman.
" Elcevab: Şu hikmetin izahı bin sahife ister. Öyle ise izahını bırakıp gayet muhtasar bir icmalini iki sahifeye sığıştıracağız."
aş. önce 24. mektubdan bir bahis var: "Sual: Eazım-ı Esma-i İlahiyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedud'un iktiza ettikleri şefkatperverane terbiye ve maslahatkârane tedbir ve muhabbetdarane taltif, nasıl ve ne suretle, müdhiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile, zeval ve firak ile, musibet ve meşakkat ile tevfik edilebilir?"
yani hem allah rahim ve vedud olacak, hem de ölüm olacak. ölüm, firak, yokluk. bunları nasıl örtüştüreceğiz. vedud ismi muhabbeti gerektiriyor. hem de sana ölüm acısı tattıracağım. bunun neresinde muhabbet var? bu şekva manasında değil, hikmetini sormak için. anne şefkati çocuğunun acı çekmesine müsaade eder mi?
" Haydi insan saadet-i ebediyeye gittiği için, mevt yolunda geçtiğini hoş görelim; fakat bu nazik ve nazenin ve zîhayat olan eşcar ve nebatat enva'ları ve çiçekleri ve vücuda lâyık ve hayata âşık ve bekaya müştak olan hayvanat taifelerini, mütemadiyen hiçbirini bırakmayarak ifnalarında ve gayet sür'atle onlara göz açtırmayarak i'damlarında ve onlara nefes aldırmayarak meşakkatle çalıştırmalarında ve hiçbirini rahatta bırakmayarak musibetlerle tağyirlerinde ve hiçbirini müstesna etmeyerek öldürmelerinde ve hiçbiri durmayarak zevallerinde ve hiçbiri memnun olmayarak firaklarında hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir?"
sürekli bu dönüşümler firaklar niye varın hikmetini soran bir yer.
bunun dai ve muktazi meselesini de 3. meselede açıklıyor.
" Elcevab: Şu hikmetin izahı bin sahife ister. Öyle ise izahını bırakıp gayet muhtasar bir icmalini iki sahifeye sığıştıracağız."
izah etmeyeceğim diyor, arif olan anlar.
"İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir:"
fıtri bir vazife diyelim banyo yaptın. ne kadar rahatlıyorsun değil mi? veya sosyal hayatta gerekli bir iş yapsa. diyelim ki, cereyan kesilmiş kabloyu bağlamış tamir etmiş. bir insanı vazife yaptıran iki şeydir:
"Birisi: Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona "ille-i gaiye" denilir."
ben bunu yapıyorum, para kazanacağım, çocuklarıma elbise alacağım. neticeler demek ki, ille-i gaiye demek.
"İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki: Hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona "dâî ve muktezi" tabir edilir. Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe sevkeder. "
karnın acıkıyor. yemek yemeğe sevkeder bu seni.
"Sonra da yemeğin neticesi, vücudu beslemektir; hayatı idame etmektir."
Bu nedir? ille-i gaiye. ama yemeğe seni sürükleyen dai ve muktezi.
"Öyle de: ]«V²2«ž²!ö­u«C«W²7!ö¬yÁV¬7«:ö şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayret-nüma hadsiz faaliyet, iki kısım esma-i İlahiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir:"
burada şöyle düşünmek lazım. insan çok geniş faaliyeti tam tahayyül edemiyor. bir kedi. o kedinin karnı acıkıyor, gözleri görmesi gerekiyor. binlerce kedi. insandan daha çok kedi var. her bir kedinin her ihtiyacı karşılanıyor. tüm kedilerin tüm ihtiyaçları karşılanıyor. öte taraftan sadece kedi yok. köpeği var, aslanı, balığı, mikroplar, bakteriler, biti, piresi her şeyi var. sayısız. insan bunları düşünmeye başladığında çıldıracak gibi oluyor. bütün bunlar nasıl oluyor? hepsi aynı anda vazife görüyor. taşın altını kaldırdın mı, hayat kaynıyor.
bir de gökyüzüne başını çevir. milyarlarca dev yıldızlar. sinek gibi karınca gibi işliyor. hele dağın tepesine çıkınca, yıldınzın olmadığı bir yer bulamıyorsun. çok da hızlı bir şekilde dönüyorlar yıldızlar.
burada iki kısım derken, bir veçheden bakınca bir esmayı görürsün, bir başka açıdan bakınca başka esmayı görürsün. yoksa ayrı ayrı parçalar anlamında değil.
"Birincisi: Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının hadd ü hesaba gelmez enva'-ı tecelliyatı var"
çok sayısız isizmlerinin sayısız tecellileri var. bu tecellilerden dolayı, kainat sürekli değişim içinde.
"Mahlukatın tenevvüleri, o tecelliyatın tenevvüünden geliyor."
hareketin veya şeylerin çok çeşitleri var. burada mahlukat derken, sadece cisimler değil. fiziksel olaylar da buna dahil. o tecelliyatın çeşitleri de yaratılan şeylerin çeşitlenmesini gerektiriyor. ayrıca her tecellinin de farklı renkleri var.
kırmızı rengin tüm tnlarını tek bir noktada göremezsiniz. farklı noktalar veya aynalar lazım ki, bir rengin tüm tonları ortaya çıksın. dolayısıyla kırmızı renkte potansiyel bulunan sonsuz renk tonu, sonsuz aynayı yani yansıtıcıları gerektirir.
allahın sayısız isimleri var. bu isimlerin de sayısız tonları var. bu da sonsuz tecelliyatı ve şeylerin çeşitlenmesini gerektiriyor.

hş. karadenizde yeşilin çok farklı tonlarını görüyorsun. aslında farklı istidatlardaki ağaçlar, aynı güneş ışığını farklı şekillerde yansıtıyor.

aş. renk, aslında tamamen ışığa bağlı olan bir şey. tamamen ene gibi. mahiyet-i kıyasi gibi. nasıl buz, nasıl suyu çektiğim zaman buz diye bir şey yok. buz bir kalıptır, suyu bir formda gösterir. ene de bir formdur. kendi yaratıcısını bir formda göstermek içindir.


"O esma ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani, nakışlarını göstermek isterler. "
burada istemek, gerektirir anlamında anlamak lazım. dai ve muktazi açısından ele alıyor. cenabı hakkın esmasını bunu gerektirir. kainatın her an değişmesini gerektirir. çünkü esma sayısız olduğu uiçin, sayısız dönüşüm gerekir.

güneşin ışık vermesi, onun şenidir. bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz. onun bir özelliğidir. güneş tüm etrafındaki şeylerde kendisindeki özellikleri gösterir. güneş buna muhtaç mı denmez. güneşin bu bir özelliği. zati özelliğidir.

hş. belki eşyaların sabit kalmaması da, sürekli değişmesi de, eşya sınırlı ya. ama sürekli değişimde, sınırlı şey sınırsızlaşıyor. öyle mukabele ediyor. ebedi olmasının bir hikmeti bu. sürekli bir hareket.

"Yani nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes ile beraber, bütün zîşuurların nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler."

sürekli yenilenen bir kitap gibi, kainat da her an görüntülerini yenileyerek, sürekli yeni manalar ifade ediyor. bir slaytg österisini ele alalım. her yeni salyt yeni manalar taşıyor. arabayı tanıtacak diyelim. önce arabanın ön görünüşü. sonra içine giriyor. sonra ışığını gösteriyor. her yeni şey arabanın tyeni bir özelliğini göstermek için adeta konuşuyor. her bir yeni veri görüntü, size yeni bir bilgi aktarır.

birinnci veçhi, esmanın çokluğu bu kadar mahulakıtn yenilenmesini iktiza ediyormuş. ikincisi ne?

şeni iki şekilde anlayabiliriz. risalede şen kavramı. önce eser var. bunun arkasında esma. bunun arkasında unvan yani sıfat. sıfattan sonra, şuun örünür. şuun kişinin adeta karakteri gibidir. onun davranış şekli hep odur.

şimdi bu anlatımını içselleştirecek. yani şenini izah edecek, insanın duyguları üzerinden giderek.

bu bahis çok fazla yerde yok. çok yoğun bir yer burası.

"İkinci sebeb ve hikmet: Nasılki mahlukattaki faaliyet bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor."

sen sabahtan akşama kadar niye çalışıyorsun? para kazanmak ve karnını doyurmak için değil mi? bir lezzet var onun için yapıyorsun. veya çok sevdiğin bir şeyi yapıyorsun. mesleğini severek yapıyorsun. onu yaparken bir sanat olarak görüyorsun, onu yapmakta bir zevk veya iştiha var.

hş. bir anne çocuğu için hizmet etmeyi zevkle yapar.

aş.
"Ve hattâ herbir faaliyette kat'iyyen lezzet vardır; belki herbir faaliyet, bir nevi lezzettir. "

aslında faaliyetin kendisidir lezzet.

"Öyle de Vâcib-ül Vücud'a lâyık bir tarzda ve istiğna-i zâtîsine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemal-i mutlakına münasib bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var"

bu allahın zati bir özelliği. ama insan bunu ayine olarak gösterir. hayvan çok korkak olabilir. ama altında yumurtalar olunca bir anda aslan kesiliyor. civcivler gidiyor, yine korkaklık geliyor. demek cesareti zati değil. çünkü devamlı değil. insanın bütün ömrünü böyle algılayabiliriz. kalıcı değil, anlık.

zk. bir de gücü nispetinde. elinden geldiği miktarda.

hş. insan bir de ücret de istiyor. ihtiyaç halinde oluyor o duygu. bunlar da devreye giriyor. cenabı hak hiçbir şeye muhtaç değil.

aş. allah kendisinin ne hissettiğini, nasıl bir duygu sahibi olduğunu, haşa, bizim duygularımız vasıtasıyla bildiriyor. cenabı hakkın da bir şefkati var, kendi sanatına karşı böyle bir memnuniyet hissediyor. bize de allah bunu hissettiriyor.

allahın şefkatini nasıl görüyorsun. bir bakıyorsun, kedi yavrusuna yediriyor. ilmen anlıyorsun, o yavruyu sevmede bir şefkat var. uzaktan bakarak anlıyorsun. ikincisi, kendi zayıf olduğun zaman, başkalarının sana merhamet etmeleri, kendi üzerinde o şefkati hissetmen, aynel yakin o şefkate muhatap oluyorsun. üçüncü merhale ise, bir aç çocuğu sen doyuruyorsun. allahın şefkatini kendi üzerinden gösteriyor, anlıyorsun.

zk. mahlukat nasıl yaptığı faaliyetten zevk alıyor. cenabı hakkın da lezzeti var, ama kusurlu edğil.

aş. bizimkisi bize ait değil. yansıtma cinsinden. biz sahip değiliz. ışığın renkleri gibi. ışık kesildi mi, renk görünmüyor. demek bu renk bu cisme ait bir özellik değil. dolayısıyla renk, buna ait değil. ışığın yansıması. ışıkta bu renk daimi olarak var. burada ise, sadece ışık değdiği zaman görünüyor.

at. ille-i gayesi, kendiisinden geliyor allahın. bizimki ona bağlı.

aş. ene kendine göre bir rengi yansıtıyor.

at. ancak vacibül vücud olan bir zat ille-i gayeye sahip olabilir.

"Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. "

aş. enmin bir tablo çizdik ya, kediler, sayısız hayvanlar. hepsinin yavruları var. yavru kavramına doğmak üzere olan her şeye katabiliriz. benim içimdeki bir düşünce de doğmak üzere. allahın şefkati bütün bu yavruların üzerine akıtmak istiyor.

bütün yavrular ihtiyaçları karşalınoyr. tohum ağaç oluyor. yavru karnını doyuruyor. bunlardan kaynaklanan bir mukaddes memnuniyet var.

bir fabrikada ilk ürünü üretecekler diyelim, diyelim ilk ürün çıktı. herkes nasıl memnun olur. öyle de mukaddes bir şekilde, ihtiyaçtan kaynaklanan veya mağrurcasına insanınki gibi değil, ona yakışan bir tarzda memnuniyet hissediyor.

o memnuniyet insana lezzet veriyor. yaptığın işin neticesini görmenin lezzeti gibi.

"Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var. Ve o sürur-u mukaddesten gelen -tabir caiz ise- hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahman-ı Rahîm'e ait -tabir caiz ise- hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor."

demek cenabı hak, hadsiz bir surette iftihar etmek istediğinden, hadsiz mahlukatını yenidne yeniye yaratarak, daha kamil hallere onları dönüştürerek, o memnuniyetini tezahür ettiriyor. rahmeti ve şefakti daiydi. o dai ile, tüm kainatı kemala ulaştırıyor. onun ardından, mukaddes bir lezzet duyuyor.

insana enesi vasıtasıyla, kendi sanatını kululna ihsas ettirir, yani hissetttirir. biz nasıl memnun oluyorsak, onun nasıl memnun olduğunu anlamaya çalışıyoruz cüzi manada, gölgeli olarak.

ne yaratıyorsa hikmetle yaratıyor, ama yaratmadan önce kimse onun ne yapacağını bilemiyor. mesela el niye beş parmaktır? yaratılmadan önce bilemiyorsun, ama yaratıldıktan sonra, herkes bunu hikmetli buluyor.

bohr ile einsteinın kavgası var. einstein diyor ki, tanrı zar atmaz. bohr da diyor ki, tanrının ne yapacağını sen bilemezsin. biri inşadan bakıyor, diğeri ibdadan bakıyor.

"İşte şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar."

Hiç yorum yok: